the barefoot contessa
gerçek hayatla senaryo arasında en büyük fark şudur; senaryo mantıklı olmak zorundadır, gerçek hayatınsa böyle bir derdi yoktur...
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
26 Aralık 2010 Pazar
25 Aralık 2010 Cumartesi
Düşbaz - AY ¾ ( Ay Üç Çeyrek)
Düşbaz adlı güzelim grubun keyif veren şarkılarından ay üç çeyrek, "Güzel Günler" adlı albümleri her şarkısıyla farklı tadlar taşıyor efendim, dinledikçe dinleyesi geliyor insanın velhasıl tavsiyedir...
düşbaz - ay üç çeyrek
düşbaz - ay üç çeyrek
Feylesof Ibra
Rafael’in ünlü “Atina Okulu” adlı freskosunda Aristo’nun yerine İbrahim Üzülmez’i yerleştirince ortaya bu tablo çıkmış, yapanların ellerine sağlık.
Deli İbraam bu sene fizik olarak da biraz geriye gitse de hala basit oynamak yerine fantezi peşinde koşan, yüz ifadesinden yola çıkarak bir gevşeklik olduğunu tahmin ettiğim İsmail'in öğrenmesi gereken çok şey var bu adamdan...
Vatan'da geçenlerde yapılan röportajdan kesitler;
Alain de Botton‘un “Felsefesinin Tesellisi” kitabını seyahat boyunca elinden düşürmemiş İbrahim.. Hemen telefonu çevirdim ve İsviçreli yazarı sordum Üzülmez’e..
İşte Beşiktaş Kaptanı’ndan herkesi şaşırtacak açıklamalar:
“KÖYDE yetişmiş, ortaokul mezunu biri olarak size filozof numarası yapacak değilim.. Açık söyleyeyim, Beşiktaş sayesinde kitap okuyacak noktaya geldim.. Son 4-5 senedir de kitaplarla kendime rehabilitasyon uyguluyorum.. Porto’ya giderken havaalanında Alain de Botton’un kitabını seçtim.. Son günlerde okuduğum bir de Donald Trump’ın “Başarıya Giden 101 Yol” kitabı var..”
“SİZ şimdi beni imtihan edersiniz Alain de Botton ile ilgili.. Kitabı alana kadar kim olduğunu fazla bilmiyordum.. Bilenlere sordum, felsefeyi günlük hayat diliyle anlatan, çok önemli bir yazarmış.. Gerçekten de öyle.. Ben Felsefenin Tesellisi’nden şunu anladım: Hayatta çok paran olabilir ama çok sağlam dostlukların olmayabilir.. Mal, mülk edinmek için çırpınmanın insana hiçbir hayrı yok.. Onun yerine gerçek dostlar kazanmak için çırpınmak daha büyük zenginlik getiriyor..”
“KİTAPTAN kendi hayatıma uyarladığım kavramlar da var: Mesela insan rahat olmalı.. Stres günümüzün hastalığı.. Kafanı acayip şeylere takarsan, bizim işte de, başka işlerde de başarının imkânı yok.. Çünkü stres direkt olarak işe yansıyor.. İyi bir profesyonelin işine odaklanması gerekiyor.. Stresin yaptığın işin önüne geçmesine izin vermeyeceksin..”
“BİR de tek başına yetenek yetmiyor.. Bir yerlere gelmek istiyorsan, yeteneğin yanına çalışmayı da eklemelisin.. O zaman uzun süre başarılı olabiliyorsun.. Kitapta da aynı mantığı görünce sevindim, çünkü bunu yıllardır uyguluyorum.. Tabii İsmail Köybaşı yandı şimdi.. Bu kitabı ona da okutturacağım ve bu mantığı onun kafasına yerleştireceğim..”
“HERKESE tavsiye ediyorum.. Desinler ki, ‘Yahu top peşinde koşan Deli İbrahim bile kitap okuyormuş..’ Ve onlar da okusun.. Kitap okumak bir rahatlama ve kendini iyi hissetme yöntemi.. Rüştü ağabey sayesinde kitap okumaya alıştım.. Seyahatler, kamplar artık kitapsız geçmiyor..”
Deli İbraam bu sene fizik olarak da biraz geriye gitse de hala basit oynamak yerine fantezi peşinde koşan, yüz ifadesinden yola çıkarak bir gevşeklik olduğunu tahmin ettiğim İsmail'in öğrenmesi gereken çok şey var bu adamdan...
Vatan'da geçenlerde yapılan röportajdan kesitler;
Alain de Botton‘un “Felsefesinin Tesellisi” kitabını seyahat boyunca elinden düşürmemiş İbrahim.. Hemen telefonu çevirdim ve İsviçreli yazarı sordum Üzülmez’e..
İşte Beşiktaş Kaptanı’ndan herkesi şaşırtacak açıklamalar:
“KÖYDE yetişmiş, ortaokul mezunu biri olarak size filozof numarası yapacak değilim.. Açık söyleyeyim, Beşiktaş sayesinde kitap okuyacak noktaya geldim.. Son 4-5 senedir de kitaplarla kendime rehabilitasyon uyguluyorum.. Porto’ya giderken havaalanında Alain de Botton’un kitabını seçtim.. Son günlerde okuduğum bir de Donald Trump’ın “Başarıya Giden 101 Yol” kitabı var..”
“SİZ şimdi beni imtihan edersiniz Alain de Botton ile ilgili.. Kitabı alana kadar kim olduğunu fazla bilmiyordum.. Bilenlere sordum, felsefeyi günlük hayat diliyle anlatan, çok önemli bir yazarmış.. Gerçekten de öyle.. Ben Felsefenin Tesellisi’nden şunu anladım: Hayatta çok paran olabilir ama çok sağlam dostlukların olmayabilir.. Mal, mülk edinmek için çırpınmanın insana hiçbir hayrı yok.. Onun yerine gerçek dostlar kazanmak için çırpınmak daha büyük zenginlik getiriyor..”
“KİTAPTAN kendi hayatıma uyarladığım kavramlar da var: Mesela insan rahat olmalı.. Stres günümüzün hastalığı.. Kafanı acayip şeylere takarsan, bizim işte de, başka işlerde de başarının imkânı yok.. Çünkü stres direkt olarak işe yansıyor.. İyi bir profesyonelin işine odaklanması gerekiyor.. Stresin yaptığın işin önüne geçmesine izin vermeyeceksin..”
“BİR de tek başına yetenek yetmiyor.. Bir yerlere gelmek istiyorsan, yeteneğin yanına çalışmayı da eklemelisin.. O zaman uzun süre başarılı olabiliyorsun.. Kitapta da aynı mantığı görünce sevindim, çünkü bunu yıllardır uyguluyorum.. Tabii İsmail Köybaşı yandı şimdi.. Bu kitabı ona da okutturacağım ve bu mantığı onun kafasına yerleştireceğim..”
“HERKESE tavsiye ediyorum.. Desinler ki, ‘Yahu top peşinde koşan Deli İbrahim bile kitap okuyormuş..’ Ve onlar da okusun.. Kitap okumak bir rahatlama ve kendini iyi hissetme yöntemi.. Rüştü ağabey sayesinde kitap okumaya alıştım.. Seyahatler, kamplar artık kitapsız geçmiyor..”
23 Aralık 2010 Perşembe
Berlin Üzerindeki Gökyüzü
Çocuk, çocukken / kollarını sallayarak yürürdü / Derenin ırmak olmasını isterdi.../ Irmağın da sel... / ve şu birikintinin de deniz olmasını / Çocuk çocukken... / çocuk olduğunu bilmezdi / Her şey yaşam doluydu / Ve tüm yaşam birdi / Çocuk çocukken... / hiçbir şey hakkında fikri yoktu / Alışkanlıkları yoktu / Bağdaş kurup otururdu / Sonra koşmaya başlardı / Saçının bir tutamı hiç yatmazdı / ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi...
Gerçeküstü unsurlar barındıran filmler nedense çok çekmez, film içinde kopup gittiğim bolca olur lakin orcinal adıyla, Der Himmel über Berlin, ne hikmetse Arzunun Kanatlarıyla ülkemide vizyona giren, pek sevdiğim yönetmen Wim Wenders'in şahane filmlerinden. Benim için Paris,Texas en şahanesidir filmlerinin, en sevdiklerim arasında da kafaya oynar her türlü...
Filme gelecek olursak başrolde Bruno Ganz yine çok başarılı, Berlin şehri üzerinde insanları seyreden herşeye şahit olan ama müdahale edemeyen ölümsüz bir melek rolünde. Hatta bir çamaşırhanede bezgin bir şekilde bekleyen Türk teyzenin şimdi eve gidicem, çocuklara bakıcam, yemek yapıcam tarı serzenişleri duyulur...
Karakterinde melankoli ve yalnılık fazlaca hissedilir, kendi varlığını sorgulamaya başladığı sırada varlığı sona ermek üzere olan bir sirkte çalışan şahane trapezci kızın yaşamına girmesiyle olaylar gelişir, değişir, abimiz ölümsüz olmaktan bile vazgeçer aşkı uğruna, ete kemiğe bürünmek ister. Gerçekleştiğinde de ondan mutlusu yoktur zaten, çocuklar gibi hoplaya zıplaya aşar yolları, sıcak kahveden bir yudum alır, Türk mahallesine de düşer yolu arka fonda Zülfü Livaneli'nin Karlı Kayın Ormanı hemen dikkati çeker ve Türk dükkanları da cabası.
Yeryüzünde gezen meleklerin öyküsü, şiirsel dili, sesleri, görüntüleri, Bruno abi ve Colombo ile tanıdığımı Peter Falk'un kendisini oynadığı güzel rolleriyle, Nick Cave fenomeninin müzikleri ve salaş görüntüleriyle ve adeta yağan aforizmalarıyla farklı, edinilesi Wenders yapımı...
Hollywood boş durmayıp bu filmi de tekrar çevrimini yapıp Melekler Şehri adıyla,herşeyiyle mundar etmişti, sağolsunlar hazıra konmaya bayılıyor abiler...
-bir kez olsun ciddi olmalı. çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım. biriyle olduğumda genelde memnundum ama bunu hep bir tesadüf sandım, bu insanlar benim ailemdi ama başkaları da olabilirdi. neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil? taksi şöforünün kızı benim arkadaşımdı ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim öyle değil mi? bir erkekle birlikteydim hatta aşıktım ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçabilirdim.
bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme. hayır bana elini verme, bakışlarını uzaklaştır. sanırım bugün yeni ay var, gece pek sakin değil ama şehirde hiç kan akmayacak. ben hiç kimseyle oynamadım, buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle demedim; işte şimdi ciddi. nihayet ciddileşiyor.
böylece yaşlandım işte. yalnız ve ciddi değildiler, zaten zaman ciddiyetsizdir, hiç yalnız kalmadım, ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. aslında artık yalnız olmak isterdim, çünkü yalnızlık şu demektir; artık bir bütün. artık bunu söyleyebilirim, işte bu gece ben de nihayet yalnızım. tesadüfler artık bitmeli. karar vermenin yeni ayı. yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar vermek diye bir şey var, karar ver. bak bir zamanız şimdi, sadece bütün şehir değil bütün dünya bizim bu önemli kararımıza katılıyor. ikimiz iki kişi olmaktan da öteyiz, bir şeyleri oluşturuyoruz. seninle halkın yerinde oturuyoruz ve bütün meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu. oyunun kurallarını biz belirliyoruz. ama şimdi sıra sende, oyun sende, ya şimdi ya da asla. bana ihtiyacın var, bana ihtiyacın olacak. ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye, erkeğin ve kadının hikayesi, bu devlerin hikayesi olacak. bu görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi. bak, gözlerime bak onlar zorunluluğun resmidir. burdakilerin geleceğinin resmi. dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm. yani kocamı, ben bir tek onunla yalnız olabilirim, ona karşı açık olabilirim, alabildiğine açık sadece onun için. bütün olarak içime alabiliyordum onu, onu paylaşılan saadetin labirentiyle sarmalayabilirdum. biliyorum o sensin...
Gerçeküstü unsurlar barındıran filmler nedense çok çekmez, film içinde kopup gittiğim bolca olur lakin orcinal adıyla, Der Himmel über Berlin, ne hikmetse Arzunun Kanatlarıyla ülkemide vizyona giren, pek sevdiğim yönetmen Wim Wenders'in şahane filmlerinden. Benim için Paris,Texas en şahanesidir filmlerinin, en sevdiklerim arasında da kafaya oynar her türlü...
Filme gelecek olursak başrolde Bruno Ganz yine çok başarılı, Berlin şehri üzerinde insanları seyreden herşeye şahit olan ama müdahale edemeyen ölümsüz bir melek rolünde. Hatta bir çamaşırhanede bezgin bir şekilde bekleyen Türk teyzenin şimdi eve gidicem, çocuklara bakıcam, yemek yapıcam tarı serzenişleri duyulur...
Karakterinde melankoli ve yalnılık fazlaca hissedilir, kendi varlığını sorgulamaya başladığı sırada varlığı sona ermek üzere olan bir sirkte çalışan şahane trapezci kızın yaşamına girmesiyle olaylar gelişir, değişir, abimiz ölümsüz olmaktan bile vazgeçer aşkı uğruna, ete kemiğe bürünmek ister. Gerçekleştiğinde de ondan mutlusu yoktur zaten, çocuklar gibi hoplaya zıplaya aşar yolları, sıcak kahveden bir yudum alır, Türk mahallesine de düşer yolu arka fonda Zülfü Livaneli'nin Karlı Kayın Ormanı hemen dikkati çeker ve Türk dükkanları da cabası.
Yeryüzünde gezen meleklerin öyküsü, şiirsel dili, sesleri, görüntüleri, Bruno abi ve Colombo ile tanıdığımı Peter Falk'un kendisini oynadığı güzel rolleriyle, Nick Cave fenomeninin müzikleri ve salaş görüntüleriyle ve adeta yağan aforizmalarıyla farklı, edinilesi Wenders yapımı...
Hollywood boş durmayıp bu filmi de tekrar çevrimini yapıp Melekler Şehri adıyla,herşeyiyle mundar etmişti, sağolsunlar hazıra konmaya bayılıyor abiler...
Çok Yalnızdım,ama hiç tek başıma yaşamadım...
-bir kez olsun ciddi olmalı. çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım. biriyle olduğumda genelde memnundum ama bunu hep bir tesadüf sandım, bu insanlar benim ailemdi ama başkaları da olabilirdi. neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil? taksi şöforünün kızı benim arkadaşımdı ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim öyle değil mi? bir erkekle birlikteydim hatta aşıktım ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçabilirdim.
bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme. hayır bana elini verme, bakışlarını uzaklaştır. sanırım bugün yeni ay var, gece pek sakin değil ama şehirde hiç kan akmayacak. ben hiç kimseyle oynamadım, buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle demedim; işte şimdi ciddi. nihayet ciddileşiyor.
böylece yaşlandım işte. yalnız ve ciddi değildiler, zaten zaman ciddiyetsizdir, hiç yalnız kalmadım, ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. aslında artık yalnız olmak isterdim, çünkü yalnızlık şu demektir; artık bir bütün. artık bunu söyleyebilirim, işte bu gece ben de nihayet yalnızım. tesadüfler artık bitmeli. karar vermenin yeni ayı. yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar vermek diye bir şey var, karar ver. bak bir zamanız şimdi, sadece bütün şehir değil bütün dünya bizim bu önemli kararımıza katılıyor. ikimiz iki kişi olmaktan da öteyiz, bir şeyleri oluşturuyoruz. seninle halkın yerinde oturuyoruz ve bütün meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu. oyunun kurallarını biz belirliyoruz. ama şimdi sıra sende, oyun sende, ya şimdi ya da asla. bana ihtiyacın var, bana ihtiyacın olacak. ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye, erkeğin ve kadının hikayesi, bu devlerin hikayesi olacak. bu görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi. bak, gözlerime bak onlar zorunluluğun resmidir. burdakilerin geleceğinin resmi. dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm. yani kocamı, ben bir tek onunla yalnız olabilirim, ona karşı açık olabilirim, alabildiğine açık sadece onun için. bütün olarak içime alabiliyordum onu, onu paylaşılan saadetin labirentiyle sarmalayabilirdum. biliyorum o sensin...
21 Aralık 2010 Salı
Buena Vista Social Club - Veinte Años
Biraz da müzik diyoruz, hastası olduğumuz Küba'nın güzel insanları Buena Vista Social Club'dan Veinte Anos.
