4 Aralık 2010 Cumartesi

Uyy anam!..


Eskilerin manşetleri akıllara ziyan oluyor ki çoğunda hakarete varan bir genişlik görüyoruz özellikle derbi sonraları, eşekler adam olur şu takım olmaz babında atılan başlıklar.
Ama acayip eğlenceli olanları da hayli çok, bu da onlardan biri, bir o kadar da futbolumuzun o dönemki haline dair acı bir gerçek.
Lider Sarıyer, nam-ı diğer beyaz martılar, Trabzonspor hazırlıkları sonrası birbirlerini hortumla yıkarken...

3 Aralık 2010 Cuma

Arkadaşım Şeytan

 

88 yapımı, Türk sinemasının yüzakı filmlerinden, bir Atıf Yılmaz filmi demek bilke benim için yeterliyken bu film ilaç oldu desem yeri.
Senaryoda birçok başarılı işin mimarı Ümit Ünal ismi de çok önem arz eder, başrollerde sinemada ilk kez rol kapan Mazhar Alanson ve Mfö'den Özkan ile hiç sevmesem de bu filmde sade ve gösterişsiz oyunuyla şeytan rolüne baya yakışan Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş, Tarık Pabuççuoğlu, Deniz Türkali gibi değerli isimler görünürler.

Sinemamızda fantastik ögelere yer verip başarılı olan nadir filmlerden, bir o kadar da gerçekçi.
Hollywwood yapımı çerez filmlerdeki bir iki göndermeyi, sistem eleştirisini göklere çıkaran bizler için bu filmin kutsal film falan olması gerek ki modern toplumun şeytana pabucunu ters giydiren halleri, ruh yoksunluğu, paranın ve insanları kukla gibi yöneten reklam sektörüne, çok uluslu şirketlere, şöhret olma derdindeki acınası insanlara ve birçok şeye parmak basar hatta parmağını sokar bu film.
Mfö'nün yaptığı müzikleriyle, mizah anlayışıyla, özgünlüğüyle ve bir Faust parodisi olarak sinemamızda tek olsa gerek, meraklıları için dvdsi raflarda üstelik 3-5 liralık ücretiyle, duydum ki almayanı hortumla dövüyorlarmış.

2 Aralık 2010 Perşembe

Kertenkele Kral

 "..uçak kazasında ölmek herhalde en iyisi. uykuda, yaşlılıktan veya aşırı dozdan ölmek istemiyorum. olayı yaşamak, tatmak, koklamak istiyorum. yalnızca bir kere ölüyorsun ve ben de bu fırsatı kaçırmak istemem."


 

Dilediği gibi hayata veda edemeyen, o dönemin birçok starı gibi kimyasallara yenik düşmüş efsane kişilik. Otoriyeyle her daim sorunlu, zeka olarak hayvani bulunan ama seçimlerini sistemden yana kullanmayan, yılanla, kertenkeleyle haşır-neşir, şair, santçı ruhlu adam Jim başkan. Hala bilboardlarda, reklam ürünlerinde, duvarlarda hatta bazı tribünlerde bile Morrison'un meşhur pozuyla birlikte yer aldığını düşünürsek, 27 yaşında ölen bir adam için hızlı yaşa genç öl klişe deyiminin vücut bulduğu insan desek yeridir...
   
"Diyelim ki sadece gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim. Hepsi bu: Sadece merak."

Jimmy henüz dört yaşındayken, kendi tanımıyla 'hayatının en önemli anını' yaşamıştı bile. Santa Fe yolu üzerinde ailesiyle seyahat ederken ters dönmüş bir kamyona ve kamyondan asfalta saçılmış yaralı Pueblo Kızılderililerine rastlarlar. Babası arabadan inip orada olayı izleyenlerden birini ambulans çağırmaya gönderir. Jimmy ise arabanın penceresinden, ağlayarak bu kaotik sahneyi, son nefeslerini veren, can çekişen yaralıları izlemektedir. Babası arabaya geri döner ve yollarına devam ederler. Annesi, kendinden geçmiş bir halde ağlayan, "yardım etmek istiyorum, n'olur yardım edelim" diye yalvaran Jimmy'yi yatıştırmaya çalışırken babası da "dert etme Jimmy yalnızca kötü bir rüyaydı, hepsi geçti" der. Yıllar sonra Jimmy arkadaşlarına, o anda ölen bir Kızılderilinin ruhunun nasıl onun bedenine geçtiğini anlatacaktı.
'Kızılderililer saçılmış kanlı günbatımının yoluna hayaletler doluşur küçük çocuğun kırılgan, narin zihnine.'

