31 Aralık 2011 Cumartesi

Yılbaşı, Yılsonu, 2012, Mayalar Haklı Çıksa Keşke vesaire

 Alternatif yılbaşı olarak, kararında bira -bomonti ve tuborg tavsiye edilir- fonda türk sanat müziği ya da rahmetli tenor ömer yılmazın seslendirdiği mükemmel türküler, ardından sevilen filmlerden tercihen: pulp fiction, lock stock and two smoking barrels, tuzlu fıstık pringlesın sarı olanından ve abur cubur... İyi seneler, ne kadar iyi olabilirse artık:)


''Televizyon denilen bu orospu çocuğunu seyredip sıkıntını dağıtmaya çalıştığında, yalnızca kendini kötü daha da kötü hissediyordun. Bitip tükenmeden birbiri ardına anlamsız yüzler geçiyordu karşından. İçlerinde birkaç tane ünlünün de bulunduğu sonsuz bir aptallar resmi geçidiydi televizyon. Eğlence programları güldürmüyordu, dramalar da dördüncü sınıf şeylerdi.''

Bukowski

22 Aralık 2011 Perşembe

Vefa



Fotoğraf çok şey anlatıyor, başkaldırıya karşı tüm insani duygularla birlikte hareket eden 3 adamın hikayesi. Modern zamanlara göre kaybeden ama asıl kazanan adamlar onlar.
 1968 olimpiyatları 200 metrede kazannalar ödül törenine çıktıklarında siyah eldivenli iki afro amerikalı Tommie Smith ve John Carlos atlet spor tarihine geçmişti bile. Sporu da aşıp dünya gündemine oturmuşlar hatta günümüzde bile duvarlarda posterleri asılı durmakta birçoklarının...
Kariyerleri de o an bitmişti. Seramonide hep gözlerden kaçan üçüncü kişi ise bir beyaz, Avustralyalı Peter Norman. Bu protestoyu birlikte hazırlamışlar, Norman da insan haklarına dair bir rozeti iğnelemiş sol yanına, ülkesine döndüğünde onun da sonu gelmiş haliyle siyahların hakkını savunan biri nasıl barınabilirdi ki hele o dönemlerde. Bu üç kaybeden hep görüşmüşler, haberleşmişler, velhasıl yakın zamanda Avustralyalı Peter Norman vefat ettiğinde tabutu taşıyanlar tabiki Tommie Smith ve John Carlos olmuş...

15 Aralık 2011 Perşembe

Ey Özgürlük


Uzun zaman sonra yüzlerin güldüğü, sağlam bir maçla paça biçilemez mutlulukla bir günü tamamlarken trainspotting'den çalmak zorunda olduğum alıntıyla bitireyim. Fernandes'in topa vurduğu ve kapalının uçtuğu gol anı için ve niceleri için söylenebilir...

"yaşadığın en güzel orgazmı düşün , bunu binle çarp , bu bile yaşayacağın zevk yanında bir hiç kalır"

13 Aralık 2011 Salı

demiş...


''Kendimi bir şişe kola gibi hissetmeye başlamıştım. Ve çevremde beni popüler bir şişe haline getirmek için pazarlama dolapları dönüyordu. Ve bilirsin, kolanın tadı bok gibidir. Ama her yerde posterleri vardır, o yüzden insanlar satın alır. İşte ben de bok gibi bir tadım varmış ve sebepsiz yere satın alınıyormuşum gibi hissediyordum.''

Heath Ledger

9 Aralık 2011 Cuma

Naked

 ...
-mahşer günü geldiginde
mahşerin kendisi...
o evrim sıçramasi sürecinin
bir parçasi olmus olacak.
-evet. her ne olursa olsun...
insanoglu yok olmayacaktır.
-yok olmalı. mahserin en temel tanımında...
insanoglu en azindan madde biçimini
alıp dogru yok olacaktir.
-"madde biçimi" derken
ne demek istiyorsun?
-evrimleşecek.
-neye doğru?
-maddenin ötesindeki bir şeye.
saf düşünceden oluşan türlere.
katılıyor musun?
-evet. hayalet gibi bir şey.
-hayır hayaletle alakası yok
seni korkak ibne!
algı kapasitemizin dışında
birşeye.
evrensel bir bilince.
tanrıya
ki o da aynı mantıkla...
zamanın ta kendisidir.
-sen tanrıya inanmiyorsun ki!
-tanrıya elbette inanıyorum.
bak Brian sorun şu ki...
tanrı nefret dolu bir tanrıdır.
bunun sebebi...
tanrı iyi olsaydı
şeytanın dünyada ne işi olurdu?
acı, nefret
açgözlülük ve savaşlar neden var?
hiç mantıklı değil.
fakat eğer tanrı boktan bir piç ise
"dünyada iyilik neden var?" diye sorabilirsin.
"aşk umut ve zevk neden var?"
diye sorabilirsin.
gel şununla yüzleşelim.
iyi kötü tarafindan düzülmek için vardır.
iyinin yadsınamaz varlığı
kötünün hava basmasini sağlar.
bu yüzden tanrı kötüdür.
ve kaç tane geçmiş ya da gelecek
varlığın olursa olsun...
bunların tümü acı ve ıstırap
ve hastalık ve ölüm tarafindan...
delik deşik edilecektir.
görüyorsun brian tanrı seni sevmiyor.
tanrı seni küçümsüyor.
yani hiç umut yok...
ve insanoğlu sadece
şeytanın kendi kendini yarattiğı...
cihazın bir bileşeni.
katılıyor musun?
temelde benim söylediğim...
bir kaç tane yumurta kırmadan
omlet yapamazsin...
ve insanoğlu sadece kırık
bir yumurtadır...

''ve omlet... berbat kokuyor.''

4 Aralık 2011 Pazar

R.I.P.

“Savunmacılara çalım atmak diktatörlere çalım atmaktan daha kolay… 
Siz zoru başaracak, Brezilya’ya demokrasi şampiyonluğunu getireceksiniz!” 

