7 Nisan 2009 Salı

The Wrestler; Tutunamayanlar

Bağımsız sinemacı Darren Aronofsky'nin artık dibe vurmaya yakın olan, yaşı kemale ermiş profesyonel güreşçi Randy 'The Ram' Robinson'un yürek sızlatan öyküsünü anlattığı The Wrestler, bizde halen sinemalardaki adıyla Şampiyon filmini geç de olsa izledik.
Bu filmi film yapan en önemli husus Mickey Rourke'un yeniden doğuşunu simgelemesi ve canlandırdığı, daha doğrusu hayvan gibi oynadığı Randy karakteriyle kendi hayatının paralellikler taşımasıyla yükselen performansıdır.

Henüz genç yaşında James Deanvari bir giriş yaptı Rourke. Diğer filmlerini çok izlemesem de Coppola'nın Rumble Fish filmi ki ordada Motorcycle Boy karakteriyle hafızalara kazınmış, karizmanın kralını yapmıştı.

rumble fish

Rourke ayrıca boksördü ki parlak çıkışının ardından cahilliğine verdiği hareketlerinden sonra boksa dönüş yapıp bol bol suratına darbeler alarak günümüzdeki surat şekline kavuşmuş. Bu bocalama döneminde hangi akla hizmet yaptığı bilinmeyen şekilde Pulp Fiction, Platoon, Rain Man, The Silence of the Lambs, Top Gun gibi kalburüstü filmlerde oynamayı reddeden bir adam var karşımızda, nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakçaaa...
Akabinde oynadığı ikinci sınıf filmlerin ardından Mickey Rourke The Wrestler ile geç de olsa titreyip kendine geldi diyebiliriz. Hali hazırda boks yapmış olan, bolca kan ve darbelerle yoğrulmuş, kariyeri bir kaybeden hikayesi kıvamında olan bir adam olarak The Wrestler'daki tutunamayan bir adamı oynaması mükemmel seçim olmuş. Lakin yönetmenin anlattıklarına göre yapımcılar Rourke ismini duyduklarında hiçbiri para vermeye yanaşmamış, duyan kaçmış tam manasıyla. Sonunda 6 milyon dolar gibi bir rakam kopartarak yönetmen yola çıkmış, Rourke'a inanarak. Filmin bitimiyle Altın Küre, Bafta ve Bağımsız sürüyle ödülün yanında OScar adaylığını da beraberinde geldi.
Filmin başrolündeki Randy rolünün ilk başta Nicolas Cage'e teklif edilmesi ise şaka gibi geliyor insana, hele ki bu kadar filme ruh katan bir performansın ardından.
Yönetmenin diretmesi ve bu ışığı görmesinin ardından neyseki hatadan dönülmüş. Eğer Cage ya da popüler herhangi bir Hollywood oyuncusu bu filmde oynasa stüdyolardan, yapımcılardan paralar yağar, eşşek yüküyle reklam harcamaları yapılır ama film bu kadar başarılı ve gerçek olmazdı, olamazdı...


Yönetmen Aronofsky adını 98 yılında 60.000 dolarlık ufacık bütçesine karşılık üç milyon dolarlık gişe yapan bağımsız filmi "Pi" ile adını duyurmuş, ardından "Requiem for a Dream" ile insanları 'bağımlı' yapmıştı adeta. Enteresan kurgusu, gerim gerim geren müzikleri, tekinsiz atmosferiyle fazlasıyla deneysel takılmış bu filmin ardından Brad Pitt ve Cate Blanchett'i oynatmayı düşünüp başaramadığı ve başarısız bulşunduğu "The Fountain" filmi geldi. Tarz olarak belli bir kalıba konulamayan bir adam olduğunu ise bu kez o kadar farklı filmin ardından çokça görmeye alıştığımız hikayeleri andıran eski bir sporcu hikayesini çekerek gösterdi. Kenar mahallede, karavanda yaşayan, hayata karşı tutunamayıp geçkin yaşı nedeniyle dövüşmeye devam etmesi için doping ilaçları alan, süreksiz işlerde ek işler kovalayan, çocuğu olduğunu kalp krizinin ardından hatırlayan, striptiz kulüplerde soluk almaya çalışan bir kaybeden öyküsü. Filmin açıkçası farklı bir tadı var anlatamayacağım şekilde. Karakterin de temsil ettiği ve sıkça dile getirdiği 80'lerin ruhunu ve 90'ların iğrençliğini de temsil ediyor. Kitleleri çekecek her sinema severi içine alacak bir film değil ki bunu filmin ilk yarısı bitince boşalan salondan gördüm bugün.
Bir de yine 45 yaşında olup adamı kendinden geçiren Marisa Tomei var ki bundan önce oynadığı film olan Şeytan Duymadan Önce'de de acayipti. Randy ile benzer karakterler filmde, ikisi de şovlarında takma isimler kullanan, etraflarında onlarca kişi olmasına rağmen acayip şekilde yalnız insanlar.
Bu benzerlikler, 80lerin müziğini çalan bomboş barda dans sahnesi, Randy'nin kızıyla olan sahneleri, herşeyi tekrar bok ederek telafi edilemez hasar aldıktan sonra ölüme gidişini temsil eden karşılaşmaya çıkmadan yaptığı konuşma ki bu konuşmayı da Rourke kendisi hazırlamış, ayrıca Amerikan Güreşçilerine dair söyledikleri, karşılaşma öncesi yaptıkları kurguları, birbirini zımbalayan-tel örgülerle saldıran manyakça ama gerçek iç acıtan hikayeleriyle bu insanlara da saygı duruşu niteliğinde. Keza filmdeki sahneler gerçek güreşçilerle ve onların hayranlarıyla çekilirken bolca doğaçlama yapılmış ki filmde gerçeklik duygusunu geçirmiş fazlasıyla. Filmin en güzel tarafı da çok rahatlıkla Rocky misali bir geri dönüş ya da kahramanlık hikayesi yaratabilecek, milyon kişiyi toplayabilecek hikayesine rağmen filmin en önemli sahnesinde en çok üzen anıyla zaten tavrını ortaya koyarak kolaycılığa kaçmadan tüm hikayeye sadık kalarak gözümüzde itibar kazanıyor, güzelleşiyor efenim.
Karşımızda favori filmleri Angel Heart ve Barfly olan sıradışı bir yönetmenin bu kez ondan beklenmeyen derecede normal hikayesi, dibe vurmuşken ikinci baharını yaşayan Mickey rourke ve kendini oynarcasına vücut bulduğu The Ram karakteri, Marisa Tomei ile yalnızlık sularında yüzdüğümüz Cassidy karakteri, zamanının efsane rock/metal gruplarından oluşan aynı baş kahramanımız gibi zamanla unutulup giden müzikleri ve o ruhu taşıyan güzel bir film var...

Hiç yorum yok: