10 Nisan 2009 Cuma

Rabbim "Balıkesir-Edremit" dedi


Bitli Piyade olarak kısa dönem Balıkesir Edremit yöresine yol göründü.
Gönül isterdi ki havacı, denizci olalım ama nafile. Yeşil don giymek farz oldu...
Unakıtan çifti gibi Cleveland demedi rabbim, sağlık olsun:)
Burdan Şairler parkı ekürisi Ege&Marmara, BAggio, Ortega, graSS, kartalbafiler, designerk, stalker, taksim, cem, voodoo girl, bob, aguila negra, wjker1982, 37927, marlon brando hocam olmak üzere bloga ilgi alaka gösteren, yazan çizen, okuyan kim varsa sağolsun/varolsun.

Muhabbetle...

9 Nisan 2009 Perşembe

Hayat Var


Giderayak izlenmesi farz olan ama birtürlü izleyemediğim filmlere akıyorum adeta.
Son halka da Reha Erdem'in son filmi Hayat Var, halen vizyonda olup film gitmeden meraklılarına tavsiyemdir.
Son dönem Türk sinemasına ivme kazandıran Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Semih Kaplanoğlu gibi yönetmenlerle birlikte mutlaka anılması gereken bir adam lakin adını anan bile yok belirli çevreler dışında. Heleki bu filmin ses, müzik ve görüntü alanında ülkenin fersah fersah ilerisinde olduğunu not düşmek lazım gelir.
Özellikle görüntü yönetmeni Florent Herry ile birlikte eküri halinde mükemmel filmlere imza attılar. Kaç Para Kaç, Korkuyorum Anne, Beş vAkit ve A Ay filmleriyle bambaşka bir üslup, nizam ve bakış açısıyla soluk aldırdı bizlere. Diğer filmlerinde genelde İstanbul denizine karşı geçen filmleri bu kez denizde geçiyor. Bir balıkçı kızı olan Hayat'ın ergenliği, çevresinde ve dünyada sevgisizlik, büyüme belasıyla cebelleşmesi, kendine has dünyası diğer filmlerinin aksine sert ve gerçekçi bir film.


Filmin geçtiği işskele kenarındaki tahta ev inanılmaz isabetli olmuş, keza oyuncu seçiminde Beş Vakit'ten hatırladığımız filmin Hayat'ı Elit İşçan kusursuz iş çıkararak oyuncuyum diyenlere taş çıkartmış, yine oksijen tüpüne bağlı yaşayan dede rolünde Levend YIlmaz ve her yola gelen baba rolünde Erdel Beşikçioğlu da aynı şekilde. Hayat Var yönetmenin A Ay ve Beş Vakit filmlerinin de izinden gidiyor, farklılıklar yaratsa da...


Açıkçası yine ortalama sinema izleyicisinin oflayıp poflayacağı, kuvvetle ihtimal yarısında çıkacağı ağır ilerleyen Reha Erdem filmi. Fazla caz yapmadan yönetmenin tanımını sunayım; "Bu bir büyüme filmi, bu bir isyan filmi. İsyanda hayat var ve ben hep isyandan yanayım" diyor.
Filmin sürprizi ise bizi özümüze çağıran müzikleri ki Orhan Gencebay, Mine Koşan, Neşe Karaböcek ve film bitimi çalan Belkız Özener'in Artık Sevmeyeceğim'i acayip bir tad katmış filme. Hele ki Orhan BAba'nın Aklım Takıldı parçası melodisi ve sözleriyle dillere pelesenk oluyor. BEn arabesk dinlemem, şöyleyim böyleyim diyen kasıntı tiplere de ulan kültürümüze, müziğimize, reflekslerimize, iliğimize kadar arabeskiz diyerek tokatı basıyor...

7 Nisan 2009 Salı

The Wrestler; Tutunamayanlar

Bağımsız sinemacı Darren Aronofsky'nin artık dibe vurmaya yakın olan, yaşı kemale ermiş profesyonel güreşçi Randy 'The Ram' Robinson'un yürek sızlatan öyküsünü anlattığı The Wrestler, bizde halen sinemalardaki adıyla Şampiyon filmini geç de olsa izledik.
Bu filmi film yapan en önemli husus Mickey Rourke'un yeniden doğuşunu simgelemesi ve canlandırdığı, daha doğrusu hayvan gibi oynadığı Randy karakteriyle kendi hayatının paralellikler taşımasıyla yükselen performansıdır.

