9 Ağustos 2008 Cumartesi

Yönetmenlerden Dersler


Alfred Hitchcock:
"Bir sinemacının söyleyeceği hiçbir şey yoktur, göstereceği şeyler vardır."

"Kötü adam ne kadar başarılıysa film de o kadar başarılıdır. Bu en önemli kuraldır."


Martin Scorsese : Eğer film yapmak istiyorsanız, kendinize sormanız gereken ilk soru : "Söyleyecek bir şeyim var mı?"dır.


Takeshi Kitano : Yönetmenlik, fikirleri gerçekleştirmek için uygun bir ortam yaratmak üzere, birbirine eklenen birçok sorunu yönetmektir.

Emir Kusturica : Ama her şeye karar veren kamera olmalıdır.

David Lynch : Bir yönetmen için en önemli şey, çıkış noktası olan fikre sadık kalmaktır.


Jean-Luc Godard : Bir kamera al, bir deneme yap ve bunu birine göster.

Woody Allen : Sadece içgüdüleri izlemek yeterli. Tam da burada, eğer yeteneğiniz varsa her şey çok kolay olacaktır. Yoksa da elden birşey gelmez.

Pedro Almodovar : Nasıl yapacağnızı bilmezseniz de filmerinizi çekin.


Bertrand Blier : Sette her zaman, her şeyi biliyormuş gibi davranın.

Tim Burton : Tek söyleyebileceğim şey şu . "sezgilerinize güvenin ve şans yakalamaya çalışın."

Robert Rodriguez : Eğer yaratıcı ve teknikseniz, sizi durduramazlar.

8 Ağustos 2008 Cuma

08.08.2008

Açılış tarihinde bu kadar 8 olması rastlantı olmasa gerek.
Çin mitolojisinde zenginlik ve bereketin sembolü olan 8 rakamı onlar için büyük ehemmiyet teşkil ediyor ki olimpiyat tarihleri yanında bygün 10 bin çift de evlenmek için epey sıra beklemiş.

Milyarları ekran başına toplayan, açlışlarıyla, 20 küsür daldaki oyunlarla ki Trt birçoğunu bizden esirgeyip kafasına göre program yapmakta, spor tarihinin en görkemli, en şaşaalı organizasyonu start aldı nihayet.
91bin kişi stadyumda biz de ekranb aşında göz kırpmadan şaşkın gözlerle izledik desek yeridir.


Trt ekranlarında canlı olarak muhteşem figürler, Çin tarihinden kesitler eşliğinde olağanüstü görüntülerle izledik, ağzımız açık kaldı açıkçası.
Sanat yönetmenliğini ise Hero/Kahraman, Parlayan Hançerler ve Altın Çiçeğin Laneti filmleriyle özellikle görselliği ve muhteşem renkleriyle hayran bırakan Zhang Yimou'nun yapması ayrı bir güzellik katmış.

43 milyar dolarlık yatırımla hayvani bir rekor kıran, 204 ülkeden 10bin 500 sporcuyla ve olimpiyat meşalesinin taşınmasıyla başlayan Tibet protestolarının gölgesinde, şimdiden konuşulan doping testleriyle bakalım neler göreceğiz...


7 Ağustos 2008 Perşembe

Apocalypse Now


Francis Ford Coppola'nın başyapıtı Apocalypse Now-Redux adıyla uzatılmış 202 dakikalık, 1979'da ilk gösteriminin ardından Cannes'da uzun versiyonuyla izlenen yönetmen kurgusu 8 Ağustos'ta vizyonda...Türkiye'de ilk kez vizyon şansı buluyor.
Bu uzatılmış Redux versiyonu bu sene içinde Saga film tarafından 2 disc olarak Dvd'de de çıkarıldı, gözler bayram etti lakin beyazperdede izlemek çok farklı olacaktır tabi abuk subuk filmlerden bu filmi göstermeye cesaret eden sinema sahipleri izin verebilirse...

Kitleler tarafından daha çok Godfather serisi ile tanınan, The Outsiders ve Rumble Fish gibi ilk dönem filmleriyle, gençlik temalı yapımlarıyla Matt Dillon, Tom Cruise ve yeğeni Nicolas Cage'i sinemaya tanıtan, bunun yanında The Conversation, Dmeentia 13, Dracula gibi farklı tarzda işlerden sonra istemeyerek de olsa Baba serisinin üçüncü filmini çeken ama birçokları için gerçek başyapıtı Apoclaypse Now / Kıyamet olan usta yönetmen, şimdilerin birçok filme yardımcı olan yapımcısı, kızı Sofia Coppola'nın Lost in Translation'da yaptığı gibi şahane filmlere de öncülük eden bir insan.
Geçtiğimiz aylarda Antalya'ya geldiğinde söylediği gibi sinemadan kazandığı paraları diğerleri gibi uçak satın almaktansa uçakla seyehat edip film yapmayı, parayı yine sinemaya yatırmayı seviyor. İtalya'da şarap üretiminde de adı geçen isimlerden.


Apocalypse Now'da Marlon Brando, Martin Sheen, Robert Duvall ve Dennis Hopper'ın muhteşem oyunculukları, yakından tanıdığı Jim Morrison ve The Doors'un katkıları, açılışta çalmaya başlayan The End ve helikopter sesi eşliğinde şahane jenerik, savaş kavramına dair yapılmış en iyi film belkide.
Filmin yapım aşaması da film kadar meşhur. Yıllar süren çekim aşamaları, Martin Sheen'in kalp krizi geçirmesi, oyuncuların kompleksleri, kurguda geçen aylarca zamandan, filmden vazgeçmeye kadar götüren nedenlere rağmen nhayet insanlara sunulmuş ve sinema tarihine geçmiş bir yapım.

5 Ağustos 2008 Salı

Tanrı İyileşecek mi?



Ajanslara düşen taze haberlerden en göze çarpanı Jim Carrey'in başrolde olduğu Aman Tanrım'da tanrı rolünde oynayan, pek kıymeti bilinmeyen, filmlere her daim kendi imzasını koyup renk katan, keyifli insan Morgan Freeman'ın trafik kazası ve ağır durumu. Aktörün 71 yaşında olması da durumu ağırlaştıran sebeplerden. Tez vakit dönüp kaldığı yerden devam eder umarım...


Kofi Annan ile benzerliğinin yanında, karizmatik hali, filmlerde kendinden emin kararlı rollerin adamı, 4 kez aday gösterildiği oscar heykelciğini ancak Million Dollar Baby ile 68'inde alsa da gösterişsiz-duru oyunculuğun en güzel örneğidir kendisi.
Yeni projeleri arasında Nelson Mandela'yı canlandıracağı 'Human Factor' ve David Fincher'in yeni projesi 'Rendezvous with Rama' gibi filmler varken çekip gitmek yakışmaz ona.


Onu son olrak The Dark Knight-Batman filminde gördük ondan önce de Jack Nicholson ile birlikte oynadıkları Buckett List ki Nicholson ile normalde de sıkı dost oldukları biliniyor. Yine son dönemde Paz Vega ile oynadıkları şahane mütevazı film 10 Items or Less'te harika performansıyla filmi alıp götürüyor.


Akılda kalan onlarca film ve karakter var Morgan Freeman denince. Başlıcaları Shawshank Redemption'daki Red karakteri ve dış sesin sahibi olarak, David Fincher harikası Se7en'da dedektif Somerset olarak, oscarlı Unforgiven'da Ned Logan olarak, Driving Miss Daisy'de Hoke olarak, Bruce Almighty'de Tanrı olarak, Million Dollar Baby'de Eddie olarak ve son dönemde Batman Begins ve Dark Knight ile Batman serisini şaha kaldıran Nolan önderliğinde belleklere kazınmış onlarca performansla gönüllerdeki yeri zulada olan, tüm zamanların en başarılı-buna karşılık en mütevazı aktörlerinden, güzel insan Morgan Freeman...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Partizan'a Kulak Çekmece


Irkçılığın, faşizmin yükselmesinde futbolun ve tribünlerin etkisi yadsınamaz. Keza ülkemizde futbol da başlı başına milliyetçilik olgusu altında yürütülüp ekranlardan sunuluyor.
Aşırı milliyetçiliğin her daim vuku bulduğu özellikle taraftar gruplarının şiddet gösterileriyle olaylar çıkardığı en önemli ülke Sırbistan, onu Rusya, Polonya, Yunanistan gibi ülkeler izliyor.

Aslında bakıldığında şimdiye kadar Ajax ile beraber en çok futbolcu yetiştirmiş, sağlam altyapılardan birine sahip bir kulüp Partizan. Mevzubahis olaylarla geçmişe baktığımızda ise ironi ötesi bir durum çıkıyor karşımıza. Kulübün ismini 1945'te Belgrad'da, 2.Dünya Savaşı sırasında işgalci güçlere karşı kurulan komünist partizan grubundan almış olması...


Açıkçası Sırplar ayrı bir millet, genellemelerden hoşlanmayan bir vatandaşım ama bu adamların alayı aşırı milliyetçi, yeri gelince de gözünü kırpmadan adam öldürebilen, Müslümanlıkta anne kavramının anlamını bildiklerinden savaş sırasında binlerce kadına kasıtlı şekilde tecavüz edip hamile bırakan ve çocukları dünyaya zorla getiren, insanda iğrenme hissi yaratan insanların çoğunlukta olduğu bir millet.

Partizan taraftarlarının yargılanmasına Lahey'de yeni başlanan, insan katiili ve insaniyet yoksunu Radovan Karadzic için 23 Temmuz'da Lyn ile oynanan maçta açtıkları pankartlar, tribünlerde salladıkları bayraklar UEFA'nın da dikkatini çekmiş olacak ki kulübe uyarı yazısı gönderip, ihraç fahi edilebileceklerinden bahsedilmiş.