Aynı şarkıyı birçok kişi yorumlamış lakin Buena Vista ve yine Maria Teresa Vera'nın yorumu da acayiptir, tavsiyedir...
seni sevmemin ne önemi var
eğer beni artık sevmiyorsan
geçmişte kalan aşk
hatırlanmasa da olur
hayatının aşkıydım
uzun bir zaman önce
ama artık geçmişinin parçasıyım
ve buna dayanamam
istediğimiz herşeye
ulaşabilseydik eğer
beni aynı şekilde sevseydin
yirmi yıl önce olduğu gibi
içimiz hüzün dolu
aşkın yitişini izliyoruz
ruhumuzun bir yanı
acımasızca parçalanıyor
Aynı şarkıyı birçok kişi yorumlamış lakin Buena Vista ve yine Maria Teresa Vera'nın yorumu da acayiptir, tavsiyedir...
seni sevmemin ne önemi var
eğer beni artık sevmiyorsan
geçmişte kalan aşk
hatırlanmasa da olur
hayatının aşkıydım
uzun bir zaman önce
ama artık geçmişinin parçasıyım
ve buna dayanamam
istediğimiz herşeye
ulaşabilseydik eğer
beni aynı şekilde sevseydin
yirmi yıl önce olduğu gibi
içimiz hüzün dolu
aşkın yitişini izliyoruz
ruhumuzun bir yanı
acımasızca parçalanıyor
20 Aralık 2010 Pazartesi
Bir Fotoğraf
Mutluluğun resmi olarak gazetelerde boy boy çıkabilirdi aslında bu fotoğraf, eğer biraz gol yollarında becerikli olabilseydik, ama canları sağolsun tabeladaki skor ya da sıralamadki durum illaki önemli ama herşey demek değil, olmamalı.
Schuster çapsız medya mensuplarına, cellatlara kurban edilmemeli, en azından birkaç sene üstünde durulmalı, tüm umursamaz, gamsız görüntüsüne rağmen seviyorum bu adamı, gazetecilere verdiği ayarlar, anladıkları dileden konuşması tabi hoşlarına gitmediğinden en ufak falsosunu bekliyorlar. Çok beklerler umarım...
Aslında sadece fotoğrafı koyup bitircektim yahu... Foto için ayrıca afro kartal Arda kardeşime de selam:)
Körlük
Tanrıkent ile kitlelere adını duyuran Fernando Meirelles'in izleyebildiğimiz son filmi Blindness, aynı zamanda Cannes'in açılış filmi olarak kayıtlara geçmişti.
Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun romanından uyarlandı ki Saramago yeterince okuyamasam da es geçilecek adam değil, Bilinmeyen Adanın Öyküsü ile etkilemişti bizi, her kitabını okuyasım var ulan!..
Filmin bir korku-gerilim filmi ya da zombivari film gibi gişeye dönük ucuz hareketlerle yansıtılmasının ardından bazı sinema izleyicisinde hayalkırıklığı yaşatmış ki kitaba da yazara da hakaretten beter.
Her filmde illa bir hata bulayım cin'liğimi göstereyim derdinde olanlar tabiki bazı noktaları kaçırmadılar ama bu filmin amacı modern toplum insanının içindeki görürken kör olma durumu, olağanüstü durumlardaki gerçek yüzünü yansıtan iğrenç halleri, acımasızlığı, bireyselliği ve benzeri birçokmevuya parmak basmak.
Oyuncu açısından da şaşaalı süper yıldızlardan ziyade yine parlak ama kaliteli yapımlarda rol alan şahane isimler seçilmiş ki tam isabet. Julianne Moore fevkalade, Mark Ruffalo'yu acayip tutuyorum arkadaş Zodiac'tan beri özellikle, Gael Garcia Bernal şöyle bir manyak rolde görünüyor ve benim en sevdiğim heriflerden Danny Glover yine karizma bir rolde harika ses tonuyla yine mest ediyor.
Görüntülerdeki etkileyicilik açısından da alkışı hak ediyor film, ayrıca yağmurun yağdığı bir sahne var ki şimdiden benim için unutulmaz sahneler arasına girdi, gerçekten tam seyirlik...
İnsanoğlunun gerçek yüzünü suratımıa çarpması gibi hususlardan ve birçok benzerlikten ötürü Haneke'nin Kurdun Günü'nü hatırlamamak elde değil, onu izlemek uzun planlara sabretmek, hazmetmek daha zor lakin güzel filmler, derdi olan filmler, bize izlemek düşer ey vatandaş.
19 Aralık 2010 Pazar
Soğukta Maça Gitmece
Fotoğrafı görünce ürperme geldi, altına da not düşülmüş, Beşiktaş 8 haftadır maç kazanamıyormuş ama nafile.
Şimdiki gibi Quaresma oynuyor diye ya da cepten foto video çekelim, ulan ne kaynattık diyelim diye gidilmiyordu maçlara haliyle. Tabi bu değişen profilde ne kadar allanıp pullansa da berbat olan futbol kalitemiz ve inatla artan uçuk seviyedeki bilet fiyatları da büyük rol oynadı. Alt-orta sınıfın belki de tek eğlencesi, ritüeli bir babanın oğlunun elinden tutup maça götürme olayı ortadan kaldırıldı.
Velhasıl buz gibi maçta tribündeki az sayıdaki kişiden biri olmak da ayrı bir tad barındırır. Bacakların, kat-kat giyilen çoraplara rağmen ayakların donmuştur, atkı-bere ne varsa sarıp sarmalanır, sırf tezahuratlarda alkış sesi çıksın diye eldiven takmazsın, devre arası tadı pek mühim olmayan çay takviyesi birkaç dakika da olsa idare eder, ikinci yarı başlar ha babam zıplasan da kar etmez ama onun da tadı hakkaten bambaşka. En son bu kadar soğuk maç Kayserideki Erciyes deplasmanıydı benim hatırladığım eski Kayserinin dökük tribünleri eşşek gibi karla kaplıydı, iç organlarımıza sirayet eden bir soğuk vardı ve yine galip gelememiştik. Malum Samsun maçı, şampiyonluğa ve hatta kaybedilen birkaç yılın sebebi, ilerde de çok konuşulacak maçta bulundum o günü hala unutamam polisle çıkan mevzular, hakemin ağının içine atılan kar topları, milletin localara dahi hücum etmesi, bir polisin jopunu alıp atan yakın arkadaşım ve daha nicesi... ve bolca Ankara ayazı tabiki, Letchkov'un harika futbolu ve golüyle hatırladığım Gençler maçı, dondum lan yazarken...
Karda top oynamak da ölmeden yapılması farz hareketlerin başında gelir, sabah okula gitmeden kalkılıp camdan dışarı bakılır, haber bültenleri açılıp dua edilir tatil olsun diye, spikerden "ilk ve orta dereceli" sözü daha duyulur durulmaz havalara uçarken bir yandan arkadaşlar aranıp müjdeli haberi veren ilk kişi olma hevesi illaki vardır. Ekip toplanır, kaleci olmaktan nefret eden adam dahi kalaye geçmek için fırsat kollar, karda kendini sağa sola atar durur güzelce, bolca milletin ayağına kayılır, üst baş perişan, salya sümük içinde eve gidilir, anneden azar işitildikten sonra ıslak çorapları kurutma işlemine geçilir evin her yanına asılır bunlar pis pis, çok güzeldi be abi:)
18 Aralık 2010 Cumartesi
Yeraltından Notlar Sinemada
" Dostoyevski, Nietzsche`ye ilham kaynağı olmuş akıl dışı bir adamdır. Ona göre, iki kere iki beş eder. Eğer iki kere iki dört ediyorsa zaten insanlık için konuşmaya değer hiçbir şey yoktur." Z.D.
"bilincin her türlüsü acı verir, her türlüsü"
Dostoyevski denince nedense ilk bu kitap aklıma gelir, dandik bir baskısını bulup almıştım, açılış cümlesi zaten ilerde olacakların vuruculuğun işaretidir; "ben hasta bir adamım... içi hınçla dolu, gösterişsiz bir adamım ben." Kahramanı herzamanki gibi ne iyi ne kötü, hertürlü çelişkiyi içinde barındıran, aynı zamanda iyi olmayı düşünürken bir yandan aşağılık şeyler de düşünebilen en nihayetinde insana dair ne varsa tüm gerçekliğiyle barındıran, bırakmıyorlar..iyi...iyi olamıyorum.." diyen çarpıcı bir karakterdi.
Cemal Süreya buyurmuş ya bir gün Dostoyevski okudum, o gün bu gündür huzurum yok diye, tamı tamına cuk oturmuş, anlatmaya çalıştığım birçok şeyi anlatan bir cümle.
Kıskanmak bazı senaryo boşlukları gibi nedenlerle birşeyler eksik tadı bırakmıştı Zeki Demirkubuz'un roman uyarlaması olarak, sırada onun dilinden ve elinden düşürmediğini bildiğimiz, hapishanede tanıştığı Dostoyevski'nin bu eseri varmış bakalım, edebiyat ve özellikle referans olarak Demirkubuz'un temel söylemlerini oluşturuyor, senaryo falan herşey tamam ve Ocak ayında Ankara'da motor diyerekten harekete geçiliyormuş, her projesi gibi heyecanla bekliyoruz artık...
"bilincin her türlüsü acı verir, her türlüsü"
Dostoyevski denince nedense ilk bu kitap aklıma gelir, dandik bir baskısını bulup almıştım, açılış cümlesi zaten ilerde olacakların vuruculuğun işaretidir; "ben hasta bir adamım... içi hınçla dolu, gösterişsiz bir adamım ben." Kahramanı herzamanki gibi ne iyi ne kötü, hertürlü çelişkiyi içinde barındıran, aynı zamanda iyi olmayı düşünürken bir yandan aşağılık şeyler de düşünebilen en nihayetinde insana dair ne varsa tüm gerçekliğiyle barındıran, bırakmıyorlar..iyi...iyi olamıyorum.." diyen çarpıcı bir karakterdi.
Cemal Süreya buyurmuş ya bir gün Dostoyevski okudum, o gün bu gündür huzurum yok diye, tamı tamına cuk oturmuş, anlatmaya çalıştığım birçok şeyi anlatan bir cümle.
Kıskanmak bazı senaryo boşlukları gibi nedenlerle birşeyler eksik tadı bırakmıştı Zeki Demirkubuz'un roman uyarlaması olarak, sırada onun dilinden ve elinden düşürmediğini bildiğimiz, hapishanede tanıştığı Dostoyevski'nin bu eseri varmış bakalım, edebiyat ve özellikle referans olarak Demirkubuz'un temel söylemlerini oluşturuyor, senaryo falan herşey tamam ve Ocak ayında Ankara'da motor diyerekten harekete geçiliyormuş, her projesi gibi heyecanla bekliyoruz artık...
17 Aralık 2010 Cuma
Motivasyon ve Şevket Amca
Motivasyona dair işler epey değişti, her zaman vardı ama işin içine daha çok haklı olarak psikoloji, çevresel faktörler, sözüm ona profesyonellik falan girdi.
Anektodun sahibi artık nedense çok antipatik gelen, hep PSG maçında yağmurlu havada gol atıp, bağırarak kapalının önüne kadar koşup yığılan Oktay olarak aklımda, belki de hep öyle görmek istediğimden... O maçta giydiğimiz beyaz ağırlıklı adidas forma da hep içimde uktedir, elimde yoktur, lanet olsundur.
Belçika maçına attığı gol ile daha çok hatırlanacak ama bizler gibi onun da hala inandığını sanmıyorum yaptığı şeye...
Şevket Belgin de o zamanlar Seba kadar önemli bir unsurdu, yöneticilerin amca, başkanların baba olduğu yıllar...
"Özellikle derbiler öncesi maça hazırlanırken, kulüp yöneticiler antrenman sahasına gelirdi. Hemen hemen her gün, her antrenmanda peş peşe mutlaka yöneticiler gelir ve bizleri motive etmeye çalışırlardı, bu durum bazı oyuncularda strese neden olurdu ama ben stres olmazdım. Beşiktaş’ta oynarken bir Fenerbahçe derbisi öncesi rahmetli Şevket Belgin antrenmana geldi ve bizi etrafına toplayarak, “çocuklar Fenerbahçe’yi yenin size çok büyük prim vereceğim” dedi...
Biz arkadaşlarla aramızda konuştuk; “lan acaba Şevket amca ne verecek, mirasını mı verecek bize” diye merak ettik. Neyse maça çıktık, Fenerbahçe’yi yendik, maç sonrası Şevket amca soyunma odasına geldi, biz de merak ediyoruz “acaba o bahsettiği büyük prim ne” diye, neyse Şevket amca elini cebine attı, 15-20 tane Cumhuriyet altını çıkardı, her birimize birer tane Cumhuriyet altını verdi, biz şaşırdık tabi, “bu mu büyük prim” diye, sonra “şampiyon olun birer Cumhuriyet altını daha dağıtacağım” dedi. Şampiyon olduk birer altın daha verdi."
14 Aralık 2010 Salı
Cahide Sonku, Selim İleri ve Sinema
Şöhret basamaklarını bir bir tırmanan, sinemamızın ilk kadın yönetmeni,starı, yapım şirketi sahibi olmuş, erkekleri çokça peşinden koşturmuş, her daim gündemden düşmemiş bir fenomen aslında çok konuşulmasa da.
Birçok şöhrete doymuş insan gibi gazete manşetlerinde Cahide Sonku yapayalnız öldü diye not geçildi onun için ne yazıkk ki, zamanının ağdalı filmlerinin aksine mutlu son ile noktalanmadı hayat...
“Beyoğlu’nun arka sokaklarında gördüm Cahide’yi. Yüzünün çizgileri hala incecik ama teni paralanmışçasına… Sağ elinde mavi ispirto şişesi vardı. Sol eliyle de dudakları arasında bekçi düdüğünü tutuyordu. Uzun uzadıya çaldı o düdüğü…”
Sinema beni hep korkuttu. Hep dedim ama, baştan değil, sonraları. Başlangıçta sadece büyülenmiştim. Sonra, çok sonra, insanların orada, film şeridinde, tek tek karelerde, sonra beyazperdede, sonra ekranda, çekim günündeki gibi kaldıklarını fark ettim. Hep öyle. Fotoğraftan daha korkunç. Fotoğraf hareket etmiyor, konuşamıyor. Fotoğraf duruk.
Yukarıdaki fotoğraf değil, bir film karesi. Yaşarken ve yaşayarak intihar etmeyi seçmiş Cahide Sonku orada, film karesinde inanılmaz güzelliği ve gençliğiyle beliriyor. Mektup yazıyor. Önündeki kağıda yazmaya devam edecek, sahne sürdükçe yazmaya devam edecek.
Ya sonradan gördüğüm, yıpranmış, bilerek her şeyini yitirmeyi göze almış kadın? Cahide Sonku'yum ben demişti, telefon başında, Beyoğlu'nda bir eczanede, kumbaralı telefonun başında, Cahide Sonku'yum. Bir iki yıl sonra noktaladı. Başımı kaldırıp bakmıştım ve oydu. Bir iki yıl sonra ölüm haberini okudum.
Oysa, görüyorsunuz, mektup yazıyor, dalgın, onu seyrettiğimizin bilincinde ama, seyredilmiyormuş gibi yapıyor. Yazı masası başında. Bütün gençliğiyle, bütün güzelliğiyle. Orada hep öyle kalacak...
selim ileri
Birçok şöhrete doymuş insan gibi gazete manşetlerinde Cahide Sonku yapayalnız öldü diye not geçildi onun için ne yazıkk ki, zamanının ağdalı filmlerinin aksine mutlu son ile noktalanmadı hayat...
“Beyoğlu’nun arka sokaklarında gördüm Cahide’yi. Yüzünün çizgileri hala incecik ama teni paralanmışçasına… Sağ elinde mavi ispirto şişesi vardı. Sol eliyle de dudakları arasında bekçi düdüğünü tutuyordu. Uzun uzadıya çaldı o düdüğü…”
Sinema beni hep korkuttu. Hep dedim ama, baştan değil, sonraları. Başlangıçta sadece büyülenmiştim. Sonra, çok sonra, insanların orada, film şeridinde, tek tek karelerde, sonra beyazperdede, sonra ekranda, çekim günündeki gibi kaldıklarını fark ettim. Hep öyle. Fotoğraftan daha korkunç. Fotoğraf hareket etmiyor, konuşamıyor. Fotoğraf duruk.
Yukarıdaki fotoğraf değil, bir film karesi. Yaşarken ve yaşayarak intihar etmeyi seçmiş Cahide Sonku orada, film karesinde inanılmaz güzelliği ve gençliğiyle beliriyor. Mektup yazıyor. Önündeki kağıda yazmaya devam edecek, sahne sürdükçe yazmaya devam edecek.
Ya sonradan gördüğüm, yıpranmış, bilerek her şeyini yitirmeyi göze almış kadın? Cahide Sonku'yum ben demişti, telefon başında, Beyoğlu'nda bir eczanede, kumbaralı telefonun başında, Cahide Sonku'yum. Bir iki yıl sonra noktaladı. Başımı kaldırıp bakmıştım ve oydu. Bir iki yıl sonra ölüm haberini okudum.
Oysa, görüyorsunuz, mektup yazıyor, dalgın, onu seyrettiğimizin bilincinde ama, seyredilmiyormuş gibi yapıyor. Yazı masası başında. Bütün gençliğiyle, bütün güzelliğiyle. Orada hep öyle kalacak...
selim ileri
13 Aralık 2010 Pazartesi
The Clash - Garageland
Zenginlerin ne halt ettiğini bilmek istemem /
Gitmek istemem onların gittiği yere /
Çok zeki olduklarını sanıyorlar ve de çok haklı /
Oysa hakikati bilen yalnız sokak çocukları.
