Düşbaz adlı güzelim grubun keyif veren şarkılarından ay üç çeyrek, "Güzel Günler" adlı albümleri her şarkısıyla farklı tadlar taşıyor efendim, dinledikçe dinleyesi geliyor insanın velhasıl tavsiyedir...
düşbaz - ay üç çeyrek
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
25 Aralık 2010 Cumartesi
Feylesof Ibra
Rafael’in ünlü “Atina Okulu” adlı freskosunda Aristo’nun yerine İbrahim Üzülmez’i yerleştirince ortaya bu tablo çıkmış, yapanların ellerine sağlık.
Deli İbraam bu sene fizik olarak da biraz geriye gitse de hala basit oynamak yerine fantezi peşinde koşan, yüz ifadesinden yola çıkarak bir gevşeklik olduğunu tahmin ettiğim İsmail'in öğrenmesi gereken çok şey var bu adamdan...
Vatan'da geçenlerde yapılan röportajdan kesitler;
Alain de Botton‘un “Felsefesinin Tesellisi” kitabını seyahat boyunca elinden düşürmemiş İbrahim.. Hemen telefonu çevirdim ve İsviçreli yazarı sordum Üzülmez’e..
İşte Beşiktaş Kaptanı’ndan herkesi şaşırtacak açıklamalar:
“KÖYDE yetişmiş, ortaokul mezunu biri olarak size filozof numarası yapacak değilim.. Açık söyleyeyim, Beşiktaş sayesinde kitap okuyacak noktaya geldim.. Son 4-5 senedir de kitaplarla kendime rehabilitasyon uyguluyorum.. Porto’ya giderken havaalanında Alain de Botton’un kitabını seçtim.. Son günlerde okuduğum bir de Donald Trump’ın “Başarıya Giden 101 Yol” kitabı var..”
“SİZ şimdi beni imtihan edersiniz Alain de Botton ile ilgili.. Kitabı alana kadar kim olduğunu fazla bilmiyordum.. Bilenlere sordum, felsefeyi günlük hayat diliyle anlatan, çok önemli bir yazarmış.. Gerçekten de öyle.. Ben Felsefenin Tesellisi’nden şunu anladım: Hayatta çok paran olabilir ama çok sağlam dostlukların olmayabilir.. Mal, mülk edinmek için çırpınmanın insana hiçbir hayrı yok.. Onun yerine gerçek dostlar kazanmak için çırpınmak daha büyük zenginlik getiriyor..”
“KİTAPTAN kendi hayatıma uyarladığım kavramlar da var: Mesela insan rahat olmalı.. Stres günümüzün hastalığı.. Kafanı acayip şeylere takarsan, bizim işte de, başka işlerde de başarının imkânı yok.. Çünkü stres direkt olarak işe yansıyor.. İyi bir profesyonelin işine odaklanması gerekiyor.. Stresin yaptığın işin önüne geçmesine izin vermeyeceksin..”
“BİR de tek başına yetenek yetmiyor.. Bir yerlere gelmek istiyorsan, yeteneğin yanına çalışmayı da eklemelisin.. O zaman uzun süre başarılı olabiliyorsun.. Kitapta da aynı mantığı görünce sevindim, çünkü bunu yıllardır uyguluyorum.. Tabii İsmail Köybaşı yandı şimdi.. Bu kitabı ona da okutturacağım ve bu mantığı onun kafasına yerleştireceğim..”
“HERKESE tavsiye ediyorum.. Desinler ki, ‘Yahu top peşinde koşan Deli İbrahim bile kitap okuyormuş..’ Ve onlar da okusun.. Kitap okumak bir rahatlama ve kendini iyi hissetme yöntemi.. Rüştü ağabey sayesinde kitap okumaya alıştım.. Seyahatler, kamplar artık kitapsız geçmiyor..”
Deli İbraam bu sene fizik olarak da biraz geriye gitse de hala basit oynamak yerine fantezi peşinde koşan, yüz ifadesinden yola çıkarak bir gevşeklik olduğunu tahmin ettiğim İsmail'in öğrenmesi gereken çok şey var bu adamdan...
