Dinamo Mesken ve Erkan Can ekseninde röportaj ile birlikte hikayeyi şurada anlatmıştık.
Dün itibariyle 12 Eylül'ün kurbanı olan, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü, darbe dönemindeki aıdyla Dinamo Mesken adıyla anılan kulüp artık Meskenspor olarak sahalarda yer alacakmış.
Detaylar mı? Aşağıda okuyucu bekler;
1971 yılında kurulan ve taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ olarak adlandırıldığı için 12 Eylül askeri darbesinin ardından, ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ gerekçesiyle kapatılan Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü’nün o dönemde yargılanan futbolcuları, kulüplerini yeniden hayata döndürdü. Eski günleri unutamayan ‘Dinamo Mesken’ sevenler, yine aynı olumsuzluklarla karşılaşmamak içinde kulübün adını ‘Meskenspor’ olarak tescil ettirdi. Aralarında Sanatçı Erkan Can’ın da bulunduğu eski adıyla Meskenspor taraftarları, ilk etkinlik olarak hafta sonu Bursa’da tanışma yemeğinde bir araya gelecek.
Bursa’nın 1970'li yıllarda ‘Solcu’ semti olarak bilinen Mesken’de 1971 yılında bir araya gelen mahallenin gençleri ve ileri gelenleri spor kulübü kurmaya karar verdi. Yapılan girişimlerden sonra kurulan kulübe Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü adı verildi. Takımın başkanlığına o dönemde 30 yaşında olan Tunçkanat Yeğin getirilirken, Antrenörlüğü ise Bülent Merey üstlendi. Futbol ağırlıklı kurulan kulüp, amatör lig maçlarında aldığı başarılı sonuçlarla önce mahalle sakinlerinin daha sonra da Bursa’nın ilgi odağı oldu.
Mahallenin solcu olması, o dönemlerde Dinamo Kiev’in rakiplerini gol yağmuruna tutması ve Bursaspor ile bir de karşılaşma yapmasından sonra, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü de taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ diye anılmaya başlandı.
12 EYLÜL DARBESİ KAPATTI
Rakiplerinin korkulu rüyası olan Dinamo Mesken’e darbeyi karşılaştığı rakipleri değil, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra göreve atanan bazı yöneticiler vurdu. ‘Dinamo Mesken’ adının ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ olduğu gere gerekçesiyle kulüp 1981 yılında kapatıldı. Dönemin yöneticileri, kulübü kapatmakla kalmayıp, bazı yöneticileri ve futbolcuları da gözaltına aldı. Mahkemeye çıkartılanlardan sadece 3’ü beraat ederken diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldı.
Dinamo Mesken Spor’da o yıllarda futbol oynayıp yöneticilik yapanlar takımlarını yeniden kurmaya karar verdi. Kulüplerine ‘Başımız yine belaya girer’ endişesiyle gönüllerinden geçen ‘Dinamo Mesken’ adını koymayan yöneticiler bu kez ‘Meskenspor’ olarak adını tescil ettikleri kulüplerini amatör futbol yaşamına döndürdüler.
HAFTA SONU YEMEKTE BULUŞACAKLAR
Kulüp, hafta sonu Bursa’da kuruluş ve tanışma yemeği düzenledi. Bu organizasyona o yıllarda takımda futbol oynayan sanatçı Erkan Can da katılacak. Elde edilen gelir ile takımın ihtiyaçları karşılanacak. Meskenspor kurucu üyelerinden Vedat Vermez, “İsmin tekrar Dinamo Mesken olması için görüştük. Ama o dönemde çok sıkıntı çektik. Açıkçası aynı sıkıntıları çekmekten korktuk ve bu iddialı isim yerine Meskenspor Kulübü olarak tescil ettirdik” dedi.
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
25 Aralık 2008 Perşembe
Durmak Yok, Filmlere Devam
Boş bir iki saat dahi bulup filme sarılası geliyor insanın bu kışın sümük donduran ayazında.
Özellikle klasikler açısından eksikleri kapatmaya özen gösterirken bir yandan da son dönem kaçırdığım ya da sinemaya gitmeye değer görmediğim filmlere daldık bu aralar.
Wanted
Mark Millar'ın pek bilinmeyen daha doğrusu diğerleri kadar popüler olmayan çizgiromanı Wanted'in beyazperdeye uyarlanmış, aksiyon filmi nasıl olur'un cevabı niteliğinde.