–Strummer/Jones, The Clash
Gitmek istemem onların gittiği yere /
Çok zeki olduklarını sanıyorlar ve de çok haklı /
Oysa hakikati bilen yalnız sokak çocukları.
–Strummer/Jones, The Clash
12 Aralık 2010 Pazar
Emrah Serbes
"kendimizi özgür zannediyoruz oysaki sadece ipimizi biraz uzun bırakmışlar."
İyi bir Beşiktaşlı ve aynı zamanda gençler alkara tayfasındanmış yanılmıyorsam ki aşağıdaki pankartı halkıntakımı ekibiyle açtıklarında polisin yazar diye parmağını kırmaya çalıştığını, gerekirse 9 parmakla da yazabileceğini güzel bir dille anlatmıştı. Polisiyedir hayata dair mevzulardır kıldır yündür ne yazsa okutan cinsten bir insan evladı.
Bir ankara polisiyesi behzat ç adlı komiser de Emrah Serbes'in "her temas iz bırakır" ve "son hafriyat" adlı romanlarının baş kahramanıdır, ilgilenenlere duyrula...
sen gittin ve herkes ölmeye başladı..
önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
31 mart 1998–
İyi bir Beşiktaşlı ve aynı zamanda gençler alkara tayfasındanmış yanılmıyorsam ki aşağıdaki pankartı halkıntakımı ekibiyle açtıklarında polisin yazar diye parmağını kırmaya çalıştığını, gerekirse 9 parmakla da yazabileceğini güzel bir dille anlatmıştı. Polisiyedir hayata dair mevzulardır kıldır yündür ne yazsa okutan cinsten bir insan evladı.
Bir ankara polisiyesi behzat ç adlı komiser de Emrah Serbes'in "her temas iz bırakır" ve "son hafriyat" adlı romanlarının baş kahramanıdır, ilgilenenlere duyrula...
sen gittin ve herkes ölmeye başladı..
önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.
sen gittin ve herkes ölmeye başladı
31 mart 1998–
10 Aralık 2010 Cuma
“Beşiktaş yeryüzünün en gerçeküstü takımıdır”
“Beşiktaş yeryüzünün en gerçeküstü takımıdır” Zeki Demirkubuz
- İlkokuldan beri Beşiktaşlıyım. Şampiyon olduğumuzda Denizli Atatürk Stadı’ndaydım. Tribünde bir genç dikkatimi çekti. Toraman golü atınca gözleri dolarak tişörtünü çıkarıp bayrak gibi kaldırdı. “Din iman, Beşiktaş ulan” yazıyordu üstünde. Denizli’den dönerken uçak inişe geçtiğinde Beşiktaşlılar üçlü çekiyordu. Beşiktaş bu zor ve kıyıcı ülkede hayata tutunma, onu anlamlandırma sanatıdır.
-Hiçbir Beşiktaşlı takımın şampiyon olacağını tahmin edemez. Beşiktaş yeryüzünün en gerçeküstü takımıdır. Karakterdir, akıl dışıdır, ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Her sezon her şey olabilir. Şampiyon da olabiliriz, bu şampiyonluk burnumuzdan da gelebilir...
- İlkokuldan beri Beşiktaşlıyım. Şampiyon olduğumuzda Denizli Atatürk Stadı’ndaydım. Tribünde bir genç dikkatimi çekti. Toraman golü atınca gözleri dolarak tişörtünü çıkarıp bayrak gibi kaldırdı. “Din iman, Beşiktaş ulan” yazıyordu üstünde. Denizli’den dönerken uçak inişe geçtiğinde Beşiktaşlılar üçlü çekiyordu. Beşiktaş bu zor ve kıyıcı ülkede hayata tutunma, onu anlamlandırma sanatıdır.
-Hiçbir Beşiktaşlı takımın şampiyon olacağını tahmin edemez. Beşiktaş yeryüzünün en gerçeküstü takımıdır. Karakterdir, akıl dışıdır, ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Her sezon her şey olabilir. Şampiyon da olabiliriz, bu şampiyonluk burnumuzdan da gelebilir...
7 Aralık 2010 Salı
Her Akşam Sarhoş
Dario Moreno'nun pek içten söyleyip kendinden geçtiği güzide eser, "Pazar Bir Ticaret Masalı" filmi ile tekrar damarımıza zerk edilmişti. Dinleyip de, coşmayanı ve içmeyeni en azından hırpalamak lazım derim ...
Ha bu arada filmi de izleyelim izlettirelim Tayanç Ayaydın ve Genco Erkal başta olmak üzere harika oyunculuklar, müzikler ve güzel bir hikaye, gerçekler...
2008 Altın Portakal ödüllerinde baya ödül kaldırıp dikkatleri üerine çekmişti ki yönetmeninin Ben Hopkins olması, nasıl yaa dedirtir. Bildiğin bizi anlattan Türk filmi lan bu desek de adam baya bir benimsemiş biim kültürü, çok da güzel bir film çekmiş, sağolsun...
sarhosum aaaah
dusunmekten
oldum ben aaaah
hep sevmekten
her aksam
votka, raki ve sarap
ictikce delirir insan olur harap
kurtar beni bundan ne olursun ya rab
bitsin artik bu korkunc serap serap
her aksam
votka, raki ve sarap
ictikce delirir insan olur harap
kurtar beni bundan ne olursun ya rab
bitsin korkunc serap
bittim ben aaah
dusunmekten
yoruldum aaah
hep sevmekten
her aksam
votka, raki ve sarap
ictikce delirir insan olur harap
kurtar beni bundan ne olursun ya rab
bitsin artik bu korkunc serap serap
her aksam
votka, raki ve sarap
ictikce delirir insan olur harap
kurtar beni bundan ne olursun ya rab
bitsin korkunc serap
Spaced
99 itibariyle birçoklarının hayatına girip sadece 2 sezon(14bölüm) sürerek tadı damaklarda bile kalmayan, her daim özleten fevkaladenin fevki diye nitelendirebilceğimiz manyak İngiliz dizi şeysi.
İngiliz aksanı, kültürü ve mizahını benim gibi seven ve hala izlemeyenler hiç vakit kaybetmeden indirip defalarca izleyerekten, salya akıta akıta gülebilirler rahatlıkla.
Sevilesi yaratık Simon Pegg'in ekürisi Nick Frost ve yönetmen Edgar Wright'ın kotardığı mükemmel geyik dizinin ardından aynı ekibin Shaun of the Dead ve Hot Fuzz filmleri de peşpeşe izlenip karın kasları itinayla çalıştırılıp komaya girilebilir, tavsiyedir...
Sevgiliden yenen tekme ardından ev arayışları ve ortakça girişilen ev muhabbeti sonrası olaylar gelişir. Birbirinden enteresan apartman sakinleri, çizgiroman tadında yaşanan hadiseler, bolca alkol ve ot kokusu, onlarca filme delice yapılan göndermeler ve ne güzel şeysin lan sen dedirterek biten vazgeçilmezler arasında yer alan efsane tv dizisi.
5 Aralık 2010 Pazar
Yiğidin Kamçısı!..
Flaş Flaş Flaş haber olmasa da bataklığa yürüyoruz emin adımlarla, süfer yıldızlarımız ve büyük başkanımızla!
Beşiktaş Kulübü'nün toplam borcunun 320 milyon 374 bin 735 liraya yükseldiği açıklandı.
yönetim kuruluna olan borçların geçen döneme oranla yüzde 73, diğer borçların ise yüzde 60 arttığını ifade edildi...
Yukarıdaki iki cümle zaten çıkmazda olunduğunun, kulübün boka battığının resmidir.
Yok efendim büyük kulübün büyük borcu olurmuş falan fıstık diyen aklıevveller de var ki bunların bir level ötesi de hala başkan aslında beceriksiz ama büyük beşiktaşlı falan diyen zavallılar.
Bjk travel kurulup Alaattin Çakıcı kaçırıldı malum menejer kılıklı panda tarafından, onlarca oyuncu, teknik adamlar alınıp yollandı yok pahasına, amatör şubeler hala rezil durumda, mehmet topuz olayında devreye giren ülkücü şahsiyetler, mafya bağlantıları falan zaten artık alacak mide kalmadı, hala halkın takımı falan inanan kaldıysa buyursun inansın lakin bu takım artık ellerimizden kayıp gitmiş bizler de izlemişizdir olay bu...
Denizli maçında zaten bu kulüp de tribünde bitmiştir. Kendi taraftarını dakikalarca dövdürdü bu herif ve kimse gıkını çıkartmadı, aksine vefasızlık yapma, çıldırt bizi başkan tarzında pankartlar açtı indirilecek biletler ve 3-5 otobüs adına...