Socrates

Gelecek Uzun Sürer

 "savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler?"
 cesare pavese

Sonbahar ile gönüllerimizi fetheden Özcan Alper daha ikinci filmiyle her işi takip edilecekelr listesine eklendi bile. İlk filmi Sonbahar'da Yusuf ve Elka'nın imkansız aşkına benzer bir imkansız aşk, benzer acılar, yaşananlar, kürt meselesine dair tokat gibi çarpan gerçek hikayeler, Dİyarbakır'ın hikayesi bir yandan filme evsahipliği yapan şehrin güzelliklerini görmek mümkün.
Özellikle faili meçhuller-gidenler kadar kalanların bu sebepten daha çok doğudaki kadınların hikayesi bu film, filmde Sumru'nun araştırdığı tez konusu olan anadolunun ağıtları yakışmış. Yönetmenin Sonbahar'da olduğu gibi görüntüye dair ayrıntıları, harika ve çeşitli müzik örnekleri bu filmde de mevcut keza edebiyat göndermeleri de...
Açılış ve final sahnesi olarak şimdiden en iyiler arasında yerini almıştır acayip güzeldi hele ki açılış sahnesi. Yine korsan dvdci ahmet ki çok güzel bir karakter, uyku tutmayıp bir sigara yakıp başladığı monolog Masumiyet'ten beri gördüğüm en iyisi diyebilirim.
Hüzünlü, acı, bir o kadar gerçek bir film yapmış bizi düşüncelere boğarak Özcan Alper.İyi de etmiş, ben sevdim sayın abim, yeni projelerini beklemeye bile başladım hatta...

29 Kasım 2011 Salı

Gustavo Santaolalla


Kim lan bu? demeden evvel yapılabilecek en güzel enstrümantal eserlerin sahibi, Amores Perros, Brokeback Mountain, 21 gram, Babel, diarios de motocicleta ve son olarak Biutişful filminde de bu abinin müziklerini görüyoruz, keza yine bu filmlerde ün yaptıktan sonra birçok filmde eserleri kullanıldı hatta Deadwood gibi caanım dizi de dahil buna, dinliyoruz kendimizden geçiyoruz sayın abim. Igazu, The Wings, Apertura, De Ushuaia a la Quiaca ve bir dolusu hayatınızın soundtracki olabilecek düzeyde muhteşmeler...Hastasıyız ama klişe tabirle değil harbiden ve derinden:)

 Igazu


De Ushuaia a la Quiaca

Gezici Festival Geldi Haanım!


 Her yıl zor şartlara tüm desteksizliğe rağmen yine yollarda Gezici Festival. Her yıl olduğu gibi yolculuğuna Ankara’dan başlayacak. Başkentte gerçekleşecek 2-8 Aralık’taki gösterimlerin ardından 9-12 Aralık tarihleri arasında Sinop’a ve 14-18 Aralık’ta da İzmir’e konuk olacak.
Dünya Sineması’ndan ödüllü filmler, Türkiye sinemasından son örnekler, Dardenne Kardeşler toplu gösterimi, ‘Arap Baharı’nı perdeye yansıtan filmler, Finlandiya’dan ve Fin sinemasının üstadı Kaurismäki’den kısalar, Zeki Demirkubuz’un ‘Kıskandığı Amerikan Filmleri’ bu yılki Gezici Festival’in programında.

 

Güzel programıyla göz kırpıyor keza bilet fiyatlarıyla da öyle. Gündüz 12.15 seansları 2,5 tl, öğlen seansları 5tl gibi harika fiyatlarla izlememek için pek bahane bırakmamışlar geçtiğimiz yıllardaki gibi.
Zeki Demirkubuz, Özcan Alper gibi isimler de bulunacak Zeki abi kıskandığı amerikan filmlerini ki Geceyarısı Kovboyu'nda bulunacakmış ve sunumunu yapacak, Özcan Alper de kendi filmi Gelecek Uzun Sürer'i takdim edecek. Daha fazla bilgi ve program için www.gezicifestival.org/ . E hadi rastgele...

31 Ekim 2011 Pazartesi

Biutiful, Inarritu ve Yılmaz Güney


 Meksika'da bir adam hayatı hakkında ne yapacağına karar vermemişken, bir gün bir film izler ve yönetmen olmaya karar verir. O adam 'Amores Perros/ Paramparça, Aşklar ve Köpekler', '21 Gram' ve 'Babel' gibi filmlerin yönetmeni Alejandro González Iñárritu, izlediği film ise 'Yol'.

Bu şaşırtan detayı geçenlerde Cüneyt Cebenoyan yinelemişti ekranlardan. Costa Gavras gibi dev bir yönetmen onu auteur olarak nitelendirmişti yine ki bu ayrı mevzu kıymetini anlayacağız gün geçtikçe bu değerlerin.

Biutiful ile tekrar yenilenme, bitti ya da hep kendini tekra ediyor dedirtmemek için belki de son şanstı Inarritu için, 12den vurmuş açıkçası, komalara soktu bizi, insanın boğazına yumruk gibi oturan cinsten...
Guillermo ile kimyaları nefisti senaryoda guillermo abinin kalemi bizi bizden alsa da kendi yolunu çizmeyi tercih etti, inarritu bu kez senaryoya kendisi de eğilmiş haliyle bu sefer çarpışan mevzular, kesişen hayatlar hadisesine son vermiş kendisi açısından iyi de olmuştur bu açıdan. Gücünü ana karakterden hayatın tüm acımasız gerçeklerinden ve Barcelonanın arka sokaklarından almış.

Hikayedeki kapitalizmin gerçek yüzü olan, çinli işçiler, afrikalı göçmenler, bir hiç uğruna yitip giden hayatlar, insanlığın değerinin eksilerde gezdiği manzaralar hemen hemen aynen Gomorra kitabında geçmekteydi. Özellikle tekstil olmak üzere ünlüleri bile giydiren düşük maliyetli sömürü düzeni, balık istifi yaşayan insancıklar ve daha nicesi...
Filmle alakalı birşey diyemiyorum bitirdi bizi inarritu ki 150 dakikaya dayanan süresine rağmen hertürlü izleniyor herşey dozunda ayarlanmış. Filmi değil Javier Bardem'i bile izlemek yeterli, bu adam bu iş için yaratılmış, iyi ki var dedirtiyor bilmem kaçıncı kez. Kendin yaşasan bu kadar etkilenmezsin lan yemin ediyorum yahu, mahvettiler akşam vakti. Müzikler de inarritu'nun her filmindeki gibi şahaneydi eklememek ayıp olurdu...
Bu arada Javier Bardem'in canlandırdığı Uxbal karakterinin Espanyol taraftarı olması, parasını espanyol tozluğunun içine saklaması da ayrı bir ayrıntıydı...

30 Ekim 2011 Pazar

Feyyaz #7


 Zeki Demirkubuz'un kardeşi Cemil'in sabahın köründe acaba ne yapıyodur diye merak etmesi boşunba değil, acayip bir adamdı Feyyaz nevi şahsına münhasır hesabı. Kıymeti pek bilinemeyenlerden, Beşiktaş ve ülke tarihinin en yetenekli golcülerindendi ki 90yılından aşağıdaki çok bilinen 5-1 biten maçta biraz sabırlı olup Feyyaz'ın golünü izlemek yeterli. Bu tarz golü Bergkamp atardı, ikisini de seviyorum estetik adamlar, futbol sanatçıları. 7 numarayı quaresma ile değil Feyyaz ile sevdik biz sayın abim...