Bu tarz filmleri çok sevmesem de kendi tarzını ortaya koyan orjinal işler olunca izlemeden olmuyor.
Yönetmen koltuğunda hacı sakallarıyla Timur Bekmambetov Day Watch ve Night Watch filmlerinin ardından kendisine teslim edilen proje için biçilmiş kaftan.
Öncelikle sağda solda yapılan yorumlara bakıyorum yok efendim kurşunlar falso alırmıymış falan filan. Bir kere bu çizgiroman uyarlaması en başta, bilindik tarzda olmasa da süper kahraman filmi. Yani süpermanin uçması ne kadar mantıklıysa ki zaten fantastik alemden, çizgiromandan bahsediyoruz bu arkadaşların kurşunları, hal ve hareketleri de o kadar normal.
Wanted çizgiroman olarak ve başkahramanına baktığımızda Örümcek Adam'a daha çok benziyor, hatta Wesley Gibson karakteri çok daha hayatın içinden-kaybeden bir karakter. Bu açıdan filmi daha da izlenirliğini arttırıyor. Aksiyon sahneleri gayet başarılı, Angelina abla haddinden fazla çekici, Morgan Freeman zaten aynı çizgide, başroldeki sıradan vatandaş konumunda seçilen James McAvoy ise çok başarılı, karakterin gelişimini, kaybeden loser halini izleyenlere rahatça geçiriyor.
Wanted güzel bir uyarlama olmuş lakin diğer çizgiroman uyarlamaları gibi çizgiromanı elimize alıp okumak ardından filmi izlemek çok daha keyifli olacaktır keza filmde mutlaka kullanılmayan birçok olay, karakterler, hede'ler çizgiromanlarda olmakta, her sayfayı çevirişte o kağıt kokusuyla insanı kendinden geçirmekte efenim... Özellikle Frank Miller'ın muhteşem çizgileriyle Sin City serisi kitapları hararetle tavsiye edilenzi...
Chiko
Türk işi Scarface olarak lanse edilmiş, Berlin'de tanıtılıp Altın Ayı kovalamıştı geçtiğimiz yıl.
Yapımcı koltuğunda ve verdiği destekle Fatih Akın'ın bu filmin arkasında olup afişlerde Fatih Akın sunar yazması bile büyük artıdır yönetmen Özgür Yıldırım ve ilk filmi için.
Yönetmenin Fatih Akın ile ortak noktaları epeyce mevcut. İkisi de Hamburglu, gurbetçi dediğimiz Türk-Alman yönetmenler. Filme baktığımızda da Fatih Akın'ın en sevdiğim filmlerinden olan Kısa ve Acısız'a benzeyen birçok yönü de gözden kaçmıyor, yiine müziklere gösterilen ilgi ve alaka da aynı şekilde... Fatih Akın'ın favorilerinden meşhur Alaman oyuncu Moritz Bleibtreu'nun uyuşturucu baronu rolünde görmek de filmin artılarından.
Kenar mahallede sıfırdan imparator olma sevdasıyla uyuşturucu işine hızlı giriş yapan Chiko (İsa) ve kankası Tibet ile Curly'nin arkadaşlıkları merkezli anlatan bir dibe vurma hikayesi.
Hiç de fena olmayan hatta başarılı bir ilk film, özellikle başrolde Arda Turan'a benzerliğiyle dikkat çeken, Chiko yani İsa'yı canlandıran Dennis Moschitto ve kankardeşi Tibet rolünde Volkan Özcan çok başarılı, son sahnesi de ayrı bir güzel ve iç burkan cinsten...
Cat on a Hot Tin Roof
Bizdeki pek bilinen ismile !Kızgın Damdaki Kedi'.
Tennessee Williams'ın oyunundan Richard Brooks'un beyazperdeye aktardığı, mükemmel oyuncu ve oyunculukların filmi alıp götürdüğü başarılı bir klasik. Mekan açısından tek mekanda vuku bulmasına rağmen zerre sıkıcı olmayan, diyalogları ve akılda kalıcı replikleriyle fazlasıyla etkileyici bir film. Başrolde hastası olduğum Paul Newman ve Elizabeth Taylor oyunculuk dersi verircesine filmi film yapan unsurların başında geliyor keza Big Daddy rolünde Burl Ives hemen hemen her konuşmasında izleyenlere birşeyler çıkarmasını sağlayan çok başarılı oyuncular.
Riya, ikiyüzlülük, kendinden nefret etme hali ve alkolizmin bir bünyede buluşturduğu Brick Pollitt karakteri ise Paul Newman'ın herzamanki usta işi yorumuyla akıllara kazınıyor. Çıkarlara, aileye, para ve sevgi ikilemine, baba-oğul ilişkisinin temellerine, ölüme ve birçok kafa yorulası mevzuya dair pek dillendirilen ifadeyle bir başyapıt...
Caro Diario
Nanni Moretti'nin biyografik denilebilecek, yönetip-başrolde oynadığı filmdir.
Vespa üzerinde İtalya sokaklarında püfür püfür gezen vatandaşın fenomenvari hareketleriyle başlar, üç bölüme ayrılmış olan filmin ilk bölümü; vespa'mın üzerinde, ikincisi; Adalar, üçüncü bölüm ise doktorlar.
Vespa üzerinde gezerken çalan enfes şarkılar, Pasolini usta ve mezarına yapılan yolculuk ve saygı duruşu, pastanede televizyonda çıkan ve moretti'nin dükkanın ortasında mambo yapışı, adalarda futbol sahasında deli gibi futbol topunu havaya dikip peşinden koşturuşu, insanı ekran başına çivileyen birbirinden güzel manzaraları, vapurları ve hayat aşkıyla izlenmesi farz diye fetva verilmesi gerektiğini düşündüğüm film...
Özellikle klasikler açısından eksikleri kapatmaya özen gösterirken bir yandan da son dönem kaçırdığım ya da sinemaya gitmeye değer görmediğim filmlere daldık bu aralar.
Wanted
Mark Millar'ın pek bilinmeyen daha doğrusu diğerleri kadar popüler olmayan çizgiromanı Wanted'in beyazperdeye uyarlanmış, aksiyon filmi nasıl olur'un cevabı niteliğinde.
Bu tarz filmleri çok sevmesem de kendi tarzını ortaya koyan orjinal işler olunca izlemeden olmuyor.
Yönetmen koltuğunda hacı sakallarıyla Timur Bekmambetov Day Watch ve Night Watch filmlerinin ardından kendisine teslim edilen proje için biçilmiş kaftan.
Öncelikle sağda solda yapılan yorumlara bakıyorum yok efendim kurşunlar falso alırmıymış falan filan. Bir kere bu çizgiroman uyarlaması en başta, bilindik tarzda olmasa da süper kahraman filmi. Yani süpermanin uçması ne kadar mantıklıysa ki zaten fantastik alemden, çizgiromandan bahsediyoruz bu arkadaşların kurşunları, hal ve hareketleri de o kadar normal.
Wanted çizgiroman olarak ve başkahramanına baktığımızda Örümcek Adam'a daha çok benziyor, hatta Wesley Gibson karakteri çok daha hayatın içinden-kaybeden bir karakter. Bu açıdan filmi daha da izlenirliğini arttırıyor. Aksiyon sahneleri gayet başarılı, Angelina abla haddinden fazla çekici, Morgan Freeman zaten aynı çizgide, başroldeki sıradan vatandaş konumunda seçilen James McAvoy ise çok başarılı, karakterin gelişimini, kaybeden loser halini izleyenlere rahatça geçiriyor.
Wanted güzel bir uyarlama olmuş lakin diğer çizgiroman uyarlamaları gibi çizgiromanı elimize alıp okumak ardından filmi izlemek çok daha keyifli olacaktır keza filmde mutlaka kullanılmayan birçok olay, karakterler, hede'ler çizgiromanlarda olmakta, her sayfayı çevirişte o kağıt kokusuyla insanı kendinden geçirmekte efenim... Özellikle Frank Miller'ın muhteşem çizgileriyle Sin City serisi kitapları hararetle tavsiye edilenzi...
Chiko
Türk işi Scarface olarak lanse edilmiş, Berlin'de tanıtılıp Altın Ayı kovalamıştı geçtiğimiz yıl.
Yapımcı koltuğunda ve verdiği destekle Fatih Akın'ın bu filmin arkasında olup afişlerde Fatih Akın sunar yazması bile büyük artıdır yönetmen Özgür Yıldırım ve ilk filmi için.