Vatan'da geçenlerde yapılan röportajdan kesitler;
Alain de Botton‘un “Felsefesinin Tesellisi” kitabını seyahat boyunca elinden düşürmemiş İbrahim.. Hemen telefonu çevirdim ve İsviçreli yazarı sordum Üzülmez’e..
İşte Beşiktaş Kaptanı’ndan herkesi şaşırtacak açıklamalar:
“KÖYDE yetişmiş, ortaokul mezunu biri olarak size filozof numarası yapacak değilim.. Açık söyleyeyim, Beşiktaş sayesinde kitap okuyacak noktaya geldim.. Son 4-5 senedir de kitaplarla kendime rehabilitasyon uyguluyorum.. Porto’ya giderken havaalanında Alain de Botton’un kitabını seçtim.. Son günlerde okuduğum bir de Donald Trump’ın “Başarıya Giden 101 Yol” kitabı var..”
“SİZ şimdi beni imtihan edersiniz Alain de Botton ile ilgili.. Kitabı alana kadar kim olduğunu fazla bilmiyordum.. Bilenlere sordum, felsefeyi günlük hayat diliyle anlatan, çok önemli bir yazarmış.. Gerçekten de öyle.. Ben Felsefenin Tesellisi’nden şunu anladım: Hayatta çok paran olabilir ama çok sağlam dostlukların olmayabilir.. Mal, mülk edinmek için çırpınmanın insana hiçbir hayrı yok.. Onun yerine gerçek dostlar kazanmak için çırpınmak daha büyük zenginlik getiriyor..”
“KİTAPTAN kendi hayatıma uyarladığım kavramlar da var: Mesela insan rahat olmalı.. Stres günümüzün hastalığı.. Kafanı acayip şeylere takarsan, bizim işte de, başka işlerde de başarının imkânı yok.. Çünkü stres direkt olarak işe yansıyor.. İyi bir profesyonelin işine odaklanması gerekiyor.. Stresin yaptığın işin önüne geçmesine izin vermeyeceksin..”
“BİR de tek başına yetenek yetmiyor.. Bir yerlere gelmek istiyorsan, yeteneğin yanına çalışmayı da eklemelisin.. O zaman uzun süre başarılı olabiliyorsun.. Kitapta da aynı mantığı görünce sevindim, çünkü bunu yıllardır uyguluyorum.. Tabii İsmail Köybaşı yandı şimdi.. Bu kitabı ona da okutturacağım ve bu mantığı onun kafasına yerleştireceğim..”
“HERKESE tavsiye ediyorum.. Desinler ki, ‘Yahu top peşinde koşan Deli İbrahim bile kitap okuyormuş..’ Ve onlar da okusun.. Kitap okumak bir rahatlama ve kendini iyi hissetme yöntemi.. Rüştü ağabey sayesinde kitap okumaya alıştım.. Seyahatler, kamplar artık kitapsız geçmiyor..”
23 Aralık 2010 Perşembe
Berlin Üzerindeki Gökyüzü
Çocuk, çocukken / kollarını sallayarak yürürdü / Derenin ırmak olmasını isterdi.../ Irmağın da sel... / ve şu birikintinin de deniz olmasını / Çocuk çocukken... / çocuk olduğunu bilmezdi / Her şey yaşam doluydu / Ve tüm yaşam birdi / Çocuk çocukken... / hiçbir şey hakkında fikri yoktu / Alışkanlıkları yoktu / Bağdaş kurup otururdu / Sonra koşmaya başlardı / Saçının bir tutamı hiç yatmazdı / ve fotoğraf çektirirken poz vermezdi...
Gerçeküstü unsurlar barındıran filmler nedense çok çekmez, film içinde kopup gittiğim bolca olur lakin orcinal adıyla, Der Himmel über Berlin, ne hikmetse Arzunun Kanatlarıyla ülkemide vizyona giren, pek sevdiğim yönetmen Wim Wenders'in şahane filmlerinden. Benim için Paris,Texas en şahanesidir filmlerinin, en sevdiklerim arasında da kafaya oynar her türlü...