Henüz genç yaşında James Deanvari bir giriş yaptı Rourke. Diğer filmlerini çok izlemesem de Coppola'nın Rumble Fish filmi ki ordada Motorcycle Boy karakteriyle hafızalara kazınmış, karizmanın kralını yapmıştı.

rumble fish

Rourke ayrıca boksördü ki parlak çıkışının ardından cahilliğine verdiği hareketlerinden sonra boksa dönüş yapıp bol bol suratına darbeler alarak günümüzdeki surat şekline kavuşmuş. Bu bocalama döneminde hangi akla hizmet yaptığı bilinmeyen şekilde Pulp Fiction, Platoon, Rain Man, The Silence of the Lambs, Top Gun gibi kalburüstü filmlerde oynamayı reddeden bir adam var karşımızda, nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakçaaa...
Akabinde oynadığı ikinci sınıf filmlerin ardından Mickey Rourke The Wrestler ile geç de olsa titreyip kendine geldi diyebiliriz. Hali hazırda boks yapmış olan, bolca kan ve darbelerle yoğrulmuş, kariyeri bir kaybeden hikayesi kıvamında olan bir adam olarak The Wrestler'daki tutunamayan bir adamı oynaması mükemmel seçim olmuş. Lakin yönetmenin anlattıklarına göre yapımcılar Rourke ismini duyduklarında hiçbiri para vermeye yanaşmamış, duyan kaçmış tam manasıyla. Sonunda 6 milyon dolar gibi bir rakam kopartarak yönetmen yola çıkmış, Rourke'a inanarak. Filmin bitimiyle Altın Küre, Bafta ve Bağımsız sürüyle ödülün yanında OScar adaylığını da beraberinde geldi.
Filmin başrolündeki Randy rolünün ilk başta Nicolas Cage'e teklif edilmesi ise şaka gibi geliyor insana, hele ki bu kadar filme ruh katan bir performansın ardından.
Yönetmenin diretmesi ve bu ışığı görmesinin ardından neyseki hatadan dönülmüş. Eğer Cage ya da popüler herhangi bir Hollywood oyuncusu bu filmde oynasa stüdyolardan, yapımcılardan paralar yağar, eşşek yüküyle reklam harcamaları yapılır ama film bu kadar başarılı ve gerçek olmazdı, olamazdı...


Yönetmen Aronofsky adını 98 yılında 60.000 dolarlık ufacık bütçesine karşılık üç milyon dolarlık gişe yapan bağımsız filmi "Pi" ile adını duyurmuş, ardından "Requiem for a Dream" ile insanları 'bağımlı' yapmıştı adeta. Enteresan kurgusu, gerim gerim geren müzikleri, tekinsiz atmosferiyle fazlasıyla deneysel takılmış bu filmin ardından Brad Pitt ve Cate Blanchett'i oynatmayı düşünüp başaramadığı ve başarısız bulşunduğu "The Fountain" filmi geldi. Tarz olarak belli bir kalıba konulamayan bir adam olduğunu ise bu kez o kadar farklı filmin ardından çokça görmeye alıştığımız hikayeleri andıran eski bir sporcu hikayesini çekerek gösterdi. Kenar mahallede, karavanda yaşayan, hayata karşı tutunamayıp geçkin yaşı nedeniyle dövüşmeye devam etmesi için doping ilaçları alan, süreksiz işlerde ek işler kovalayan, çocuğu olduğunu kalp krizinin ardından hatırlayan, striptiz kulüplerde soluk almaya çalışan bir kaybeden öyküsü. Filmin açıkçası farklı bir tadı var anlatamayacağım şekilde. Karakterin de temsil ettiği ve sıkça dile getirdiği 80'lerin ruhunu ve 90'ların iğrençliğini de temsil ediyor. Kitleleri çekecek her sinema severi içine alacak bir film değil ki bunu filmin ilk yarısı bitince boşalan salondan gördüm bugün.
Bir de yine 45 yaşında olup adamı kendinden geçiren Marisa Tomei var ki bundan önce oynadığı film olan Şeytan Duymadan Önce'de de acayipti. Randy ile benzer karakterler filmde, ikisi de şovlarında takma isimler kullanan, etraflarında onlarca kişi olmasına rağmen acayip şekilde yalnız insanlar.
Bu benzerlikler, 80lerin müziğini çalan bomboş barda dans sahnesi, Randy'nin kızıyla olan sahneleri, herşeyi tekrar bok ederek telafi edilemez hasar aldıktan sonra ölüme gidişini temsil eden karşılaşmaya çıkmadan yaptığı konuşma ki bu konuşmayı da Rourke kendisi hazırlamış, ayrıca Amerikan Güreşçilerine dair söyledikleri, karşılaşma öncesi yaptıkları kurguları, birbirini zımbalayan-tel örgülerle saldıran manyakça ama gerçek iç acıtan hikayeleriyle bu insanlara da saygı duruşu niteliğinde. Keza filmdeki sahneler gerçek güreşçilerle ve onların hayranlarıyla çekilirken bolca doğaçlama yapılmış ki filmde gerçeklik duygusunu geçirmiş fazlasıyla. Filmin en güzel tarafı da çok rahatlıkla Rocky misali bir geri dönüş ya da kahramanlık hikayesi yaratabilecek, milyon kişiyi toplayabilecek hikayesine rağmen filmin en önemli sahnesinde en çok üzen anıyla zaten tavrını ortaya koyarak kolaycılığa kaçmadan tüm hikayeye sadık kalarak gözümüzde itibar kazanıyor, güzelleşiyor efenim.
Karşımızda favori filmleri Angel Heart ve Barfly olan sıradışı bir yönetmenin bu kez ondan beklenmeyen derecede normal hikayesi, dibe vurmuşken ikinci baharını yaşayan Mickey rourke ve kendini oynarcasına vücut bulduğu The Ram karakteri, Marisa Tomei ile yalnızlık sularında yüzdüğümüz Cassidy karakteri, zamanının efsane rock/metal gruplarından oluşan aynı baş kahramanımız gibi zamanla unutulup giden müzikleri ve o ruhu taşıyan güzel bir film var...

Foto İngiltere












Coupling, H.I.M.Y.M & The Office


Geç de olsa uzun zamandır izlenmeyi bekleyen İngiliz komedisi Coupling'e kavuşup izledik, güldük eğlendik. İngiliz tarzı esprilere, mizahına alışkın olup seven insanlar için 10 numara bir komedi dizisi Coupling. 4 Sezon sürüp, her sezonda ortalama 8-9 bölüm gibi çok kısa ömürüyle belki de hep tadı damaklarda kalmış, efsaneleşmiş dizi olmuş kendisi.
Coupling kendinden sonra gelen türevi diziler için de temel dayanaklardan biri olmuş. Buna en güzel örnek de How I Met Your Mother. Hemen hemen dizinin yarısının barda geçmesi, müdavim olunan barlar, mekanlar, diyaloglara dayalı işlenen, ince mizahla örülü hikayeleriyle ve karakterleriyle Coupling'ten etkilendiği ve birebir bazı mevzuların alındığını izler izlemez anlıyorsunuz.

Coupling dizi camiasına Jeff Murdock gibi bir fenomen hediye etti ki diziyi efsaneleştiren, sevilmesini sağlayan, en önemli ögelerden kuşkusuz. Kendine has jargonu olan, hayal gücü sınırsız olup hertürlü absürd olaya gebe Jeff karakteri dizinin son sezonunda çıkartılarak dizi intihar etse de son sezonunda idare ederek finişi tamamlamışlar.
How I Met Your Mother da Coupling'deki birçok karakterin yansımasını bulmak mümkün. Uzun zamandır bir dizide bayan karakterin bu kadar komik olduğunu görmemiştim Coupling'deki JAn karakteri. Onun ses tonu hal ve hareketlerini Lily'de görmek mümkün. How I Met Your MOther'da zirveye çıkan, dilden dile dolaşan Barney Stinson karakteri de kadın-erkek ilişkileri yönünden Patrick, komiklik yönünden de Jeff'den kopyalanmış adeta. PAtrick'in hergün farklı hatunla takılması, ilişkilere bakış açısı, birlikte olduğu kişileri kasetlere kaydedip bunları biriktirmesi, Jeff'in sürekli kadın uzuvlarıyla takıntılı halleri, uçsuz bucaksız fantezi dünyası izlendikten sonra Barney'nin birçok bölümdeki yaptıkları birebir alınmış hissi veriliyor.
Başroldeki Steve kardeşimizden de Ted Mosby'ye dair bir çok referans bulmak mümkün.
Dizi tüm orjinalliği, göndermeleri ve başarısıyla vakit kaybetmeden Amerikalıların dikkatini çekmiş, çoğu kez olduğu gibi hemen Amerikan versiyonu çekilse de patates gibi olmuştur efenim. Bu aynı dizinin kopya mevzusunda belki de tek istisna aşağıdaki The Office örneğidir.


Yine İngiliz kültürü ve mizahıyla yoğrulup tek bir mekanda adından anlaşılacağı üzere ofiste süregelen bir dizi The Office. Çok başarılı olmasa da epey bir sevilip hayran kitlesi oluşturdu. Amerikalılar da boş durmayıp aynı formatı alarak Amerikan versiyonunu çekmeye başladılar. Türevleri gibi gerçeğinin gölgesinde kalıp silinip gidecek diye beklerken The Office US inanılmaz bir iş yaparak orjinalini de sollayıp şaşırttı. Sıradan ve haddinden fazla sıkıcı kağıt şirketi Dunder Mifflin'de vuku bulan olaylar, sıradan insanların yanında görüşmemiş hıyarlıkta seyreden, kendisinden filmleri nedeniyle çok haz etmesem de hastası eden Steve Carell'in oynadığı patron Michael rolüyle yarıp geçirmektedir.

Absürdlükte sınır tanımayan, gaf yapmakta üzerine olmayan bir adam olarak yalnız değil tabiki. Dizi tarihine en fantastik en gerzek karakter olarak kazınacak Dwight Schrute karakterini hala görmeyenler bana kalırsa çok şey kaybetmiştir. 20 dakikadan oluşan her bölümde en az 10 defa bu adama gülmeyeni zincirle döverler diye düşünüyorum. Klişe tabirle anlatılmaz, yaşanır bir karakter Dwight. Jim, Pam ikilisi, pörtlek gözleriyle Stanley ve diğer ofis ahalisi de birbirinden renkli insanlar.
Beşinci sezonu hızla devam ederken halen izlemeyenler için hararetle tavsiye edilir...