Yönetmenin Fatih Akın ile ortak noktaları epeyce mevcut. İkisi de Hamburglu, gurbetçi dediğimiz Türk-Alman yönetmenler. Filme baktığımızda da Fatih Akın'ın en sevdiğim filmlerinden olan Kısa ve Acısız'a benzeyen birçok yönü de gözden kaçmıyor, yiine müziklere gösterilen ilgi ve alaka da aynı şekilde... Fatih Akın'ın favorilerinden meşhur Alaman oyuncu Moritz Bleibtreu'nun uyuşturucu baronu rolünde görmek de filmin artılarından.
Kenar mahallede sıfırdan imparator olma sevdasıyla uyuşturucu işine hızlı giriş yapan Chiko (İsa) ve kankası Tibet ile Curly'nin arkadaşlıkları merkezli anlatan bir dibe vurma hikayesi.
Hiç de fena olmayan hatta başarılı bir ilk film, özellikle başrolde Arda Turan'a benzerliğiyle dikkat çeken, Chiko yani İsa'yı canlandıran Dennis Moschitto ve kankardeşi Tibet rolünde Volkan Özcan çok başarılı, son sahnesi de ayrı bir güzel ve iç burkan cinsten...
Cat on a Hot Tin Roof
Bizdeki pek bilinen ismile !Kızgın Damdaki Kedi'.
Tennessee Williams'ın oyunundan Richard Brooks'un beyazperdeye aktardığı, mükemmel oyuncu ve oyunculukların filmi alıp götürdüğü başarılı bir klasik. Mekan açısından tek mekanda vuku bulmasına rağmen zerre sıkıcı olmayan, diyalogları ve akılda kalıcı replikleriyle fazlasıyla etkileyici bir film. Başrolde hastası olduğum Paul Newman ve Elizabeth Taylor oyunculuk dersi verircesine filmi film yapan unsurların başında geliyor keza Big Daddy rolünde Burl Ives hemen hemen her konuşmasında izleyenlere birşeyler çıkarmasını sağlayan çok başarılı oyuncular.
Riya, ikiyüzlülük, kendinden nefret etme hali ve alkolizmin bir bünyede buluşturduğu Brick Pollitt karakteri ise Paul Newman'ın herzamanki usta işi yorumuyla akıllara kazınıyor. Çıkarlara, aileye, para ve sevgi ikilemine, baba-oğul ilişkisinin temellerine, ölüme ve birçok kafa yorulası mevzuya dair pek dillendirilen ifadeyle bir başyapıt...
Caro Diario
Nanni Moretti'nin biyografik denilebilecek, yönetip-başrolde oynadığı filmdir.
Vespa üzerinde İtalya sokaklarında püfür püfür gezen vatandaşın fenomenvari hareketleriyle başlar, üç bölüme ayrılmış olan filmin ilk bölümü; vespa'mın üzerinde, ikincisi; Adalar, üçüncü bölüm ise doktorlar.
Vespa üzerinde gezerken çalan enfes şarkılar, Pasolini usta ve mezarına yapılan yolculuk ve saygı duruşu, pastanede televizyonda çıkan ve moretti'nin dükkanın ortasında mambo yapışı, adalarda futbol sahasında deli gibi futbol topunu havaya dikip peşinden koşturuşu, insanı ekran başına çivileyen birbirinden güzel manzaraları, vapurları ve hayat aşkıyla izlenmesi farz diye fetva verilmesi gerektiğini düşündüğüm film...
Bir Fotoğraf
24 Aralık 2008 Çarşamba
VHS ve Eski Günlere Veda
Ajanslara bir efsanenin bitişi düşüverdi bugün.
Bize eski güzel günleri hatırlatan en güzel örneklerden Vhs kasetler tarihe karıştı, gitti birçokları gibi.
Halbuki çok yakındaymış gibi hatırlıyorum mahalle aralarındaki video kaset dükkanlarını, Vhs mi Beta mı sorularını...
Bizde Sony'nin geliştirdiğiBeta (Betamax) vardı, Toshibanın piyasaya sürüp betayı tarihe gömen Vhs ise daha çok bulunurdu sağda solda, kasetleri de... bilumum Türk filmlerini, Freddy gibi fenomen korku filmlerini video kasetlerle tanımıştık vesselam.