28 Ekim 2011 Cuma

Deplasman Hakkımız...


 yollar var yollar uzun, hüzündür sonu hüzün...hesabı yine hakkaten hüzün oldu ama canı sağolsun ne diyebiliriz ki başka. Keşke biraz yürekli oynasaydık, topu tutabilseydik, her gol attığımız ertesi kendi sahamıza kapanmak yerine aksine rakip afallamışken üzerine gidebilseydik. Yıllar önce Kleberson'un uzaklardan attığı muhteşem golün güme gitmesi gibi Simao'nun acayip golü güme gitmeseydi...
Quaresma 2.golün ortası dışında tüm topları ezdi bitirdi ve hala tribünler takımdan çok ona bağırıyor hala. Egemen, Ernst gibi yürekli topçular lazım bize isim yapmış kendini kurtarmaya çalışanlar değil ya neyse...
Tribünler semt eskisi gibiydi sanki pozitif bir hava vardı az da olsa. Benim adıma en güzel şey tabi yolllara düşmek, eş dost görmekle beraber askerlik arkadaşımı görmek oldu dünden elde kalan.
Ve Simao'nun muhteşem golü ardından gelen yıkılma o gol sevinci neydi lan öyle, ayakkabımı aradım golden sonra öyle. Kabul etmesi zor olsa da tribünler tatsız tutsuz değişik değişik çoluk çocuklar ona buna bağırıyo falan tribüncülük öğretmeye kalkıyolar, takımdan çok fenere küfürle ilgileniyorla ve takım 2-1 galipken daha 70.dakikada makaralar başlıyo holey çekmeler falan ki sonra herzamanki gibi göt oluyoruz tabir-i caizse...
Sağa sola salça olmadan deplasman tribününe giren, yasakçı zihniyete karşı duran herkese selam olsun, bu arada fenerde caner acayip bir top oynadı sanki dün, takımı adına en iyi adamdı ya da bana öyle geldi. Son dakikalarda yediğimiz gol ve hayalkırıklığı maç sonundaki atkı atma olayını da gölgede bıraktı tabi...

26 Ekim 2011 Çarşamba

pis moruğun notları



bir hafta kalıp içtim, kiranın bitmesini bekleyerek, sonra da Village'in dışında bir oda tuttum. derli toplu büyükçe bir odaydı ve çok ucuzdu, nedenini anlayamamıştım. köşede bir bar buldum, bütün gün oturup bira içtim. param hızla tükeniyordu, ama her zamanki gibi nefret ediyordum iş aramaktan. sarhoş ve aç geçirdiğim her dakikanın benim için özel bir anlamı vardı. o gece iki şişe porto şarabı alıp odama çıktım. soyundum, bir bardak bulup ilk şarabı koydum ve karanlıkta yatağa uzandım. işte o zaman anladım odanın neden bu kadar ucuz olduğunu. "L" treni pencerenin önünden geçiyordu. durak pencerenin önündeydi. tam önümde. odanın tamamı trenin ışığı ile aydınlanıyordu. ve bir tren dolusu yüz geçiyordu önümden. korkunç yüzler: fahişeler, orangutanlar, deyyuslar, kaçıklar, katiller, efendilerim. sonra tren yavaşça hareket ediyordu ve oda bir kez daha karanlığa gömülüyordu bir sonraki tren dolusu yüzlere kadar, ki her seferinde beklediğimden çabuk geliyordu. iki şişe şarap almakla ne iyi etmiştim.
Pis Moruğun Notları, Charles Bukowski

24 Ekim 2011 Pazartesi

Shine

 

Yine kıyamayıp doğru zaman ne zmaansa artık o anı bekleyip izleyeceğim arkadaş dediğim ve sonunda izleyebildiğim mükemmel film Shine.
Konusunu falan okuyanlar öf pöf diyebilir ki o yüzden bu tür işlere hiç girmem. Yok klasik müzik, pitano, Rachmaninoff falan geçiyo lan filmde kaçın diyenler olacaktır ama çok şey kaçırır izlemeyen a dostlar.
Geoffrey Rush sen nasıl bir insansın dedirtiyor artık oyunculuk mevzuunda hayvani işler yapmış adam ağzın açık izliyosun ve gık demeden. Hikaye temelde aslında çok tanıdık. Otoriter hatta manyaklık derecesinde takıntılı baba figürü ve kendi çizgisinde gidemeden babasına boyun eğen, zincirlerini kırmak isteyen sessiz evlat, bir dahi David'in hikayesi.
O kadar çok nokta, sahne, mevzu varki anlatılması gereken izleyiciye bişey kalmaz harbiden ben çok sevdim filmi, iki tane sahne şimdiden best of'uma girdi bile. David'in çocukluk döneminde bahçede babası ve kardeşiyle takıldıkları esnada annesinin camdan baktığı sahne inanılmaz etkileyiciydsi ve bir de sonlara doğru çıplak şekilde trambolinde kulaklığı takılı hop hop zıplarkenki sahne müthişti sayın abim.
Karman çorman bir yazı oldu ama tekrar izlenesi filmlerden biri olarak akıl defterime çoktan not ettim, çok sevdim be abi.
Geoffrey Rush olayı da bizim eşekliğimiz, abiyi tanıyoruz ediyoruz sağlam oyunculuğundan şüphe yok lakin yeteri kadar tanımadığımız da gerçek. Bir nevi Tuncel Kurtiz'in gudik dizilerde insanlar tarafından tanınması ne kadar trajikse bizlerin de Geoffrey abiyi Karayip Korsanlarından falan tanımamız bir o kadar trajik...

23 Ekim 2011 Pazar

Halil Sezai - İçip İçip

 soner kardeşime teşekkür ederekten, gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun...

19 Ekim 2011 Çarşamba

My Name is Joe

kusura bakma, biz senin pembe dünyanda yaşamıyoruz.
bazıları polise gidemez.
bazıları borç almaya bankaya gidemez.
bazıları evini taşıyıp gidemez.
bazılarımızın seçeneği yoktur.
benim lanet bir seçeneğim yoktu.