Filme gelecek olursak başrolde Bruno Ganz yine çok başarılı, Berlin şehri üzerinde insanları seyreden herşeye şahit olan ama müdahale edemeyen ölümsüz bir melek rolünde. Hatta bir çamaşırhanede bezgin bir şekilde bekleyen Türk teyzenin şimdi eve gidicem, çocuklara bakıcam, yemek yapıcam tarı serzenişleri duyulur...
Karakterinde melankoli ve yalnılık fazlaca hissedilir, kendi varlığını sorgulamaya başladığı sırada varlığı sona ermek üzere olan bir sirkte çalışan şahane trapezci kızın yaşamına girmesiyle olaylar gelişir, değişir, abimiz ölümsüz olmaktan bile vazgeçer aşkı uğruna, ete kemiğe bürünmek ister. Gerçekleştiğinde de ondan mutlusu yoktur zaten, çocuklar gibi hoplaya zıplaya aşar yolları, sıcak kahveden bir yudum alır, Türk mahallesine de düşer yolu arka fonda Zülfü Livaneli'nin Karlı Kayın Ormanı hemen dikkati çeker ve Türk dükkanları da cabası.
Yeryüzünde gezen meleklerin öyküsü, şiirsel dili, sesleri, görüntüleri, Bruno abi ve Colombo ile tanıdığımı Peter Falk'un kendisini oynadığı güzel rolleriyle, Nick Cave fenomeninin müzikleri ve salaş görüntüleriyle ve adeta yağan aforizmalarıyla farklı, edinilesi Wenders yapımı...
Hollywood boş durmayıp bu filmi de tekrar çevrimini yapıp Melekler Şehri adıyla,herşeyiyle mundar etmişti, sağolsunlar hazıra konmaya bayılıyor abiler...
-bir kez olsun ciddi olmalı. çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım. biriyle olduğumda genelde memnundum ama bunu hep bir tesadüf sandım, bu insanlar benim ailemdi ama başkaları da olabilirdi. neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil? taksi şöforünün kızı benim arkadaşımdı ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim öyle değil mi? bir erkekle birlikteydim hatta aşıktım ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçabilirdim.
bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme. hayır bana elini verme, bakışlarını uzaklaştır. sanırım bugün yeni ay var, gece pek sakin değil ama şehirde hiç kan akmayacak. ben hiç kimseyle oynamadım, buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle demedim; işte şimdi ciddi. nihayet ciddileşiyor.
böylece yaşlandım işte. yalnız ve ciddi değildiler, zaten zaman ciddiyetsizdir, hiç yalnız kalmadım, ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. aslında artık yalnız olmak isterdim, çünkü yalnızlık şu demektir; artık bir bütün. artık bunu söyleyebilirim, işte bu gece ben de nihayet yalnızım. tesadüfler artık bitmeli. karar vermenin yeni ayı. yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar vermek diye bir şey var, karar ver. bak bir zamanız şimdi, sadece bütün şehir değil bütün dünya bizim bu önemli kararımıza katılıyor. ikimiz iki kişi olmaktan da öteyiz, bir şeyleri oluşturuyoruz. seninle halkın yerinde oturuyoruz ve bütün meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu. oyunun kurallarını biz belirliyoruz. ama şimdi sıra sende, oyun sende, ya şimdi ya da asla. bana ihtiyacın var, bana ihtiyacın olacak. ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye, erkeğin ve kadının hikayesi, bu devlerin hikayesi olacak. bu görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi. bak, gözlerime bak onlar zorunluluğun resmidir. burdakilerin geleceğinin resmi. dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm. yani kocamı, ben bir tek onunla yalnız olabilirim, ona karşı açık olabilirim, alabildiğine açık sadece onun için. bütün olarak içime alabiliyordum onu, onu paylaşılan saadetin labirentiyle sarmalayabilirdum. biliyorum o sensin...
Gerçeküstü unsurlar barındıran filmler nedense çok çekmez, film içinde kopup gittiğim bolca olur lakin orcinal adıyla, Der Himmel über Berlin, ne hikmetse Arzunun Kanatlarıyla ülkemide vizyona giren, pek sevdiğim yönetmen Wim Wenders'in şahane filmlerinden. Benim için Paris,Texas en şahanesidir filmlerinin, en sevdiklerim arasında da kafaya oynar her türlü...