Coppola amcanın Marlon Brando'lu şahane eseri Apocalypse Now'un görülebilecek en güzel açılış sahnelerinden birine de eşlik eden The Doors - The End ile kapatalım

1 Aralık 2010 Çarşamba

Aman Tercüman Canım Tercüman


El Classico bitti lakin etkileri halen bünyede, yolda, sağda solda herkes barça diyor başka birşey demiyor. Hakkaten böyle eziyet yapılmaz sözde ezeli rakibine arkadaş.
Ronaldo ile başlayan çirkeflikler silsilesi hatta Xabi Alonso'nun bile artık sahadan ümidi kesip abuk subuk sertlikler yapması, baş döndüren pas trafiği, nakavt misali ara paslar, leblebi gibi atılan goller ardından Mourinho'nun da gardı düştü. Tercümansın, tercüman kalacaksın türünden kafaya alınması da işin güldüren tarafı tabi mizahi yanı, haklı olarak barçalılar geçiyorlar dalgalarını.
Artık Messi mi Ronaldo mu türünden saçma bir kıyaslama falan yapılmaz umarım ki Barcelona ise mevzubahis tek tek futbolcu değerlendirmesi saçmadır, adamlar bir bütün, takım nedir sorusunun cevabı adeta, manyaksınız lan siz...



Mourinho an itibariyle dünyanın en iyi antrenörü belki ama Barcelona acısı olacak her daim o kesin. Robson ile başlayan Barça günleri pek iyi sonlanmamış, ardından Chelsea başındayken yaşadıkları tuz biber olmuştu, bakalım Barnebeu tarafında ikinci yarı neler yaşanacak ki Madrid uzun yıllardır en formda, en başarılı günlerini yaşayıp bir nebze umutlanmışken 5 yemesi ızdıraptan beter.

Mourinho'yu hiç sevmem aslında ama yaptıkları sonrası saygı duyuyorum en azından, Patrick Barclay'ın Chelsea'ye kadarki macerası ve İngiltere günleriyle noktalanan 'Bir Başarının Anatomisi' kitabı ardından bu duygu perçinlendi desem yeridir. Gereksiz bazı tavırları, psikolojik oyunları, meşhur sus işareti gibi kıllıkları yanında karizması, paltosu, beden eğitimi öğretmenliğinden dünyanın en iyisi olmasına kadarki azmi, başarısı, futbolcularla olan mükemmel ilişkisi ki maç sonu futbolcusunun sırtına atlayan, şakalaşan, sarılıp ağlayan başka bir teknik adam bilmiyorum, birçok iyi yönü de mevcut bu adamın kitap aslında tarafsız ve başarılı. Yazar daha kitabın başında o zamanki basın açıklamaları ve antipatik imajı yüzünden çok farklı bir Mourinho beklediğini belirtiyor ve kime sorsam çok iyi bir adam cevabını aldığını, bu adamın hakkaten ya çok iyi ya da düşmanlarını öldürttüğünü düşündüğünü söyleyerek güldürüyor, ayrıca Robson ve birçoklarından Mourinho'nun sağlam sinemasever olduğunu öğreniyoruz, tavsiyedir velhasıl, lafı uzatıp daldan dala atlamayı pek sever olduk.



Barcelonanın kozmik futbolu ardından geçen haftasonu oynanan bayat derbi geliyor akıllara tabi. Neydi lan o maç diye izlediğimiz. Kendini kurtarma peşindeki ürkek antrenörler, yuhlanmadan, ıslıklanmadan evime gideyim diyen şahsi söde profesyoneller, ana avrat sövüp kontra teahurat yaptığını sananlar ki geçen sene bizimkilerin rakibin değerlerine sövmesi kadar iğrençti. Ligin imajı zartı zurtu demezler umarım artık hakkaten ambalajı güzelleştirmeye çalışsan da içi boş arkadaş...