Ken Loach sinemasının üzerinden tekrar bir cile çekiyoruz bu ara özellikle tam mevsimi diye düşünüyorum.
Hele ki Riff-Raff'tan sonra My name isa Joe bir sezercik deyimiyle baldan tatlı oldu yahu.
Yine sinema diye bize yutturulmaya çalışılan göz boyamaktan ileri gidemeyen cafcaflı hikayeler, aksiyon dolu sahneler, koftiden hikayeler, parayla sulandırılmış özendirilen lüks yaşamlar değil gerçek hayatlar, gerçek insanların hikayesi Ken Loach sinemasında anlatılanlar. Gün geçtikçe değişen, hertürlü olumsuzluğu içselleştiren-normalleştiren, bireyselleşmenin tavan yaptığı günlerde tutunmaya çalışan, ayakta kalmayan adamların hikayesi. Ne kadar gerçek ve iç burkan hikayeler olsa da hayatta yine fonda barınan komik mevzular da cabası tabi. Ve tabi ki futbol, Loach ustanın hemen her filminde az da olsa yer verdiği yaşama sebebi. Joe amatör bir takımı çalıştırır tek bir galibiyeti olan, kaybedeceği kesin olan bir takım, bir  Batı Almanya bir Brezilya formasıyla sahaya çıkıp, sınıflara ayrılmış ve toplumsal hiyerarşinin en dibinden kurtulamayacaklarını bilmelerine rağmen hala hala topa aşık güzel adamlar. Doğruları yapsan da bazen yetmiyor hatta çoğu zaman, aşık olmaya bile lüksü olmuyor adamın ama senin canın sağolsun be Joe...

17 Ekim 2011 Pazartesi

Sahne - On the Waterfront

 Marlon Brando'nun belki de en saf karakteri, ama en gerçek karakterlerinden Terry'yi canlandırdığı güzelim Elia Kazan filmi ve hep akıllara gelen arabada abisi charley ile Terry arasında geçen sahne ki şu linkten izlenebilir;


charley- kaç kilo geliyorsun boksör ? 75 kilo olduğun zamanlar çok güzeldin... menajer olarak tuttuğumuz o hergele... sana fazla yüklendi.

terry- sorun o değildi ...   sendin soyunma odama gelip ufaklık bu gece senin gecen değil. bütün paraları wilson'a yatırdık dedin hatırladın mı?    o herif büyük şampiyonluk ünvanına kondu, ben kifayetsiz boksörler çöplüğünü boyladım.. sen benim ağabeyimdin charley beni kollamalıydın bana sahip çıkmalıydın ki bahis parası için şike yapmak zorunda kalmayayım.

charley- senin içinde bahis oynadım cebin para yüzü gördü...

 terry- derdimi anlamıyorsun biraz havam olabilirdi.  mücadeleci, kişilik sahibi olabilirdim.. serseri olacağıma..! doğruya doğru şimdi öyle değilmiyim. bunu sen yaptın charley...

 charley - onlara seni bulamadığımı söyleyeceğim kesin bana inanmayacaklar...

16 Ekim 2011 Pazar

Sevdamıza Demirören!


Bugün hesapta yürüyüş yapılacaktı ama emniyetten izin alamadığı gerekçesiyle sadece basın açıklaması yapılacakmış. Ulan Amerikada bile koyunun dibi dediğimiz adamlar ayaklandı biz anamızı belleyen şu adamlara gıkımızı çıkartamıyoruz. En azından bir tepki koyulsun bugün az ya da çok, bir başlangıç olsun istiyoruz arap baharı mı olur, kartal kışı mı ne haspaysa artık...
Beşiktaş babasının yıllar evvel kulübe yaptığı yardım yüzünden oğluna mahkum oldu, oyuncak oldu, keza futbol takımı da milli takımdaki gibi futbol oynayan ya da formda olanların değil sadece isimlerin oynadığı çiftlik halini aldı. Yüzeye çıkabilmek için daha ne kadar dibe batmamız gerekiyo ama bir an evvel batalım arkadaş, kurtulalım pisliklerden ne pahasına olursa olsun. Sabote edelim uefa ya falan gitmeyelim gerekirse küme düşelim, bazılarının rahatı bozuluversin beleşçiliğe fena alıştık ama yetti gayrı. Denizli maçında hem de tribünün eskilerini de kiralayıp kendisine bağıranları dövdürttü ki kimse müdahalede bulunamadı, o gün bittik zaten halen uzatmalardayız, uyanırız umarım...Hala sağda solda adam iyi Beşiktaşlı aslında diyenleri duyar gibiyim tüylerim diken diken oluyo. Adam 10milyon vermiş bak yine cebinden falan muhabbetleri öldürüyor abi beni.

13 Ekim 2011 Perşembe

Atkılar Sandıktan Çıksın Abi

Yavaştan soğuğun kendisini hissettirdiği, sandıklardan(hala mevcutsa tabi), dolaplardan kaşkollar çıksın dolansın bir güzel, kış denince akla tabi bu tür şeyler geliyor tribüncü beyinlere...
Alttaki fotoğraf ise apayrı bir tez konusu. Eski günlerden bomba fotoğraflardan, idmandan değil de sanki Bakırköy ruh ve sinir hastalıkları hastanesi bahçesinden bir kare gibi geldi bana:)

21 Ocak 1977 Beşiktaş Galatasaray maçı için antreman sırasındayken.

7 Ekim 2011 Cuma

Riff-Raff

Susan: Sen hiç depresyona girdin mi?
Stevie: Depresyon burjuvalar içindir. Biz sadece sabah uyanır ve yollara düşeriz hepsi bu...

 

91 yapımı Ken Loach güzellemesi...
Türkçeye çevrimi de ayak takımına yakın toplumun en gözardı edilen, en alt tabakasının hikayesi adından da anlaşılacağı üzere.
Başrolde her rolde ayrı sevdiğimiz Robert Carlyle varlığın yeter dedirtiyor. Kendisinin bile inanmadığı ticaret hayalleri kuran inşaat işçisi Stevie rolünde yine göz kırpıyor abimiz. Filmin hemen hemen hepsi zaten Stevie'nin de katılımıyla yapmına devam edilen bir bina inşaatında geçiyor. Acımasız çalışma koşulları, yok sayılan insan hakları, insanlık dışı barınma ve yaşama durumlarında ayakta kalmaya çalışan umudu ve düşleri kırık, sistemin getirdiği şekilde doğar doğmaz kaybetmiş insanların hikayesi...
İşçilerin bilinçlenmesi, sendikal hakları falan filan muhabbetine tek bir işçi girse de kendi aralarında deli gözüyle bakılıyor patronlar da zaten bu adama anında yol veriyorlar, hayat aynen devam ediyor. Fazlasıyla şahane ve komik sahneler de mevcut, yaşı başı çoktan geçmiş bilinçli tek işçi abimizin bir banyo uğruna yaşadıkları ve Big Lebowski ile birlikte en komik kül dökme sahnesine sahip film desek yeridir, acı-tatlı ilerleyen bitter tadında bir film. Meraklısına...

1 Ekim 2011 Cumartesi

Soundtrack & Buddy Holly


 Varlığından tesadüfler eseri haberimiz olduğu müziğin 23 yaşında erken göç eden efsanelerinden Buddy Holly. Öldüğünde henüz 23 yaşında olmasına rağmen kendisinden sonra Beatles, Bob Dylan gibi birçok efsaneyi de etkilemiştir. Her şarkısı birbirinden güzel şarkılardan Everyday'i çalalım hafiften, bu şarkı da Stand by me, big fish ve mr. nobody gibi sağlam filmlere film müziği olarak kullanıldı hepsine de ayrı bir yakıştı.
Son olarak Mr.Nobody filminde kullanıldı ki bu filmde ayrı tez konusu, baya uzun süren, bir süre kafa karıştıran, tekra izlenmesi makbul olan kelebek etkisiyle kardeş bir güzel film...

buddy holly - everyday

27 Eylül 2011 Salı

Bira ve Rooney

 Klişe tabirle ingilizlerin asi çocuğu Wayne Rooney'in bazı bazı apaçiliklerine denk gelmiştik ama ben bunu yeni gördüm yahu. Rooney locada bir hanım ablanın itinayla alıp masaya koyduğu birayı kalıbına bakmadan kendi bardağına koyuyor, sonra hiçbir şey yokmuş gibi maçı izler gibi yapmaya devam ediyor...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Acaba Nerdeyim?



Bir sabah uyandığınızda 
Beni bulamayacaksınız 

Bir hicaz şarkı
Rüzgâr olacak denizlerinizde
Üşüyeceksiniz

Bir rıhtımda tiz bir ıslık
Her kundakta yeni bir yalnızlık
Beni bulamayacaksınız

İstanbul'un üzerinde kavak yelleri
Bir bir gemiler uzaklardan
Sizin eteklerinizde ziller
Sizinle olmayacağım 
Anlamayacaksınız...

sadri alışık

Yorumsuz...

357.570.727 tl
ne lan bu böyle? diyenlere kısaca Beşiktaş'ın borcu şeklinde açıklayabiliriz.
Günü kurtarmaya dayalı kulüp politikası yarınlara ipotek koydu çoktan...

24 Eylül 2011 Cumartesi

the guardian ve Beşiktaş

The Guardian istanbul rehberinde bir tek bize yer vermiş semti ve stadı ziyaret etmişler, klişe ve klasik dönerle açılıyor klip, idare eder çok da iyi olmasa da semtte hissettiriyor hafiften...

   

Beyoğlu için de ufak bir klip yapmış abiler bu daha başarılı olmuş, apaçilerden türkü barlara varan geniş yelpazede beyoğlunda bir gece;
ve yine internet sitelerindeki Çukurcuma ile alakalı video şaahne olmuş, adamlar bizi bizden iyi tanıtıyor arkadaş...

paokara


Yunanistan'da kriz bitmezken, sürekli kemer sıkma adında insanların yılalrdır süregelen haklarının kısıtlanması mesjları verilirken adamlarda protesto kültürü olduğundan aslında imreniyor insan. Herkes sokaklarda bir şekilde kendisini ifade ediyor farklı yollarla olsa bile ya da tribünlerde...
Imf kurtaracak diye beklenen komşi ülkede Paok taraftarı cevabı vermiş, IMF get the fuck out here!..

yeni pascal Q7, yeni Beşiktaş

Olmayacak yerde yapılmaya çalışılan ve yüze göze bulaştırılan, artistlik kokan gereksiz bir hareket akabinde kaptırılan top ve rakibe arkadan hayvan gibi tekme atan bir adam ve kırmızı kart görüp formayı öpen bir adam aynı zamanda, popülizmin sınırlarında...

 

Ve bu herifi salyalarını akıta akıta alkışlayan Beşiktaşlılar ki acı olan da bu tablo olsa gerek...
Yeni pascal noumamız hayırlı olsun demek düşer. Beşiktaş dingonun ahırı kulübü olmuştur malesef. Mendes'lerin Demirören'lerin Sinan Vardarların Sinan Enginlerin oyuncağı, karakteri tüm benliği silinmiş sıradan bir kulüp, benim tüm hissettiğim bu açıkçası. Bizim sevdiğimiz hani hayatımızı ona göre ayarladığımız tüm iliklerimize kadar ısıtan takımdan eser yok. E hala ne diye maça gidiyosun o zaman dersen tabi izahı yok, alışkanlık, yollarda olma halini özleme vesaire vesaire.
Ama bu adamın kaptan olduğu ki kimler olmadı nobreler bile yahu tüylerim diken diken oluyor arkadaş. Rızalardan Ulvilerden Kadirlerden takoz recepten, varını yoğunu ortaya koyan amatör ruhu koruyan gerçek profesyonellerden kimlere düştük ne hale geldik demeden edemiyor insan.
Off herşey karışık...

19 Eylül 2011 Pazartesi

bir umut bizi yaşatan...

 Fakirin yüzü soğuktur. Niye soğuktur Cabbar gardaş?



"İyi at, iyi araba para işi gardaş. Paran olunca her bir iş iyi olur. Paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen, iyi yataklarda yatarsın.Parası olunca adam kuvvetli olur. Parası olunca adamın evi, avradı olur, evinde tenceresi kaynar, çocukları olur. Paran olmadı mı iyi değel, dünyada senden kötüsü yoktur, senden püsü yoktur, her yerden kovarlar seni. Fakirin yüzü soğuktur. Niye soğuktur Cabbar gardaş? Parası yoktur da ondan. Mesela kış gününde, günün en soğuk vaktinde, cebinde paran olsa üşümezsin, hamamdaymış gibi terlersin. Ammavelakin para olmadımı yaz gününde üşürsün. Neden? Çünkü para adamı sıcak tutar. Sıcahhh... Senin bu atlar paran olsa iyi yem yerler. Paran yok, gariplerin iskeleti çıkmış. Açlıklarından ölecekler."

13 Eylül 2011 Salı

bizden cacık olmaz aabi

 

Voleybol bağyan takımımız neşeli idmanda futbol maçı yapmış efendim , küçük melahat kampın neşe kaynağıymış falan. Şaka bir yana Eskişehir maçını gördükten sonra ablalar oynasın biz seyredelim en güzeli.
Play  off sistemi anca bize yarar orası kesin çünkü şampiyonluk falan uzun süre hayal bence, hiçbir şekilde başarılı olabileceğimizi düşünmüyorum ki umarım yanılırım.
Bomba transfer adında bir menajerin bize kakaladıklarıyla ihtiyaç dışı yerlere gudik transferlerle gözboyamayı başardılar ama satılan kombine sayısı bu sene işlerin öyle yürümediğini gösteriyor. Keza kapalı biletleri de aynı şekilde 200-300tl biletler falan, hala bir tepki verilmiyor tabi herkesin keyfi yerinde ama ilerde üzerinden para ve itibar kazanacakları bir Beşiktaş olmayacak bu gidişle.
Eskişehir maçına dönecek olursak sahada kimin ne yaptığı belli olmayan, sağ ve sol beki yıllardır bulunmayan Beşiktaş'ın nafile çırpınışlarını canlı gördü bu gözler. Tribün olarak da kötüydük, devre arasındaki gereksiz atışma da hoş olmadı, Maç sonu da otobüs taşlanma gösterisiyle deplasmanların olmazsa olmaz ritüelini gerçekleştirdi rakip tribün. Velhasıl demirören ailesinin oytuncağı olan kulüpte karışıklıklar, kaos, para çarçuru ve bilumum popülist söylemler eksik olmayacak malesef...

