23 Ocak 2009 Cuma

Uğur Polat


Türkiye'de artık jön falan çıkmıyo arkadaş diyenlere tokat gibi cevaptır Uğur Polat. Endamıyla, duruşuyla, kendinden emin bir o kadar da babacan tavırlarının yanında her filminde gösterdiği kalburüstü performansla bu ülkedeki en başarılı oyunculardan şüphesiz...
Geçmişten günümüze Kurtuluş, Bir Kadının Anatomisi, Bir Erkeğin Anatomisi, Salkım HAnımın Taneleri, Filler ve Çimen, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Devrim Arabaları, Sis ve Gece, Mavi Gözlü Dev filmlerinde gördük kendisini. Özellikle bir Serdar Akar güzellemesi olan Dar Alanda Kısa Paslaşmalar filminde endüstriyel futbolun sembolü, habercisi konumundaydı. Son dönem filmlerinde ise Ahmet Ümit'ten uyarlanıp ülkemizde örneği zor bulunan bir türe imza atılan Sis ve Gece'deki rolü de İlyas Salman ile birlikte filmi yukarılara taşımıştı.
Oyuncunun bilgilerinin ardından Radikal'de bu ay içinde Ömür Şahin'in yaptığı röportajı da sunalım;


Gösterimdeki ‘Vali’de izlediğimiz hüzünlü rollerin adamı Uğur Polat, ‘Hüzünlü karakterler benim seçimim değil. Gelen teklifler üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Ben çok matrak bir adamımdır aslında. Benden ne istenirse onu vermeye programlanmış bir aktörüm sonuçta’ diyor

İçinde yer aldığınız projeleri seçerken çok özenli davranıyorsunuz. ‘Vali’ filminde yer alma sebebiniz neydi?

Film ele aldığı hikâye itibarıyla beni çok ilgilendiriyordu. Bu ülkenin toprakları altında bir sürü maden var ve biz onlara sahip olmalıyız. Nasıl ki Irak halkı kendi topraklarının altında olan petrolün doğal sahibiyse, biz de öyleyiz. Buna ne Amerika ne de başka emperyalist güçler karışabilir. Filmin bunu savunan bir hikâyesi var.
Bir de yapımcı Ata beyle (Türkoğlu) daha önce çalıştık. Yönetmeni benim arkadaşım, Çağatay (Tosun), onunla daha önce çalışmıştık. Kasttaki hemen herkes arkadaşımdı. Böyle bir ekibin olması da etkili oldu.
Filmde Vali Faruk Yazıcı ve sizin oynadığınız Ömer’in çok tartışılan nükleer enerji kullanımını destekleyen replikleri dikkat çekiyor. Sizin görüşünüz nedir bu konuda?
Nükleer enerjiyi kuracak, işletecek teknolojinin kurulmasına izin verilmiyor Türkiye’de. Çünkü biliniyor ki, çok zengin bor ve uranyum yatakları var. Nükleer enerjiye ve termik santrallara ben de karşıyım ama bu fosil enerji de bir gün tükenecek.
‘Vali’ filmindeki Ömer’in sonu ‘Bir Erkeğin Anatomisi’ndeki Taner’in sonunu hatırlatıyor. İki filmde de İsmet İnönü’nün “Namuslular da namussuzlar kadar cesur olduğunda...” sözü var. İki karakteri karşılaştırsanız...

‘Bir Erkeğin Anatomisi’ndeki kahramanın çok zaafları var. Bir seçim yapıyor ve o seçim onun sonu oluyor. Ömer ise, zaten seçimini yapmış bir kahraman. Bu yolda ilerliyor, yurdunu seviyor, işini çok seviyor, proje geliştiriyor. Ama ikisi de yok ediliyor.
Sizi dizilerde de takip ediyoruz. Kimilerinin küçümsediği dizi oyunculuğuyla ilgili bir vicdan muhasebesi yapıyor musunuz kendinizle?