Kemal Sunal filmlerinin ilerde binlerce kez gösterileceğinden bir haber şekilde nerdeyse hergün Kapıcılar Kralı, Orta Direk Şaban, hala izlemeye doyamadığım Düttürü Dünya ve Kiracı gibi bence rahmetlinin kendini en güzel ifade ettiği dram türü filmleri defalarca izler izler dururduk.
80ler denince ilk akla gelenlerden şahsım için, hızla ilerleyen teknolojinin ardından 90'larda yavaş yavaş tozlu raflarda ya da çöplerde kendini bulmuş, Amerikalı DVA firmasının duyurusuyla da tarih sayfalarında yerini bulmuştur.
beta
Vhs ya da o günleri anmada tabi sürekli komşularla, aile bireyleriyle, akrabalarla içiçe oturulması, salonun ortasında kurulu sobanın üstünde pişen kestaneler, şimdi saçma gelen oyunlar, hikayeler, en önemlisi de modern şehir insanınınköşesine çekilen, birbirine yabancı şu anki durumuna öfke olsa gerek maziyi aratan.
Grişte yazdığım Vhs, betamaax ve Toshiba-Sony çekişmesinin bir benzerini de son 1-2 yıl içinde yaşadık, bunun galibi ise bu sefer Sony oldu.
Toshiba'nın Hd-Dvd ve Sony'nin Blueray'i kapışırken, Sony sağlam tanıtım ve Play Station 3'ün blueray çalıştırması gibi kurnazlıklarla optik video format savaşını kazandı, ülemizde de blueray filmler satışa sunuldu, lakin işin sonu geçmişteki gibi olacak, teknoloji alayını bir kalemde silip atacak orası kesin.
Bize eski güzel günleri hatırlatan en güzel örneklerden Vhs kasetler tarihe karıştı, gitti birçokları gibi.
Halbuki çok yakındaymış gibi hatırlıyorum mahalle aralarındaki video kaset dükkanlarını, Vhs mi Beta mı sorularını...
Bizde Sony'nin geliştirdiğiBeta (Betamax) vardı, Toshibanın piyasaya sürüp betayı tarihe gömen Vhs ise daha çok bulunurdu sağda solda, kasetleri de... bilumum Türk filmlerini, Freddy gibi fenomen korku filmlerini video kasetlerle tanımıştık vesselam.
Kemal Sunal filmlerinin ilerde binlerce kez gösterileceğinden bir haber şekilde nerdeyse hergün Kapıcılar Kralı, Orta Direk Şaban, hala izlemeye doyamadığım Düttürü Dünya ve Kiracı gibi bence rahmetlinin kendini en güzel ifade ettiği dram türü filmleri defalarca izler izler dururduk.
80ler denince ilk akla gelenlerden şahsım için, hızla ilerleyen teknolojinin ardından 90'larda yavaş yavaş tozlu raflarda ya da çöplerde kendini bulmuş, Amerikalı DVA firmasının duyurusuyla da tarih sayfalarında yerini bulmuştur.
beta
Vhs ya da o günleri anmada tabi sürekli komşularla, aile bireyleriyle, akrabalarla içiçe oturulması, salonun ortasında kurulu sobanın üstünde pişen kestaneler, şimdi saçma gelen oyunlar, hikayeler, en önemlisi de modern şehir insanınınköşesine çekilen, birbirine yabancı şu anki durumuna öfke olsa gerek maziyi aratan.
Grişte yazdığım Vhs, betamaax ve Toshiba-Sony çekişmesinin bir benzerini de son 1-2 yıl içinde yaşadık, bunun galibi ise bu sefer Sony oldu.
Toshiba'nın Hd-Dvd ve Sony'nin Blueray'i kapışırken, Sony sağlam tanıtım ve Play Station 3'ün blueray çalıştırması gibi kurnazlıklarla optik video format savaşını kazandı, ülemizde de blueray filmler satışa sunuldu, lakin işin sonu geçmişteki gibi olacak, teknoloji alayını bir kalemde silip atacak orası kesin.
23 Aralık 2008 Salı
Sonbahar, Bisiklet Hırsızları ve Diğerleri
"Sabırsız zamanın güzel çocuklarına..."