7 Eylül 2011 Çarşamba

Anason

Dokunsalar ağlayacaksın; Ama hiç dokunmuyorlar.

Ardarda dinleyesi geliyor insanın, anason kokusu burunlara ulaşıyo sanki...
Klip de ayrı güzel olmuş ki oynayan abimiz şahane, şarkı arasında bilirim gidenlerle ölünmez ama kalanlarla da yaşanmıyor diyip olayı bitiriyor.
Klarnetiyle, uduyla, bendir ve envai çeşit sazları ile güzel şarkı yapmış Zakkum, bize dinlemek düşer...

Nostalji

Nostalji serisine devam...


Başarı ve taraftar -aslında seyirci- sayısı mevzusuna atılan uçan tekmedir bu. Şampiyonluktan uzak geçen 15 sene ve çığ gibi artan Beşiktaşlı, tıka basa dolan statlar, sahiplenme ve daha bir sıkı sarılan insanlar

siyaaah

 

Sezon açılıyor lakin tadı tuzu yok hiçbirşeyin, ne ligler temiz ne takımlar, ne Beşiktaş bizim tutulduğumuz Beşiktaş, herşey bambaşka... Haftaiçinden gazete kağıtları dergiler kesip konfeti yaptığımız, tesislere koştuğumuz, sevgilerin daha bir içten olduğu günler çok geride, çok da takılmamak lazım belki de.
Herşeye rağmen Eskişlehir'de olcaz haftasonu bir mani çıkmazsa, sensiz geçen günlerin... diyerekten.
Ama gel gelelim özlüyor insan yeşil zemini görür görmez hissettiği heyecanı, takım sahaya çıkarken patlayan gümbürtüyü ve siyaah beyaaaz seslerini...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Midnight Cowboy

 "i'm walkin' here! i'm walkin' here!"
     Bazı filmleri izlemeye kıyamazsınız, hep doğru zaman gelsin diye beklersiniz. Ulan bi kafam boşalsın şöyle bi güzel izleyeyim dersin birtürlü o vakit gelmez, aslında hep sona saklar gibi bekletirsiniz geç de olsa o an gelir. Ulan niye bu zamana kadar bekledim bunu izlemek için dersin.
Midnight Cowboy da benim için bu özel yerdeydi. Ulan bekle bekle nereye kadar, her geçen zaman zarar, pişman olacağını bile bile yapılan bir günah gibi resmen.
Bu film gelene kadar ağdalı, gösterişli toplumdan kpuk filmler ön plandayken oscar alırken Midnight Cowboy bu gidişe dur dedi, Amerikanın bilhassa New York'un arka sokaklarına, kaybedenlerine dikkat çekti, gerçek insanlara, amerikan rüyasında boğulanlara...



Açıkçası Dustin Hoffman'ın bence en sağlam oyunculuğu sergilediği film bu keza Jon Voight de Texas'ın bağrından kopmuş cowboy kod adlı saftirik abimiz rolünde şahane. Biri hırsızlıkla günü kurtarmaya bakarken diğeri jigololuk peşindedir ama ikisi de toplumsal hiyerarşinin dibindedir, exit yazısı çok bulanıktır, çok uzaktadır.
Florida'yı düşler birisi, topal ayağını unutup manyaklar gibi koşmayı, diğeri sürekli geçmişi düşünür ailesini, tutucu halkın deli diye yaftaladığı hatun kişiyi. Çok şey istemezler sadece karın doyurmak, gün geçtikçe dostlukları birbirine güç verir. Filmin sonu ayrı trajiktir otobüsün en arkasında, meraklı bakışlarının arasında. Onlar toplum için tehlikelidir, korkacak bişeyleri yoktur, dayatmalarla yaşamazlar, istedikleri gibidir ve özgürdürler aslında diğerlerinden çok daha...

11'e 10 Kala

-Karından niye ayrılmıştın?
  -Ya koleksiyonun ya ben dedi, ben de koleksiyonu seçtim tabi.
Bir gün çıktı gitti...



Pelin Esmer'in yazıp yönettiği son zamanlardaki en güzel filmlerden ki yerli yapımlarda birçok yapım var karambolde gümbürtüye giden. Bu filmi sinemada nasıl izlemedim lan diyor insan çoğu zaman olduğu gibi.
Bu tarz filmleri illaki tek başına izleyeceksin ama ota boka takılmadan, sağa sola dikkati dağıtmadan.
O kadar güzel bir sade anlatım, tadında abartısız oyunculuk fonda istanbul ve birçok güzel detay boşa gitmesin.
Mithat Bey'in hayatına dikiz yapıyoruz. Adam koleksiyoner ama öyle böyle değil, hergün gazteelerden çifter çifter alıyor, keza saatler de öyle, dergi, kitap, koleksiyoner değeri taşıyan içkiler ve hatta ekmeğin üzerindeki fırın etiketlerine kadar.



Koleksiyon işi obsesyona dönüyo arkadaş az çok biliyorum zaten filme ve mithat amcaya ısınmamı hızlandıran büyük bir etken oldu bu olay. Mithat Bey bir sahnede doktora gider, toza alerjisi olduğunu öğrenir ki aynı mevzu bende de var ona rağmen inatla abidik gubidik demeden herşeyi toplamaya devam ediyoruz.
En tepedeki diyalog zaten durumu özetliyor, koleksiyoner adam yalnızlığa mahkum sanki bana öyle geliyor.
Hergün sahaflara uğranıyor, ve bilumum uğrak yerlere eksik parçalar aranıyor, biri tamamlansa yenisi aranmaya başlanıyor...Koleksiyonunu asla paylaşmıyor, hayati önem arz ediyor hatta sağlığından da öte, rüyalarına girecek derecede takıntı olayı olabiliyor, vaktini bunlara harcıyor bundan zevk alıyor, sıkılmadan uğraşıyor tek tek bakıyor üşenmeden hepsine, satsana şunları diyenlere kıçıyla gülüyor...
Aynı zamanda yönetmenin amcası olan Mithat Amca yani Mithat Esmer ve kapıcı rolünde Nejat İşler gözönündeki iki oyuncu ve ikisi de rollerin üstesinden şahane geliyorlar, emniyet apartmanı, mithat amcanın mezarlardan sıkılma hali ve yakılmak istemesi, apartman sakinlerinin her yerde herzamanki gıcık muhabbetleri, rutubetli kapıcı dairesi, modern hayata direnen don kişot misali inatçı mithat amcanın tüm halleri, sayısı binlerce olan objelerine bağlılığı hayranlık uyandıran onlara çöp diyenleri şiddetle kınayan mithat amca ve insanı bir an bile sıkmayan ki tüm durağanlığına rağmen, güzelim film...