Olan bu pisliği halı altına süpürme adına alınan quaresma ve guti gibi adamlara olacak dicem ama birşey olacağı yok. Demirören şahsına borç 100milyon olmuş üstüne bir de Adalı çıkmış, başkan adayı çıkmaz tabi bu şartlarda. Kendine mahkum etti bakalım eğer giderse, gittiğinde nasıl bir enkaz bırakacak.
Tabata'ya 8 milyon verip stadın ismini 2milyona satan pazarlama dehası yönetimin bakalım daha ne icraatları gelecek göreceğiz, ama çocuklara yalan söylemeyelim güzel, güneşli günler çok geride kaldı...
4 Aralık 2010 Cumartesi
Uyy anam!..
Eskilerin manşetleri akıllara ziyan oluyor ki çoğunda hakarete varan bir genişlik görüyoruz özellikle derbi sonraları, eşekler adam olur şu takım olmaz babında atılan başlıklar.
Ama acayip eğlenceli olanları da hayli çok, bu da onlardan biri, bir o kadar da futbolumuzun o dönemki haline dair acı bir gerçek.
Lider Sarıyer, nam-ı diğer beyaz martılar, Trabzonspor hazırlıkları sonrası birbirlerini hortumla yıkarken...
3 Aralık 2010 Cuma
Arkadaşım Şeytan
88 yapımı, Türk sinemasının yüzakı filmlerinden, bir Atıf Yılmaz filmi demek bilke benim için yeterliyken bu film ilaç oldu desem yeri.
Senaryoda birçok başarılı işin mimarı Ümit Ünal ismi de çok önem arz eder, başrollerde sinemada ilk kez rol kapan Mazhar Alanson ve Mfö'den Özkan ile hiç sevmesem de bu filmde sade ve gösterişsiz oyunuyla şeytan rolüne baya yakışan Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Tarık Pabuççuoğlu, Deniz Türkali gibi değerli isimler görünürler.
Sinemamızda fantastik ögelere yer verip başarılı olan nadir filmlerden, bir o kadar da gerçekçi.
Hollywwood yapımı çerez filmlerdeki bir iki göndermeyi, sistem eleştirisini göklere çıkaran bizler için bu filmin kutsal film falan olması gerek ki modern toplumun şeytana pabucunu ters giydiren halleri, ruh yoksunluğu, paranın ve insanları kukla gibi yöneten reklam sektörüne, çok uluslu şirketlere, şöhret olma derdindeki acınası insanlara ve birçok şeye parmak basar hatta parmağını sokar bu film.
Mfö'nün yaptığı müzikleriyle, mizah anlayışıyla, özgünlüğüyle ve bir Faust parodisi olarak sinemamızda tek olsa gerek, meraklıları için dvdsi raflarda üstelik 3-5 liralık ücretiyle, duydum ki almayanı hortumla dövüyorlarmış.
2 Aralık 2010 Perşembe
Kertenkele Kral
"..uçak kazasında ölmek herhalde en iyisi. uykuda, yaşlılıktan veya aşırı dozdan ölmek istemiyorum. olayı yaşamak, tatmak, koklamak istiyorum. yalnızca bir kere ölüyorsun ve ben de bu fırsatı kaçırmak istemem."
Dilediği gibi hayata veda edemeyen, o dönemin birçok starı gibi kimyasallara yenik düşmüş efsane kişilik. Otoriyeyle her daim sorunlu, zeka olarak hayvani bulunan ama seçimlerini sistemden yana kullanmayan, yılanla, kertenkeleyle haşır-neşir, şair, santçı ruhlu adam Jim başkan. Hala bilboardlarda, reklam ürünlerinde, duvarlarda hatta bazı tribünlerde bile Morrison'un meşhur pozuyla birlikte yer aldığını düşünürsek, 27 yaşında ölen bir adam için hızlı yaşa genç öl klişe deyiminin vücut bulduğu insan desek yeridir...
"Diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim. Hepsi bu: Sadece merak."
Jimmy henüz dört yaşındayken, kendi tanımıyla 'hayatının en önemli anını' yaşamıştı bile. Santa Fe yolu üzerinde ailesiyle seyahat ederken ters dönmüş bir kamyona ve kamyondan asfalta saçılmış yaralı Pueblo Kızılderililerine rastlarlar. Babası arabadan inip orada olayı izleyenlerden birini ambulans çağırmaya gönderir. Jimmy ise arabanın penceresinden, ağlayarak bu kaotik sahneyi, son nefeslerini veren, can çekişen yaralıları izlemektedir. Babası arabaya geri döner ve yollarına devam ederler. Annesi, kendinden geçmiş bir halde ağlayan, "yardım etmek istiyorum, n'olur yardım edelim" diye yalvaran Jimmy'yi yatıştırmaya çalışırken babası da "dert etme Jimmy yalnızca kötü bir rüyaydı, hepsi geçti" der. Yıllar sonra Jimmy arkadaşlarına, o anda ölen bir Kızılderilinin ruhunun nasıl onun bedenine geçtiğini anlatacaktı.
'Kızılderililer saçılmış kanlı günbatımının yoluna hayaletler doluşur küçük çocuğun kırılgan, narin zihnine.'
Coppola amcanın Marlon Brando'lu şahane eseri Apocalypse Now'un görülebilecek en güzel açılış sahnelerinden birine de eşlik eden The Doors - The End ile kapatalım
Dilediği gibi hayata veda edemeyen, o dönemin birçok starı gibi kimyasallara yenik düşmüş efsane kişilik. Otoriyeyle her daim sorunlu, zeka olarak hayvani bulunan ama seçimlerini sistemden yana kullanmayan, yılanla, kertenkeleyle haşır-neşir, şair, santçı ruhlu adam Jim başkan. Hala bilboardlarda, reklam ürünlerinde, duvarlarda hatta bazı tribünlerde bile Morrison'un meşhur pozuyla birlikte yer aldığını düşünürsek, 27 yaşında ölen bir adam için hızlı yaşa genç öl klişe deyiminin vücut bulduğu insan desek yeridir...
"Diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim. Hepsi bu: Sadece merak."
Jimmy henüz dört yaşındayken, kendi tanımıyla 'hayatının en önemli anını' yaşamıştı bile. Santa Fe yolu üzerinde ailesiyle seyahat ederken ters dönmüş bir kamyona ve kamyondan asfalta saçılmış yaralı Pueblo Kızılderililerine rastlarlar. Babası arabadan inip orada olayı izleyenlerden birini ambulans çağırmaya gönderir. Jimmy ise arabanın penceresinden, ağlayarak bu kaotik sahneyi, son nefeslerini veren, can çekişen yaralıları izlemektedir. Babası arabaya geri döner ve yollarına devam ederler. Annesi, kendinden geçmiş bir halde ağlayan, "yardım etmek istiyorum, n'olur yardım edelim" diye yalvaran Jimmy'yi yatıştırmaya çalışırken babası da "dert etme Jimmy yalnızca kötü bir rüyaydı, hepsi geçti" der. Yıllar sonra Jimmy arkadaşlarına, o anda ölen bir Kızılderilinin ruhunun nasıl onun bedenine geçtiğini anlatacaktı.
'Kızılderililer saçılmış kanlı günbatımının yoluna hayaletler doluşur küçük çocuğun kırılgan, narin zihnine.'
Coppola amcanın Marlon Brando'lu şahane eseri Apocalypse Now'un görülebilecek en güzel açılış sahnelerinden birine de eşlik eden The Doors - The End ile kapatalım
1 Aralık 2010 Çarşamba
Aman Tercüman Canım Tercüman
El Classico bitti lakin etkileri halen bünyede, yolda, sağda solda herkes barça diyor başka birşey demiyor. Hakkaten böyle eziyet yapılmaz sözde ezeli rakibine arkadaş.
Ronaldo ile başlayan çirkeflikler silsilesi hatta Xabi Alonso'nun bile artık sahadan ümidi kesip abuk subuk sertlikler yapması, baş döndüren pas trafiği, nakavt misali ara paslar, leblebi gibi atılan goller ardından Mourinho'nun da gardı düştü. Tercümansın, tercüman kalacaksın türünden kafaya alınması da işin güldüren tarafı tabi mizahi yanı, haklı olarak barçalılar geçiyorlar dalgalarını.
Artık Messi mi Ronaldo mu türünden saçma bir kıyaslama falan yapılmaz umarım ki Barcelona ise mevzubahis tek tek futbolcu değerlendirmesi saçmadır, adamlar bir bütün, takım nedir sorusunun cevabı adeta, manyaksınız lan siz...