Genç yönetmen Özcan Alper'in ilk filmi olan Sonbahar, F tipi cezaevi sistemini protesto etmek için ölüm orucuna katılan Yusuf'un ciğerleri iflas ettikten sonra hapisten çıkıp memleketine döndüğünde yaşadıklarını anlatırken, hayatının son demlerini geçiren Yusuf'un iç dünyasını Karadeniz'in dalgalarında resmediyor.
Kısaca filmin hikayesi bu lakin filmin başrolünde bir isim değil Karadeniz var, yönetmenin ilk filmi olarak şahane bir iş çıkarmış, karakterin yalnızlığı ve Karadeniz'in o yalnızlığı, el değmemişliğiyle harika bütünleşmiş. Çok kolayca suistimal edilebilecek bir hikayeyi hiç ayak oyunlarına girmeden bu kadar güzel katarılması Türk sineması adına sevindirici. Hem trajik olması hem de politik bir alt metine sahip oluşuyla kimi popüler ellerde salya sümük ağlatacak, kitleleri mendil içinde yüzdürecek samimi olmayan bir film rahatlıkla çıkardı bu çok açık.
Özcan Alper'in yaklaşımıyla, hikaye anlatışı ve yalnız karakterleriyle tarzı Zeki Demirkubuz'a epeyce benziyor. İkisi de edebiyattan bolca beslenen yönetmenler, umarım devamı gelir, ben de salonda tek başıma mis gibi yine izlerim bu arkadaşın filmlerini.
Sonbahar'ın akılda kalan birçok sahnesi ve saygı duruşu babında sekanslar mevcut. İskelede kırmızı yağmurluğuyla aşık olduğu Gürcü kızı Eka ile denize karşı durukları sahne Requiem for a Dream gibi birçok filme gönderme babında sanki. Ülkemizin o inanılmaz bakış açısına da filmdeki çok az diyalogdan birinde rastlamak mümkün, Eka ile Yusuf'un ilk karşılaştıkları yer olan kitapçıdan bir Rus romanı alarak çıkan Eka'nın ardından kitapçının sahibinin "Adamlarının orospuları bile kültürlü arkadaş" sözleri çok şey anlatıyor aslında.
Filmde politik mevzulara çok az değiniliyor, F tipi olayları, açlık grevleri ve Hayata Dönüş olsada adı bir kıyıma dönüşen olaylar yeterince akla geliyor zaten.
Sonbahar'ın aslında hiçbir olayı bile olmasa Karadeniz'in eşsiz güzelliğine bile gidilir dediğim film oldu lakin tüm haliyle, duruluğuyla, abartısız başarılı oyunculukları, imkansız aşka değinişi, iç burkan öyküsü, muhteşem müzikleri ve filmin muhteşem son sahnesi bile izlemek için yeterli.
Tabi bu dediklerim ortalama sinema seyircisi olarak kendini kabul eden, her filmde birilerinin ölüp dirilmesini, her sahnede ekşın bekleyenleri kapsamıyor.
Adım adım ölüme giden, yaptıklarından pişman olmayan karakterin deniz kenarında gün bayarken buluştuğu abi tadındaki arkadaş da KAradenizli ve 68 kuşağının önderlerinden Cihan Alptekin ki o sahne de şahane, iki nesli birarada yitip gidenlerin ardından izlemek çok keyifli.
Zekice kotarılmış, yürek burkan finaliyle de her daim hikaye anlatıp aceleye getirlen ya da izleyiciye dönük bir hareket yapılması için heba edilen onlarca filmin ardından Sonbahar kutupta yaz gibi geldi...
Bisklet Hırsızları
Yıllarca bekleyişin ardından ülkemizde dvdsi raflara yerleşmiş, İtalyan sinemasının yeni düzen akımlarına ilham veren, İkinci DÜnya Savaşı sonrası İtalyasını tüm çıplaklığıyla gösteren, müzikleriyle, atmosferiyle, inanılmaz etkileyici hikayesi ve baba-oğul temelinde yaşananlarıyla sinema dünyasının ilk 100'ünde görüldüğünde şaşırılmayacak, hep hatırlanacak filmlerden.
Çaresiz likten ev eşyalarını satan insanlar, soluğu falcılarda alan evin kadınları, sokakalrda sürekli iş arayan adamlar ve çocuklar... Babanın dayak yiyip oğlu Bruno'un onun elinden tutup yürüdükleri ve filmin sonunu da getiren sahne yumruk gibi oturur insanın boğazına, hasta eder.
the others
Sonbahar öncesi sinemada izleyebildiğim Dünyanın Durduğu Gün adlı film oldu.