30 Ağustos 2011 Salı

mehmet ali aydınlar yalnızlığı


Adamı her gördüğümde bir acıma hissi uyanıyo artık nedense. Adam bildiğin sanki kumpasın içine sürüklenmiş, çıkışı bulamıyor battıkça batıyor.
Federasyonun kriz yönetememe hali, herkesi memnun etmeye çalışma, boncuk dağıtma gibi alışılageldik şeylere girmesi akabinde yüzüne gözüne bulaştırması aşikar.
Gelgelelim bu adamın suçu ne ki tuttuğu takım tarafından da bildiğin aforoz edildi, kimseye yaranması zaten mümkün değil, saha içindeki hakemlere döndü resmen.
Fatih Altaylı'nın bu davayı bilseydiniz aday olurmuydunuz sorusuna cevabı zaten açıklıyor, hayatta girmezdim bu işe derken pişmanlığın son safhasında adam.
Burda asıl kafama takılan Özgener-Serdar Bilgili benzerliği. Özgener de bildiğin durduk yere abidik gubidik nedenler öne sürerek koşar adım istifa edip kaçtı. Bilgili de sözümona şeref tribünü dolaylarından 1-2 adamın küfür ettiğini öne sürüp kaçıp gitmişti ve geçen yıllarda Bilgili'nin semtin en sağlam yerlerini kapatması, Akaretlerin kaymağını yemesi acayip midemi bulandırdı.
Her iki adamın da benzerlikleri çok. Bilgili bir röportajda aslında futbolla pek alakası olmadığını itiraf ederken bir iş adamı arkadaşının akıl verdiğini ve futbola girmesi halinde hertürlü yükseleceğini söylediğini belirtmişti.
Daha sonra abi tekstil işinden zaten genel sekreterlik, yöneticilik, başkanlık derken Beşiktaşın diğerlerine benzetilme operasyonunun temellerini atan adam oldu, localar, kapalının yıkılması, butik stad gibi Beşiktaşla, gerçeklerle bağdaşmayan işlere girişti, locaları sponsorlara falan peşkeş çektikten sonra bir anlamı kalmadı tabi.



Çok karışık bir dönemde Bilgili işin içinden sıyrıldı gitti.
Aydınlar da gayet efewndi bir adam portresi çizdi, tüm kulüplerin ortak desteğiyle geldi ve bildiğin yediler adamı diye düşünüyorum bu kaos ortamında bir yem misali, Özgener belki de kıs kıs gülerken Aydınlar labirentteki fare gibi çıkış yolları arıyor, kafama takıldı bayram günü lan bunlar çok garip. Bir tarafta Bilgiliye özel sevimsiz gülümseme hali bir tarafta mehmet ali aydınlar tedirginliği...
Cümleten şeker tadında bayramlar olsun, el öpmeli falan...

28 Ağustos 2011 Pazar

Born to be wild

-Bizden korktular galiba.
-Hayır senden değil, temsil ettiğin şeyden korkuyorlar.
-Neymiş o?
-Özgürlük...



68 kuşağının filmi olarak bilinir, efsane film Easy Rider, yol filmlerinin de aynı zamanda en güzellerindendir.
Tüm filmi burda anlatacak değilim mevzubahis açılış sahnesi ve herkesin bildiği harika eser bort to be wild.
Filmi müzikleri birbirinden güzel aşmış vaziyettedir abiler motorla ordan oraya akarken otobanda hissettirir.
Açılış sahneleri arasında Apocalypse Now ile birlikte favorimdir. Peter Fonda abi tüm karizmasıyla kolundaki saati yere fırlatır ki yola çıkma vaktidir zamanın pek bir önemi yoktur artık. Dennis hopper, Jack Nicholson ve Fonda yeter artar bile...
Çok şey anlatır aslında tüm dinginliğine de rağmen. Irkçılık, önyargılar, farklı olanı tahammül edememe hatta yok etmeye giden yüzyıllardır ekilen nefret tohumları ve aslında hala değişen birşey yok acı olan da bu, modern kisvesi altında hala ilkel yaratıklarız bize dayatılan tüm önyargılarımızla, muhakemeden uzak ilkel yaratıklar...

Easy Rider...Özgürlüğün filmi kısaca ve uzunca...

21 Ağustos 2011 Pazar

17 Ağustos 2011 Çarşamba

17 Ağustos

Unutmadık diyeceğim ama milletçe çoktan unuttuk, unutmaya, ihmal etmeye ve hatta yenisi yaşanana kadar görmezden gelmeye, üzerini örtmeye devam edeceğiz. Sonra da kader diyip geçeceğiz, yeni felaketleri bekleyeceğiz tekrar tekrar...


fotoğraf: forzabesiktas

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Crazy Heart

 Bad: Oğlumun yanındayken bile yanında değildim,
Jean:Nasıl olur, ben Buddy olmadan yaşayamam
Bad: İşin kötüsü ne ne biliyor musun, yaşarsın...



Yüce oyuncu her karakterin adamı Jeff Bridges'in çok öncelerden beri hak ettiği oscarı almasına vesile olan, gösterişsiz, ağdasız, salya sümüksüz ama bir o kadar etkileyici ve alkol kokusunun gelip yanaştığı, son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden Crazy Heart.

Thomas Cobb'un romanından uyarlanmış olan film çoktan dibe vurmuş bir country sanatçısı, emekçisi desek yeridir, nam-ı diğer Bad Blake'in hikayesini konu alıyor. Batakhanelere kadar düşmüş, ikinci sınıf barlarda hatta bowling salonlarında şarkı söyleyebilen Bad'in hal ve vaziyetlerine bir an bile sıkılmadan göz atıyoruz Bowling salonu bildiğin Big Lebowski'ye saygı duruşu babında olmuş zaten. Müzikler desen şahane mi şahane. Jeff abiye eşlik eden Maggie Gyllenhaal her filmindeki gibi pek sempatik minimal tadında oyunculuğuyla tam oturmuş, aynı zamanda yapımcılardan da olan büyük usta yan rollerin eşsiz adamı Robert Duvall Blake kadar bizim de dostumuz gibi adeta. Colin Farrell yerine başkası olamaz mıydı acaba diyorum birçok rolde çiğ duruyo bu adam In Bruges de çok iyiydi o ayrı ama olmamış gibin.
Ne bir adamın hikayesini anlatırken ileyeni drama boğuyo, ne göz boyama olayına girip saçma sapan sahneler, olaylarla yoruyo film tam kıvamında gerçek bir film ilemek isteyenleri kucaklıyor vatandaş.
Aşağıdan oscarlı film müziği,  Ryan Bingham'ın seslendirdiği The Weary Kind dinlenmeli;

14 Ağustos 2011 Pazar

Sen, Hep Özlenen!..