Mourinho an itibariyle dünyanın en iyi antrenörü belki ama Barcelona acısı olacak her daim o kesin. Robson ile başlayan Barça günleri pek iyi sonlanmamış, ardından Chelsea başındayken yaşadıkları tuz biber olmuştu, bakalım Barnebeu tarafında ikinci yarı neler yaşanacak ki Madrid uzun yıllardır en formda, en başarılı günlerini yaşayıp bir nebze umutlanmışken 5 yemesi ızdıraptan beter.
Mourinho'yu hiç sevmem aslında ama yaptıkları sonrası saygı duyuyorum en azından, Patrick Barclay'ın Chelsea'ye kadarki macerası ve İngiltere günleriyle noktalanan 'Bir Başarının Anatomisi' kitabı ardından bu duygu perçinlendi desem yeridir. Gereksiz bazı tavırları, psikolojik oyunları, meşhur sus işareti gibi kıllıkları yanında karizması, paltosu, beden eğitimi öğretmenliğinden dünyanın en iyisi olmasına kadarki azmi, başarısı, futbolcularla olan mükemmel ilişkisi ki maç sonu futbolcusunun sırtına atlayan, şakalaşan, sarılıp ağlayan başka bir teknik adam bilmiyorum, birçok iyi yönü de mevcut bu adamın kitap aslında tarafsız ve başarılı. Yazar daha kitabın başında o zamanki basın açıklamaları ve antipatik imajı yüzünden çok farklı bir Mourinho beklediğini belirtiyor ve kime sorsam çok iyi bir adam cevabını aldığını, bu adamın hakkaten ya çok iyi ya da düşmanlarını öldürttüğünü düşündüğünü söyleyerek güldürüyor, ayrıca Robson ve birçoklarından Mourinho'nun sağlam sinemasever olduğunu öğreniyoruz, tavsiyedir velhasıl, lafı uzatıp daldan dala atlamayı pek sever olduk.
Barcelonanın kozmik futbolu ardından geçen haftasonu oynanan bayat derbi geliyor akıllara tabi. Neydi lan o maç diye izlediğimiz. Kendini kurtarma peşindeki ürkek antrenörler, yuhlanmadan, ıslıklanmadan evime gideyim diyen şahsi söde profesyoneller, ana avrat sövüp kontra teahurat yaptığını sananlar ki geçen sene bizimkilerin rakibin değerlerine sövmesi kadar iğrençti. Ligin imajı zartı zurtu demezler umarım artık hakkaten ambalajı güzelleştirmeye çalışsan da içi boş arkadaş...
28 Kasım 2010 Pazar
Ah Müjgan Ah
- yaşamak müjgan gibi bir şeydir, ölmek müjgan yok demektir
1970 yapımı Safa Önal senaryosu, Sadri Alışık, Esen Püsküllü, Salih Güney, Mualla Sürer, Sami Hazinses, Nubar Terziyan, Güzin Özipek gibi usta oyuncularla benim gönül listemin en tepesindeki filmlerdendir.
Yok efendim türk filmleri şöyle, türk filmleri böyle diyen fast-food gençliğine vurulan tokattır benim nezdimde, en güzel duyguların adamı, kahkaha ve hüznün adresi Sadri Alışık'ın manav çırağı Hüsnü olarak arz-ı endam ettiği, mahallenin güzel kızı Müjgan'a bağlanıp bizleri yerle yeksan ettiği, sinemamızda kendine has melodramların en güzel örneklerinden, mahalle yaşamına dinamit misali giren para olgusu, sınıfsal ayrılıklar, farklar, zengin-fakir mevzusunun işlenişi, sınıf atlama özlemi başarıyla işlenmiştir. Sadri baba yani Hüsnü'nün ağzından dökülenler, insanların para endeksli istekleri, hayalleri, bolca hayalkırıklığı, boğazı düğümleyen diyaloglar ve daha nicesi...
Sırf aşağıdaki gazino tiradı bile bitirmeye yeter adamı, hey yavrum heeey...
sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum
öptüğünü düşünüyorum dudak yerine parayı
para için açar mı sevişenler arayı
madem para mühimdi al koluna parayı
çantana da koy aldığın o kocayı
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
müjgan: anlamadım??
hüsnü: ne sen o müjgan'sın, ne ben o hüsnü'yüm. onları ebediyen ayırdılar, kopardılar.
müjgan: dur bırakma beni..
hüsnü: o müjgan için, o müjgan'la hüsnü'nün ufacık istekleri, fukara hayalleri için, sen de ağla benim gibi...
-bütün arzumuz, bütün isteğimiz tek bir çatı altında beraber olmaktı.
-ne güzel... tıpkı eski günlerdeki gibi.
-hatırladın demek... o sahil kahvesini, o 50 kuruşluk gazozu, kurduğumuz hayalleri unutmadın demek.
-nasıl unuturum?
-nasıl unutmazsın? sen ki hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna her şeyleri yıkıp gitmiş bir müjgansın..
-hüsnü...
-sen ki ardına bakmamıştın bi defa. sen ki kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme ucmuş müjgansın. nasıl hatırlarsın? seni anlamayan, müjganlığını farkına varmayan o herif kanatlarını kesmeseydi, yine de düşmezdin buralara.
-olanları unutalım artık.
-beni hatırladın nihayet. tanıdın... şimdi öbür tarafı unutursun tabi...
-yeter hüsnü..
-yeter tabii yeter. şaka söylemiştim zaten. bak. şu eve bak. ilk gittiğin, hayran olduğun dilinden düşüremediğin bir ev. o zaman böyle büyük, böyle masraflı bir ev düşünememiştik bile. hayalimizden çok daha zengin bir hakikat bu. şimdi paramız da var. her şeyimiz var. hadi çık.. koş... ara.. bağır... çağır.. hüsnü'ylen müjgan da gelsinler buraya....
-anlamadım.
-ne sen o müjgansın... ne de ben o hüsnüyüm. bizi ebediyen ayırdılar. kopardılar.
-gitme, bırakma beni.
-o müjgan için, o müjganla hüsnünün hayalleri, ümitleri, ufacık fukara istekleri için sen de ağla benim gibi. o müjgan en büyük matemlere layık. ama sen... sen... daha ne istiyorsun benden.
-SON-
1970 yapımı Safa Önal senaryosu, Sadri Alışık, Esen Püsküllü, Salih Güney, Mualla Sürer, Sami Hazinses, Nubar Terziyan, Güzin Özipek gibi usta oyuncularla benim gönül listemin en tepesindeki filmlerdendir.
Yok efendim türk filmleri şöyle, türk filmleri böyle diyen fast-food gençliğine vurulan tokattır benim nezdimde, en güzel duyguların adamı, kahkaha ve hüznün adresi Sadri Alışık'ın manav çırağı Hüsnü olarak arz-ı endam ettiği, mahallenin güzel kızı Müjgan'a bağlanıp bizleri yerle yeksan ettiği, sinemamızda kendine has melodramların en güzel örneklerinden, mahalle yaşamına dinamit misali giren para olgusu, sınıfsal ayrılıklar, farklar, zengin-fakir mevzusunun işlenişi, sınıf atlama özlemi başarıyla işlenmiştir. Sadri baba yani Hüsnü'nün ağzından dökülenler, insanların para endeksli istekleri, hayalleri, bolca hayalkırıklığı, boğazı düğümleyen diyaloglar ve daha nicesi...
Sırf aşağıdaki gazino tiradı bile bitirmeye yeter adamı, hey yavrum heeey...
sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum
öptüğünü düşünüyorum dudak yerine parayı
para için açar mı sevişenler arayı
madem para mühimdi al koluna parayı
çantana da koy aldığın o kocayı
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
müjgan: anlamadım??
hüsnü: ne sen o müjgan'sın, ne ben o hüsnü'yüm. onları ebediyen ayırdılar, kopardılar.
müjgan: dur bırakma beni..
hüsnü: o müjgan için, o müjgan'la hüsnü'nün ufacık istekleri, fukara hayalleri için, sen de ağla benim gibi...
-bütün arzumuz, bütün isteğimiz tek bir çatı altında beraber olmaktı.
-ne güzel... tıpkı eski günlerdeki gibi.
-hatırladın demek... o sahil kahvesini, o 50 kuruşluk gazozu, kurduğumuz hayalleri unutmadın demek.
-nasıl unuturum?
-nasıl unutmazsın? sen ki hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna her şeyleri yıkıp gitmiş bir müjgansın..
-hüsnü...
-sen ki ardına bakmamıştın bi defa. sen ki kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme ucmuş müjgansın. nasıl hatırlarsın? seni anlamayan, müjganlığını farkına varmayan o herif kanatlarını kesmeseydi, yine de düşmezdin buralara.
-olanları unutalım artık.