Buz adam kıvamında her daim tepkisizliğiyle aşina olduğumuz Keanu Reeves'in başrolde olduğu film çok eski bir Amerikan yapımının tekrar çevrimi ki orjinal senaryolar üretemeyen Hollywood'un son dönemde sıkça başvurduğu bir yöntem bu.
İlk uyarlamanın pek yanına yaklaşamayan, Armegeddon ve Dünyalar Savaşı gibi türün diğer filmlerinin bir harmanı tadında bir film olmuş, daha fazlası değil...
Je T'aime Paris
Amelie'nin yapımcısı ve yirmi usta yönetmenden ortak muhteşem bir proje, harika bir Paris filmi. Coen Biraderler, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron, Gus VAn Sant, Wes Craven gibi birçok büyük ustanın kısa filmlerinin, kendi zihinlerindeki Paris'in ardarda görüntülerinden oluşan gerçekten tavsiye edilesi, bunun İStanbul versiyonu neden olmaz dedirten pek güzel bir film.
Time of the Wolf
Kurdun Günü olarak bizde gösterilen, Haneke ustanın alışılageldik şekilde minimalist filmlerinin belki de en ağır olanı, izlemesi zor olanı denebilir.
Filmin çoğunda sadece olaylara kamera tutulur, diyalog yoktur. Kapitalist düzende kısır bir dünyada, kriz olursa ki günümüze ne kadar da benziyo, insanların temel ihtiyaçları karaborsa durumuna gelirse neler olur'un resmini çizmiş yönetmen. Küreselleşme ve kapitalizmin bireyselliği ön plana çıkaran, benmerkezci yapısı, kültürleri silip tek tip yığınlar oluşturan düzenin bu tarz bir olayda nasıl da insanları vahşileştirdiği, yalnızlaştırdığı çok güzel anlatılmış lakin minimalist filmlere alışkın bünyeler bile zaman zaman sıkılıyor, izlemesi zor bir film o açık...
Genç yönetmen Özcan Alper'in ilk filmi olan Sonbahar, F tipi cezaevi sistemini protesto etmek için ölüm orucuna katılan Yusuf'un ciğerleri iflas ettikten sonra hapisten çıkıp memleketine döndüğünde yaşadıklarını anlatırken, hayatının son demlerini geçiren Yusuf'un iç dünyasını Karadeniz'in dalgalarında resmediyor.
Kısaca filmin hikayesi bu lakin filmin başrolünde bir isim değil Karadeniz var, yönetmenin ilk filmi olarak şahane bir iş çıkarmış, karakterin yalnızlığı ve Karadeniz'in o yalnızlığı, el değmemişliğiyle harika bütünleşmiş. Çok kolayca suistimal edilebilecek bir hikayeyi hiç ayak oyunlarına girmeden bu kadar güzel katarılması Türk sineması adına sevindirici. Hem trajik olması hem de politik bir alt metine sahip oluşuyla kimi popüler ellerde salya sümük ağlatacak, kitleleri mendil içinde yüzdürecek samimi olmayan bir film rahatlıkla çıkardı bu çok açık.
Özcan Alper'in yaklaşımıyla, hikaye anlatışı ve yalnız karakterleriyle tarzı Zeki Demirkubuz'a epeyce benziyor. İkisi de edebiyattan bolca beslenen yönetmenler, umarım devamı gelir, ben de salonda tek başıma mis gibi yine izlerim bu arkadaşın filmlerini.
Sonbahar'ın akılda kalan birçok sahnesi ve saygı duruşu babında sekanslar mevcut. İskelede kırmızı yağmurluğuyla aşık olduğu Gürcü kızı Eka ile denize karşı durukları sahne Requiem for a Dream gibi birçok filme gönderme babında sanki. Ülkemizin o inanılmaz bakış açısına da filmdeki çok az diyalogdan birinde rastlamak mümkün, Eka ile Yusuf'un ilk karşılaştıkları yer olan kitapçıdan bir Rus romanı alarak çıkan Eka'nın ardından kitapçının sahibinin "Adamlarının orospuları bile kültürlü arkadaş" sözleri çok şey anlatıyor aslında.