 

Aylardır Seinfeld'i tekrar sıfırdan başlayıp bitirecem ulan diye inat ettik başardık, dizilerin atası ulan bu en hası dedirtiyo, kendisinden sonra gelen hhemen tüm sitcomlar bildiğin burdan esinlenmiş arkadaş bunu tekrar çok net görüyorsun. Gel gelelim onun yanına bilke yaklaşamazlar hani günümüdeki en popüler olanları dahi gördük ki Barney falan hikaye Kramer var lan, hele George Costanza sen nasıl bir admasın ya, gelmiş geçmiş en muazzam kaybeden en baba karakter benim şahsımda yanına yaklaşabileceğini sanmıyorum kimsenin. "benim gibi birini sevebilen bir kadinla ne isim var?" tarzı onlarca cümleyi çekinmeden savurur, hep pintidir hep bahtsı ki çoktan kabullenmiştir çoğu zaman kazanmayı reddeder, yabancılar George abi. Ailesi de apayrı olaydır özellikle babası yerlere yatıran cinsten.

 

Jerry kaptanlığında keza Elaine de görülmedik şekilde arkaya itilmiş kadın karakterlerin ötesinde falasıyla sempatiktir, ön plandadır hiçbir dizide kadın karaktere bu kadar sempati duyamazsınız, her daim cinlik peşinde postacı Newman ve her dizide binbir çeşit katan envai çeşit karakter, hiç sıkmıyor kaç yıl geçerse geçsin eskimiyor ve hep en iyi kalacak lan bu iddia ediyorum.
Ona yakın bişeyler arayanlar için yine Larry David'in “Curb Your Enthusiasm”  dizisi tavsiye olunur.
 Hiç bitmesin be abi...

7 Ağustos 2011 Pazar

Robbie Savage'li Sezon Açılışı

Arıza karakter Robbie abi, geçtiğimiz sezondan beri İngiltere liglerinin (championship, league one, league two) sponsorluğunu bağlayan npower'in önderliğinde yeni başlayacak olan sezonu formaları üstüste giyerek açmış, start vermiş bir nevi.
Formaları giydikçe minik kuş gibi olmuş adam yaz gününde para için yapılır mı be abi diyorum gerçi o formaları bana verseler takla atarım, koleksiyona katarım yahu.
Nottingham forması güzel, Sheffield da güzel olcak visitmalta gibi gudik bi reklamı olmasa keza, birkaç tane daha güzel örnek olsa da pek içaçıcı değil sanki...

3 Ağustos 2011 Çarşamba

eskici geldiii


Gün geçtikçe eskiye özlem daha bir artıyo sanki, hele bu tarz fotoğraflara denk gelince ulan ne acayipmiş diyosun. İlk kez gördüm ve gördüğüm en eski kapalı-tribün fotoğraflarından. Pankartlar da enteresan Heybeli, Kınalı Ada falan. Kafalarda fötr şapkalar, kapalıda sette oturma şekli falan ama o zamanlar da farklı değil beklediğimden güzel herşey:)

24 Temmuz 2011 Pazar

koyverdin gittin amy...

Yapılacak şey miydi bu, en olmayacak zamanda yaşta. Tıpkı Hendrix, Morrison, Joplin ve Cobain gibi 27 sene yetti demek ki. Manasız şaşaalardan, her daim patlayan flaşlardan bıkıp çekip gitmek iyi de daha yeni başlıyordun sanki mahrum bıraktın sesinden, nefesinden be Amy.
Frank ile tanıştırdın 2003 civarları, uzun yıllar sonra heyecanlandıran bir ses duymuştum, acayip olmuştum. Ulan şu ses rengine, ses teline kurban olduğum bir gelse buralara nolur demiştim, gelecektin lakin bilet fiyatlarını görünce lanet okudum, ardından konser iptal, sevenler iptal. Harbi yıktın geçirdin, yine popüler kültür seni ilerde tişörtlere, duvarlara yapıştırcak ama çoktan efsane oldun zaten yıllar geçmesine gerek mi var be abi.
Off herşey karışık..

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Jimmy İş Başında


Jimmy Abi Copa America'yı es geçmedi, yine yaptı yapacağını.
Arjantin-Uurguay maçının karambol dakikalarında Aguero'yu yakalayıp kafasına meşhur beresini taktı, adamı üstüne bir de öptü ve herzamanki alışılageldik  polisin kendisine eşlik etmesiyle sahayı terk etti abimiz.
Artık bir futbol fenomeni, olmazsa olmalardan biri Jimmy. İlerde onu da çok arayacağız eminim hızla tüm renkler ve futbol silinirken...

16 Temmuz 2011 Cumartesi

İşte Böyle Birşey Beşiktaşlılık



Oynanan bir maç sırasında rakip takımın bir oyuncusu öyle sıkı bir tekme atıyor ki Vedat Okyar can acısıyla bir anlığına zerafeti falan unutup küfür ediyor. Oyuncu hemen öğretmene şikeyete giden bir talebe gibi hakemin yanına koşuyor. “Hocam, Vedat bana küfür etti!”

Hakem de bir efsane: Doğan Babacan. Vedat’ın küfür edeceğine ihtimal vermiyor ama yine de yanına gidip soruyor: “Vedat, sen küfür ettin mi falancaya!”

Vedat duraksamadan: “Evet, ettim” diyor.

Doğan Babacan’ın eli cebine gidiyor. Geri geldiğinde o el bir kırmızı kart tutuyor. Havaya kalkan kırmızı kart tüm stadı şaşkınlık temelli bir sessizliğe gömüyor. Olacak iş değil… Beyefendi Vedat kırmızı kart yiyor. Üstelik yediği tekmenin üstüne, tatlı niyetine…
 
tezcan&vedat
 
Tezcan arkadaşının yanında tüm olan bitenlere şahit olmuş. O da şaşkınlık içinde:

“Oğlum” diyor Vedat’a, “Manyak mısın sen, niye ettim diyorsun. Etmedim deseydin ya”

“Üstümde Beşiktaş forması varken yalan mı söyleyecektim!”