Filme gelecek olursak başrolde Bruno Ganz yine çok başarılı, Berlin şehri üzerinde insanları seyreden herşeye şahit olan ama müdahale edemeyen ölümsüz bir melek rolünde. Hatta bir çamaşırhanede bezgin bir şekilde bekleyen Türk teyzenin şimdi eve gidicem, çocuklara bakıcam, yemek yapıcam tarı serzenişleri duyulur...
Karakterinde melankoli ve yalnılık fazlaca hissedilir, kendi varlığını sorgulamaya başladığı sırada varlığı sona ermek üzere olan bir sirkte çalışan şahane trapezci kızın yaşamına girmesiyle olaylar gelişir, değişir, abimiz ölümsüz olmaktan bile vazgeçer aşkı uğruna, ete kemiğe bürünmek ister. Gerçekleştiğinde de ondan mutlusu yoktur zaten, çocuklar gibi hoplaya zıplaya aşar yolları, sıcak kahveden bir yudum alır, Türk mahallesine de düşer yolu arka fonda Zülfü Livaneli'nin Karlı Kayın Ormanı hemen dikkati çeker ve Türk dükkanları da cabası.
Yeryüzünde gezen meleklerin öyküsü, şiirsel dili, sesleri, görüntüleri, Bruno abi ve Colombo ile tanıdığımı Peter Falk'un kendisini oynadığı güzel rolleriyle, Nick Cave fenomeninin müzikleri ve salaş görüntüleriyle ve adeta yağan aforizmalarıyla farklı, edinilesi Wenders yapımı...
Hollywood boş durmayıp bu filmi de tekrar çevrimini yapıp Melekler Şehri adıyla,herşeyiyle mundar etmişti, sağolsunlar hazıra konmaya bayılıyor abiler...
Çok Yalnızdım,ama hiç tek başıma yaşamadım...
-bir kez olsun ciddi olmalı. çok yalnızdım ama hiç tek başıma yaşamadım. biriyle olduğumda genelde memnundum ama bunu hep bir tesadüf sandım, bu insanlar benim ailemdi ama başkaları da olabilirdi. neden o kahverengi gözleri olan kardeşimdi de şu karşıda öylece duran yeşil gözlü adam değil? taksi şöforünün kızı benim arkadaşımdı ama yerine kollarımı bir atın boynuna da dolayabilirdim öyle değil mi? bir erkekle birlikteydim hatta aşıktım ama onu aniden terk edip o anda sokakta karşıdan gelen yabancı bir erkekle de kaçabilirdim.
bana ister bak ister bakma, ister elini ver ister verme. hayır bana elini verme, bakışlarını uzaklaştır. sanırım bugün yeni ay var, gece pek sakin değil ama şehirde hiç kan akmayacak. ben hiç kimseyle oynamadım, buna rağmen hiçbir zaman gözlerimi açıp şöyle demedim; işte şimdi ciddi. nihayet ciddileşiyor.
böylece yaşlandım işte. yalnız ve ciddi değildiler, zaten zaman ciddiyetsizdir, hiç yalnız kalmadım, ne tek başınayken ne de biriyle birlikteyken. aslında artık yalnız olmak isterdim, çünkü yalnızlık şu demektir; artık bir bütün. artık bunu söyleyebilirim, işte bu gece ben de nihayet yalnızım. tesadüfler artık bitmeli. karar vermenin yeni ayı. yazgı diye bir şey var mı bilmiyorum ama karar vermek diye bir şey var, karar ver. bak bir zamanız şimdi, sadece bütün şehir değil bütün dünya bizim bu önemli kararımıza katılıyor. ikimiz iki kişi olmaktan da öteyiz, bir şeyleri oluşturuyoruz. seninle halkın yerinde oturuyoruz ve bütün meydan bizimle aynı dilekleri paylaşan bir sürü insanla dolu. oyunun kurallarını biz belirliyoruz. ama şimdi sıra sende, oyun sende, ya şimdi ya da asla. bana ihtiyacın var, bana ihtiyacın olacak. ikimizin hikayesinden daha büyük bir hikaye, erkeğin ve kadının hikayesi, bu devlerin hikayesi olacak. bu görünmez ama aktarılabilen yeni bir neslin hikayesi. bak, gözlerime bak onlar zorunluluğun resmidir. burdakilerin geleceğinin resmi. dün gece rüyamda o yabancıyı gördüm. yani kocamı, ben bir tek onunla yalnız olabilirim, ona karşı açık olabilirim, alabildiğine açık sadece onun için. bütün olarak içime alabiliyordum onu, onu paylaşılan saadetin labirentiyle sarmalayabilirdum. biliyorum o sensin...