Filmde politik mevzulara çok az değiniliyor, F tipi olayları, açlık grevleri ve Hayata Dönüş olsada adı bir kıyıma dönüşen olaylar yeterince akla geliyor zaten.
Sonbahar'ın aslında hiçbir olayı bile olmasa Karadeniz'in eşsiz güzelliğine bile gidilir dediğim film oldu lakin tüm haliyle, duruluğuyla, abartısız başarılı oyunculukları, imkansız aşka değinişi, iç burkan öyküsü, muhteşem müzikleri ve filmin muhteşem son sahnesi bile izlemek için yeterli.
Tabi bu dediklerim ortalama sinema seyircisi olarak kendini kabul eden, her filmde birilerinin ölüp dirilmesini, her sahnede ekşın bekleyenleri kapsamıyor.
Adım adım ölüme giden, yaptıklarından pişman olmayan karakterin deniz kenarında gün bayarken buluştuğu abi tadındaki arkadaş da KAradenizli ve 68 kuşağının önderlerinden Cihan Alptekin ki o sahne de şahane, iki nesli birarada yitip gidenlerin ardından izlemek çok keyifli.
Zekice kotarılmış, yürek burkan finaliyle de her daim hikaye anlatıp aceleye getirlen ya da izleyiciye dönük bir hareket yapılması için heba edilen onlarca filmin ardından Sonbahar kutupta yaz gibi geldi...
Bisklet Hırsızları
Yıllarca bekleyişin ardından ülkemizde dvdsi raflara yerleşmiş, İtalyan sinemasının yeni düzen akımlarına ilham veren, İkinci DÜnya Savaşı sonrası İtalyasını tüm çıplaklığıyla gösteren, müzikleriyle, atmosferiyle, inanılmaz etkileyici hikayesi ve baba-oğul temelinde yaşananlarıyla sinema dünyasının ilk 100'ünde görüldüğünde şaşırılmayacak, hep hatırlanacak filmlerden.
Çaresiz likten ev eşyalarını satan insanlar, soluğu falcılarda alan evin kadınları, sokakalrda sürekli iş arayan adamlar ve çocuklar... Babanın dayak yiyip oğlu Bruno'un onun elinden tutup yürüdükleri ve filmin sonunu da getiren sahne yumruk gibi oturur insanın boğazına, hasta eder.
the others
Sonbahar öncesi sinemada izleyebildiğim Dünyanın Durduğu Gün adlı film oldu.
Buz adam kıvamında her daim tepkisizliğiyle aşina olduğumuz Keanu Reeves'in başrolde olduğu film çok eski bir Amerikan yapımının tekrar çevrimi ki orjinal senaryolar üretemeyen Hollywood'un son dönemde sıkça başvurduğu bir yöntem bu.
İlk uyarlamanın pek yanına yaklaşamayan, Armegeddon ve Dünyalar Savaşı gibi türün diğer filmlerinin bir harmanı tadında bir film olmuş, daha fazlası değil...
Je T'aime Paris
Amelie'nin yapımcısı ve yirmi usta yönetmenden ortak muhteşem bir proje, harika bir Paris filmi. Coen Biraderler, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron, Gus VAn Sant, Wes Craven gibi birçok büyük ustanın kısa filmlerinin, kendi zihinlerindeki Paris'in ardarda görüntülerinden oluşan gerçekten tavsiye edilesi, bunun İStanbul versiyonu neden olmaz dedirten pek güzel bir film.
Time of the Wolf
Kurdun Günü olarak bizde gösterilen, Haneke ustanın alışılageldik şekilde minimalist filmlerinin belki de en ağır olanı, izlemesi zor olanı denebilir.
Filmin çoğunda sadece olaylara kamera tutulur, diyalog yoktur. Kapitalist düzende kısır bir dünyada, kriz olursa ki günümüze ne kadar da benziyo, insanların temel ihtiyaçları karaborsa durumuna gelirse neler olur'un resmini çizmiş yönetmen. Küreselleşme ve kapitalizmin bireyselliği ön plana çıkaran, benmerkezci yapısı, kültürleri silip tek tip yığınlar oluşturan düzenin bu tarz bir olayda nasıl da insanları vahşileştirdiği, yalnızlaştırdığı çok güzel anlatılmış lakin minimalist filmlere alışkın bünyeler bile zaman zaman sıkılıyor, izlemesi zor bir film o açık...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)