28 Kasım 2010 Pazar

Ah Müjgan Ah

 - yaşamak müjgan gibi bir şeydir, ölmek müjgan yok demektir

 

1970 yapımı Safa Önal senaryosu, Sadri Alışık, Esen Püsküllü, Salih Güney, Mualla Sürer, Sami Hazinses, Nubar Terziyan, Güzin Özipek gibi usta oyuncularla benim gönül listemin en tepesindeki filmlerdendir.
Yok efendim türk filmleri şöyle, türk filmleri böyle diyen fast-food gençliğine vurulan tokattır benim nezdimde, en güzel duyguların adamı, kahkaha ve hüznün adresi Sadri Alışık'ın manav çırağı Hüsnü olarak arz-ı endam ettiği, mahallenin güzel kızı Müjgan'a bağlanıp bizleri yerle yeksan ettiği, sinemamızda kendine has melodramların en güzel örneklerinden, mahalle yaşamına dinamit misali giren para olgusu, sınıfsal ayrılıklar, farklar, zengin-fakir mevzusunun işlenişi, sınıf atlama özlemi başarıyla işlenmiştir. Sadri baba yani Hüsnü'nün ağzından dökülenler, insanların para endeksli istekleri, hayalleri, bolca hayalkırıklığı, boğazı düğümleyen diyaloglar ve daha nicesi...
Sırf aşağıdaki gazino tiradı bile bitirmeye yeter adamı, hey yavrum heeey...


sevgimizin bir tanesiydin müjgan. saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür, elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti. ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü. öyle bir sevdim ki müjgan’ı, dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim, evleniriz gibi geldi bana. evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi. sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. sonrada çarşılara giderdik. eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya

nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın



nikah resimlerimizi de çektirdik. sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık. ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden. meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine. müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar. öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim. müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum. bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler. senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler. zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende. hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum

öptüğünü düşünüyorum dudak yerine parayı
para için açar mı sevişenler arayı
madem para mühimdi al koluna parayı
çantana da koy aldığın o kocayı
 

zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın



müjgan: anlamadım??  
hüsnü: ne sen o müjgan'sın, ne ben o hüsnü'yüm. onları ebediyen ayırdılar, kopardılar.  
müjgan: dur bırakma beni..  
hüsnü: o müjgan için, o müjgan'la hüsnü'nün ufacık istekleri, fukara hayalleri için, sen de ağla benim gibi...



-bütün arzumuz, bütün isteğimiz tek bir çatı altında beraber olmaktı.
-ne güzel... tıpkı eski günlerdeki gibi.
-hatırladın demek... o sahil kahvesini, o 50 kuruşluk gazozu, kurduğumuz hayalleri unutmadın demek.
-nasıl unuturum?
-nasıl unutmazsın? sen ki hususi arabayla atlas yorgan, sırmalı fistan uğruna her şeyleri yıkıp gitmiş bir müjgansın..
-hüsnü...
-sen ki ardına bakmamıştın bi defa. sen ki kağıt paralardan kanat takıp o cehenneme ucmuş müjgansın. nasıl hatırlarsın? seni anlamayan, müjganlığını farkına varmayan o herif kanatlarını kesmeseydi, yine de düşmezdin buralara.
-olanları unutalım artık.
-beni hatırladın nihayet. tanıdın... şimdi öbür tarafı unutursun tabi...
-yeter hüsnü..
-yeter tabii yeter. şaka söylemiştim zaten. bak. şu eve bak. ilk gittiğin, hayran olduğun dilinden düşüremediğin bir ev. o zaman böyle büyük, böyle masraflı bir ev düşünememiştik bile. hayalimizden çok daha zengin bir hakikat bu. şimdi paramız da var. her şeyimiz var. hadi çık.. koş... ara.. bağır... çağır.. hüsnü'ylen müjgan da gelsinler buraya....
-anlamadım.
-ne sen o müjgansın... ne de ben o hüsnüyüm. bizi ebediyen ayırdılar. kopardılar.
-gitme, bırakma beni.
-o müjgan için, o müjganla hüsnünün hayalleri, ümitleri, ufacık fukara istekleri için sen de ağla benim gibi. o müjgan en büyük matemlere layık. ama sen... sen... daha ne istiyorsun benden.

-SON-