21 Aralık 2010 Salı
Buena Vista Social Club - Veinte Años
Biraz da müzik diyoruz, hastası olduğumuz Küba'nın güzel insanları Buena Vista Social Club'dan Veinte Anos.
Aynı şarkıyı birçok kişi yorumlamış lakin Buena Vista ve yine Maria Teresa Vera'nın yorumu da acayiptir, tavsiyedir...
seni sevmemin ne önemi var
eğer beni artık sevmiyorsan
geçmişte kalan aşk
hatırlanmasa da olur
hayatının aşkıydım
uzun bir zaman önce
ama artık geçmişinin parçasıyım
ve buna dayanamam
istediğimiz herşeye
ulaşabilseydik eğer
beni aynı şekilde sevseydin
yirmi yıl önce olduğu gibi
içimiz hüzün dolu
aşkın yitişini izliyoruz
ruhumuzun bir yanı
acımasızca parçalanıyor
Aynı şarkıyı birçok kişi yorumlamış lakin Buena Vista ve yine Maria Teresa Vera'nın yorumu da acayiptir, tavsiyedir...
seni sevmemin ne önemi var
eğer beni artık sevmiyorsan
geçmişte kalan aşk
hatırlanmasa da olur
hayatının aşkıydım
uzun bir zaman önce
ama artık geçmişinin parçasıyım
ve buna dayanamam
istediğimiz herşeye
ulaşabilseydik eğer
beni aynı şekilde sevseydin
yirmi yıl önce olduğu gibi
içimiz hüzün dolu
aşkın yitişini izliyoruz
ruhumuzun bir yanı
acımasızca parçalanıyor
20 Aralık 2010 Pazartesi
Bir Fotoğraf
Mutluluğun resmi olarak gazetelerde boy boy çıkabilirdi aslında bu fotoğraf, eğer biraz gol yollarında becerikli olabilseydik, ama canları sağolsun tabeladaki skor ya da sıralamadki durum illaki önemli ama herşey demek değil, olmamalı.
Schuster çapsız medya mensuplarına, cellatlara kurban edilmemeli, en azından birkaç sene üstünde durulmalı, tüm umursamaz, gamsız görüntüsüne rağmen seviyorum bu adamı, gazetecilere verdiği ayarlar, anladıkları dileden konuşması tabi hoşlarına gitmediğinden en ufak falsosunu bekliyorlar. Çok beklerler umarım...
Aslında sadece fotoğrafı koyup bitircektim yahu... Foto için ayrıca afro kartal Arda kardeşime de selam:)
Körlük
Tanrıkent ile kitlelere adını duyuran Fernando Meirelles'in izleyebildiğimiz son filmi Blindness, aynı zamanda Cannes'in açılış filmi olarak kayıtlara geçmişti.
Nobel ödüllü yazar Jose Saramago'nun romanından uyarlandı ki Saramago yeterince okuyamasam da es geçilecek adam değil, Bilinmeyen Adanın Öyküsü ile etkilemişti bizi, her kitabını okuyasım var ulan!..
Filmin bir korku-gerilim filmi ya da zombivari film gibi gişeye dönük ucuz hareketlerle yansıtılmasının ardından bazı sinema izleyicisinde hayalkırıklığı yaşatmış ki kitaba da yazara da hakaretten beter.
Her filmde illa bir hata bulayım cin'liğimi göstereyim derdinde olanlar tabiki bazı noktaları kaçırmadılar ama bu filmin amacı modern toplum insanının içindeki görürken kör olma durumu, olağanüstü durumlardaki gerçek yüzünü yansıtan iğrenç halleri, acımasızlığı, bireyselliği ve benzeri birçokmevuya parmak basmak.