Geçtiğimiz sezon Bosna takımı Mostar'a karşı yapılan UEFA 1.tur mücadelesinde çıkan olaylar nedeniyle de 1 yıl men cezası dahi verilebilirmiş. Umarım ırkçılıkla, ayrımcılıkla göstermelik sloganlar ile mücadele eden UEFA insan katillerinin bayraklarının asıldığı takımları sırf bu yüzden bile avrupa turnuvalarına almamalı demek geçiyor içimden ama Bosna Srebrenica'da Hollanda askerlerinin Sırplara insanları ikram edercesine teslim edişi aklıma gelip gerçekçi ol diyorum kendime, kimin umurunda...

3 Ağustos 2008 Pazar

koleksiyon yapmak ya da yapmamak...

Sözlükte koleksiyon dendiğinde bir arkadaşın tanımı şu şekilde ki az ama fazlasıyla doğru
Israrcılık, obsesyon, farklı olma güdüleri gelişmiş kişilerin turşusunu kurdukları şey.




Ucundan bucağından bu işe bulaşmış olanlar bilirler ki geri dönüşü yoktur, sarar-sarmalar, cepleri boşaltır, kafayı kemirten, rüyalara giren meşakkatli bir uğraştır koleksiyon yapmak.
Kendi adıma atkı toplamaya gittiğim maçlarda yerli atkılarla başladım, yavaştan yavaştan takaslara, yurtdışından olaya bağlanmaya en nihayetinde örenbayan kadar deneyimli, atkının bilumum türüne hakim, tek kat çift kat, hangisi daha şık durur, hangisi iyi katlanır, nasıl saklanır gibi manyaklıkların içinde bulabiliyor insan kendini.
Çiçekleriyle konuşanları hadi bir derece anlarsın hani, ama atkıyla bu kadar samimi olmak tehlikeli ve sakıncalı sanki.


Önce atkılara yer açarsın pansiyon hesabı. Tek tek, güzel güzel katlayıp yerleştirmeye başlarsın. Birkaç gün geçer, kurtlanırsın bakmak istersin yavrulara. Şöyle bir bakıp gülümsersin, bu kez ters taraftan katlayıp koyarsın ki atkıda kat izi oluşmasın. İtalyan tarzı tek kat atkılar daha bir çekici gelir kimi zaman, bazen de ingiliz tarzı çift kat atkılar taraftar üzerinde daha güzel durur. Maç günleri takmaya kıyamazsın çoğu zaman, çünkü tecrübeyle sabittir arkadaşlar yanaşıp ver şunu bir takayım der gidiş o gidiş. nice atkılar bu uğurda helak olup yitip gitmiştir. Mümkün mertebe maç günleri kendi takımın ağırlıklı eski bir atkı takılır hem nostaljik olur hem de kimse salça olmaz:)
Gün gelir dolaplara sığmam taşarım der atkılar, bazılarına yol verilir ama onlarca kıyamadığınız gözünüzde farklı olan atkılara dokunamazsınız bile. Koleksiyonculuk sözkonusu olduğunda benim gibi eli açık bir adam bu mevzuda bazı özel yavrularda cimriliği tutabilir hor görmeyiniz.
Grup atkıları, ülke atkıları, bazı nadir bulunan özel atkılar, tek kat çift kat derken zaten kafayı yemiş hale gelmişsinizdir, artık çok geçtir, geçmiş olsundur:)


Çoğu zaman bu iş atkıyla sınırlı kalmaz, zaten kendi takımınızın özellikle eski formalarını, flamaları, ıvırı zıvırı yanında farklı takım tişört ve formaları hertürlü materyalleri de toplamaya başlarsın.

Bir diğer hastalık derecesinde koleksiyon yaptığım müzik cd'leri ve özellikle dvd olayı. Hali hazırda 800'e yaklaşan tamamına yakını orjinal, indirim kovalayarak, sorup soruşturarak, kılı kırk yararak yaptığım kıymetlim:)
Bunun da hiçbir farkı yok, en başta yıllardır sevdiğiniz favori oyuncu yada yönetmenin birkaç filmini almaya başlarsnız, sonra amazon'dur, D&R'dır, ikinci el, ne bulursanız toplamaya başlarsınız. Ceplerde şangır şungur sallanan bozuk paradan başka paranız kalmaz, hele bir yandan maça gidip bir yandan da koleksiyona sardıysanız hepten harap olup gidersiniz. Hesap kitap gibi kafalar da karışır...


Hepten kendini kaybetme hali olarak tanımlanabilir. Her eve girdiğinizde gene ne aldın oğlum diyen anne bağırtısı, şiştikçe şişen kredi kartı ekstresi de cabası. Ha bir de eve hırsız girer de dvd'leri, atkıları çalarsa diye arada bir içinize düşen kurtları da unutmayalım. O da atkı gibi sadece atkıyla sınırlı kalmaz, film afişleri, sinema dergileri, film karakterlerinin figürleriyle devam eder. Odalar dolar taşar, çöp ev muamelesi görür ama uyanıp da onları karşınızda görmek apayrı bir tad bırakır bünyede:)