-beni hatırladın nihayet. tanıdın... şimdi öbür tarafı unutursun tabi...
-yeter hüsnü..
-yeter tabii yeter. şaka söylemiştim zaten. bak. şu eve bak. ilk gittiğin, hayran olduğun dilinden düşüremediğin bir ev. o zaman böyle büyük, böyle masraflı bir ev düşünememiştik bile. hayalimizden çok daha zengin bir hakikat bu. şimdi paramız da var. her şeyimiz var. hadi çık.. koş... ara.. bağır... çağır.. hüsnü'ylen müjgan da gelsinler buraya....
-anlamadım.
-ne sen o müjgansın... ne de ben o hüsnüyüm. bizi ebediyen ayırdılar. kopardılar.
-gitme, bırakma beni.
-o müjgan için, o müjganla hüsnünün hayalleri, ümitleri, ufacık fukara istekleri için sen de ağla benim gibi. o müjgan en büyük matemlere layık. ama sen... sen... daha ne istiyorsun benden.
-SON-
27 Kasım 2010 Cumartesi
Gezici Festival Yola Çıkıyor
Koskoca belediyenin burun kıvırıp destek vermediği, inatla ayakta durup sözde başkentte inatla festival programı yapan Gezici Festival yola çıktı çıkacak, tema olarak 12 Eylül'ün 30.yılında darbe seçilmiş özellikle güney amerika topraklarından güzel filmler iletilecek, vizyon öncesi filmler, kısa filmler ve taşrada var bir zaman adı altında Zeki Demirkubuz ve Tanıl Bora gibi konuşmacılar eşliğinde paneller de cabası...
3–9 Aralık 2010, Ankara
10–16 Aralık 2010, Artvin
16–19 Aralık 2010, Ordu
Ankara Sinema Derneği tarafından T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Artvin Belediyesi ve Ordu Valiliği’nin katkılarıyla düzenlenecek olan 16. Gezici Festival, 3-19 Aralık tarihleri arasında sırasıyla Ankara (3-9 Aralık), Artvin (10-16 Aralık) ve Ordu (16-19 Aralık) illerinde konaklayacak. Festival’in bu yılki teması ise “Darbe!”
Uygunadım Hayatlar!
Bu yıl “Darbe!” temasıyla yola çıkacak Gezici Festival’in yeni keşiflere olanak sağlayan yarışmalı bölümü geçen yıl olduğu gibi Artvin’de yapılacak. Peru’dan Macaristan’a, Çin’den Romanya’ya toplam 10 film Altın Boğa Ödülü için yarışacak.
detaylı bilgi için; http://www.gezicifestival.org/
25 Kasım 2010 Perşembe
Beautiful Losers
24 Kasım 2010 Çarşamba
23 Kasım 2010 Salı
Bottle Rocket
Tarzına hastayım abi dedirten Wes Anderson'un aynı isimli kısa filminin ardından ilk uzun metrajı olan komedi-gülmece-rahatlamaca filmi diyebiliriz. Kendini iyi hisset filmi ya da hiçbirşey hissetme lan gevşe filmi de desek yeridir...
Gözlerin alıştığı Wilson biraderlerin üçünün de arz-ı endam ettiği, böyle soygun mu olur lan danalar diye kikir kikir güldüren, aslında pek çok haliyle kült film tanımına uyan tadından yenmeyen bir yapım.
Çetede Wilsonların yanında karizmatik abimiz James Caan ve ismini bilmediğimiz fenomen karakterler de kadroya derinlik katarken, ulan kim kitapçı ya da soğuk hava deposu soyar diye düşündürürler bolca.
Yine Wes abimizin her filmindeki gibi sorunlu-umursamaz ve rahat karakterler, leziz müzikler, absürd hadiseler ve film bitip yazılar akmaya başladığında suratlarda belirin pis bir gülümseme...
21 Kasım 2010 Pazar
Foto
19 Kasım 2010 Cuma
Beirut - Şiki Şiki Baba
Zack Condon ve Beirut hakkında 2007'de birşeyler yazmıştık tam şurada
Özellikle ilk albümleri Gulag Orkestar şimdiden en iyiler arasına girdi bile ki yaptıkları hala en iyi iş olsa gerek...
Atla Gel Şaban ile birlikte kitlelerin afyonu haline gelen 'şiki baba' şarkısını o tarihlerde de icra ediyorlardı, yine canlı güzel bir performans ile tekrar karşımızda,
tadından yenmiyür
Beirut - Siki Siki Baba (Live at Glastonbury, 2007)
17 Kasım 2010 Çarşamba
15 Kasım 2010 Pazartesi
Gençler Maçı Notları
Ankarada uzun zamandır bu kadar keyifli bir maç günü hatırlamıyorum ki kalabalığa, insanların suratlarına, yüzlerine de yansımıştı bu güneşli günün izleri.
Tam maç havası dedirten ve öğlen maçı olması, günü itibariyle şahane zamanlamaydı. Bilet fiyatları bana biraz fazla gelse de bir şekilde bilet yapıp hiç girmediğim yerlerden stada girip ancak kapalı tribünde yerimi aldım çocukluktan beri ilk defa. O maçta yine Gençler maçıydı ve Feyyaz'ın golüyle maçı almıştık tek hatırladığım.
Kapalı tribünün kenarından atlarken karşımda Zeki Demirkubuz'u görmem, şaşkın bakışlar altında merhabalaşmamız dünün en güzel dakikalarıydı benim için, üşenmemiş deplasman yapmış Zeki abi en arka sırada en köşede bayan arkadaşlarıyla yerini almıştı, selam olsun kendisine.
Maça açıkçası beklenmedik şekilde çok hareketli ve istekli başladık, harika paslaşmalar, özellikle sağ kanattan Hilbert'in bindirmeleri, Quaresma'nın iştahlı futbolu, Guti'nin klişe tabirle akıl dolu pasları falan derken bu pek uzun sürmedi tabi, o araya bir gol sıkıştırabilsek farklı olabilirdi ama rakip ceza sahası önüne kadar çok güzel gelip orda tıkanıyoruz, gol de gecikince direk oyundan düşüyoruz zaten. Bu maç sezonun en kritik maçlarındandı ne olursa olsun 3 puan almak gereken maç olarak önemliydi, Gençlerbirliğinin bu kadar silik bir takım haline gelmesi ise üzücü. Ligin ekonomik olarak belki de tek sorunsuz takımının bu kadar sıradan oyuncularla, vasat bir ekip olması kafa karıştırıyor, sanki cavcav küme düşmek için uğraşıyogibi son yıllardaki teknik adam kovmalar falan da hesaba katıldığında...
Velhasıl Holosko'nun maç boyu saç-baş yoldurması, Quaresma'nın bir türlü istediği topları alamayıp artık kale direklerini tekmeler hale gelmesi, Hurşut'un kendi kendine çırpınışları, Ersan'ın risksiz temiz oyunu, -rakibin de etkisiyle-uzun süredir kalede sorunsuz bir maç, herzamanki dirençli standart futboluyla Ernst, birtürlü beğenilmeyen ama yılmadan driplingleriyle çalışkanlığıyla giderek güzelleşen Hilbert, Bobo'nun maç boyu aranması, bir dakika susmadan harbiden beklediğimden çok iyi tribün ve kötü futbola rağmen çok güzel finişle sonlanan bir maç oldu.
13 Kasım 2010 Cumartesi
Sinemada Uyananların Dergisi
Filmlerle Yaşayanlar, Düşünceler, Hayaller, Anılar başlığı altında kalın kapaklı, 170 sayfalı Altyazı özel 100.Sayısı bayilere düştü, edindik görür görmez.
Gerçekten ilerki yıllarda da bolca açıp açıp tekrar okunası, sinema dolu bir dergi yapmışlar.
Reha Erdem'den Nuri Bilge Ceylan'a, Uğur Yücel'den Adalet Ağaoğlu'na hatta Replikas grubundan dahi harika yazılar mevcut. Hayatında sinemanın önemli yer tuttuğu, güzel sloganıyla 'sinemada uyananların' harika kelimeleriyle ve herzamanki nefis kapak tasarımıyla, okurların samimi görüşleriyle, dergiye şimdiye dek emek verenlerin listelendiği güzel sayfasıyla, ara güler fotoğrafıyla, dikkat çeken resimlerle pek bir güzel efendim.
* Derginin içinden çıkan altyazı kapak serisinin posteri ve karikatür şeklinde 66 filmi bulmaca posteri de sürpriz yumurtası olmuş.
12 Kasım 2010 Cuma
Kartala Mandela'dan Selam
Eskilerden yine bir "Sevgiler" pankartı daha,
Papua Yeni Gine'den sonra aynı etkiyi yapmasa da güzel...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)