Oyuncu açısından da şaşaalı süper yıldızlardan ziyade yine parlak ama kaliteli yapımlarda rol alan şahane isimler seçilmiş ki tam isabet. Julianne Moore fevkalade, Mark Ruffalo'yu acayip tutuyorum arkadaş Zodiac'tan beri özellikle, Gael Garcia Bernal şöyle bir manyak rolde görünüyor ve benim en sevdiğim heriflerden Danny Glover yine karizma bir rolde harika ses tonuyla yine mest ediyor.
Görüntülerdeki etkileyicilik açısından da alkışı hak ediyor film, ayrıca yağmurun yağdığı bir sahne var ki şimdiden benim için unutulmaz sahneler arasına girdi, gerçekten tam seyirlik...
İnsanoğlunun gerçek yüzünü suratımıa çarpması gibi hususlardan ve birçok benzerlikten ötürü Haneke'nin Kurdun Günü'nü hatırlamamak elde değil, onu izlemek uzun planlara sabretmek, hazmetmek daha zor lakin güzel filmler, derdi olan filmler, bize izlemek düşer ey vatandaş.
19 Aralık 2010 Pazar
Soğukta Maça Gitmece
Fotoğrafı görünce ürperme geldi, altına da not düşülmüş, Beşiktaş 8 haftadır maç kazanamıyormuş ama nafile.
Şimdiki gibi Quaresma oynuyor diye ya da cepten foto video çekelim, ulan ne kaynattık diyelim diye gidilmiyordu maçlara haliyle. Tabi bu değişen profilde ne kadar allanıp pullansa da berbat olan futbol kalitemiz ve inatla artan uçuk seviyedeki bilet fiyatları da büyük rol oynadı. Alt-orta sınıfın belki de tek eğlencesi, ritüeli bir babanın oğlunun elinden tutup maça götürme olayı ortadan kaldırıldı.
Velhasıl buz gibi maçta tribündeki az sayıdaki kişiden biri olmak da ayrı bir tad barındırır. Bacakların, kat-kat giyilen çoraplara rağmen ayakların donmuştur, atkı-bere ne varsa sarıp sarmalanır, sırf tezahuratlarda alkış sesi çıksın diye eldiven takmazsın, devre arası tadı pek mühim olmayan çay takviyesi birkaç dakika da olsa idare eder, ikinci yarı başlar ha babam zıplasan da kar etmez ama onun da tadı hakkaten bambaşka. En son bu kadar soğuk maç Kayserideki Erciyes deplasmanıydı benim hatırladığım eski Kayserinin dökük tribünleri eşşek gibi karla kaplıydı, iç organlarımıza sirayet eden bir soğuk vardı ve yine galip gelememiştik. Malum Samsun maçı, şampiyonluğa ve hatta kaybedilen birkaç yılın sebebi, ilerde de çok konuşulacak maçta bulundum o günü hala unutamam polisle çıkan mevzular, hakemin ağının içine atılan kar topları, milletin localara dahi hücum etmesi, bir polisin jopunu alıp atan yakın arkadaşım ve daha nicesi... ve bolca Ankara ayazı tabiki, Letchkov'un harika futbolu ve golüyle hatırladığım Gençler maçı, dondum lan yazarken...
Karda top oynamak da ölmeden yapılması farz hareketlerin başında gelir, sabah okula gitmeden kalkılıp camdan dışarı bakılır, haber bültenleri açılıp dua edilir tatil olsun diye, spikerden "ilk ve orta dereceli" sözü daha duyulur durulmaz havalara uçarken bir yandan arkadaşlar aranıp müjdeli haberi veren ilk kişi olma hevesi illaki vardır. Ekip toplanır, kaleci olmaktan nefret eden adam dahi kalaye geçmek için fırsat kollar, karda kendini sağa sola atar durur güzelce, bolca milletin ayağına kayılır, üst baş perişan, salya sümük içinde eve gidilir, anneden azar işitildikten sonra ıslak çorapları kurutma işlemine geçilir evin her yanına asılır bunlar pis pis, çok güzeldi be abi:)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)