Aksine hiç küçümsememek lazım orada yapılan işleri. Oyunculuğu sinemada, tiyatroda, TV’de yapabilirim. Nasıl sinemaya sorumlulukla yaklaşıyorsam, orada da aynı disiplini, sorumluluğu sergilemek zorundayım; çünkü bu benim mesleğim, mesleğim de benim onurum, gururum.
Neden hep hüzünlü biri olduğunuzu düşünüyor izleyici?
O hüzün meselesi, benim seçimim değil açık söyleyeyim. Bana gelen tekliflerin içinden seçtiğim karakterler üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Böyle denk geliyor. Açıkçası yönetmenlerin de işine geliyor. Bir de benim oynadığım filmlerin çoğu düşük bütçeli bağımsız yapımlar. Böyle olunca da belki benzer insanların hikâyeleri anlatılıyor.

Bu hüzünlü adam etiketi güldürüyor mu sizi aynaya baktığınızda?
(Gülüyor.) Ben çok matrak bir adamımdır aslında, gerçekten çok matrak. Benden ne istenirse onu vermeye programlanmış bir aktörüm sonuçta. Tabii ki içimde hüzün, romantizm, duygusallık yanı sıra matrağı da barındırıyorum.


‘Ben Ruhi Bey. Nasılım?’ tam yedi yıl sürdü. Bir oyunu bu kadar uzun oynamak nasıl bir his?

Benim için tiyatro ‘prova sürecinde yapılan iş’tir. Tiyatro dediğimiz kısım prova ve prömiyer. Ondan sonrası seyirci için tiyatro olarak devam ediyor, ama oyuncu için farklı bir sürece bürünüyor. 400 oyun, yedi yıla yayılan bir süreç. Her gün aynı şeyi yapmak, aynı ses tonuyla, aynı vurguyla, aynı yerde susup, aynı yerde nefes alıp vererek 1.5 saat boyunca 400 kere yapmak çok zevkli bir iş değil oyuncu için, açık söylüyorum. Ama Edip Cansever öyle bir şiir yazmış ki, metaforlarla dolu. Bir 400 oyun daha devam etseydi, çok farklı bir yere varırdı. Her oynadığımda yeni bir şey keşfettim.

“Derdi olan filmlerde oynamak isterim” diyorsunuz. Bunu içinizdeki muhalif mi söylüyor.

Evet, elbette. Her sanatçının olması gerektiği kadar muhalifim. Politik bir süreçten geçtim. Ankara’daydım, 77’den 12 Eylül’e. Elimden geldiğince, inandığım için, o çabanın içinde oldum. İstanbul’da Gazetecilik Yüksek Okulu’nda okurken Ankara’da oyunlarda oynuyordum. Sonra ailecek İstanbul’a geldik. Grevlere giderek, sendikaların gösterilerine katılarak, bağlı bulunduğumuz örgütler içinde tiyatro yaparak gelişen başlayan bir süreçti. O yıllar çok belirleyici oldu hayatımda. Benim bugünkü seçimimi dahi o yıllar etkiliyor. Acılı bir süreçti, çok arkadaşımı kaybettim. Çok arkadaşımı. Evet kaybettim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim.
Geriye dönüp o yıllara baktığınızda, neler değişti bu ülkede?

Bir kuşak gitti, yok oldu. Yeni bir kuşak geliyor. Amaç o yeni kuşağı elde edebilmek. Kendi tarafımıza çekebilmek. Sanata topluma insan haklarına duyarlı, gerçekten bu ülkenin ve dünyanın sıkıntılarını dert eden, bana dokunmayan yılan bin yaşasından uzak insanların tarafı.
O kayıp şey geldi geçti. Hemen Özal’ın, 12 Eylül’ün sonrasında, apolitize edilen, okumayan, düşünmeyen, üretmeyen, sadece tüketen. Onlardan kurtulduk çok şükür. Şimdi üreten, dert eden bir nesil geliyor. Üzerimize düşen görevler var. Onlara yalan söylememeliyiz.
Gençler için bu umutlu düşünceleriniz, üniversitede hocalık yapmış olmanızdan mı?
Onun da çok büyük etkisi var. Şimdi öğrencilerimden biriyle de aynı oyunda oynuyorum. Çok yetenekli, çok akıllı, geleceği çok parlak bir oyuncu kardeşim Tuğrul Türek.

22 Ocak 2009 Perşembe

There Will Be Blood ve O An

Stop crying, you sniveling ass! Stop your nonsense. You're just the afterbirth, Eli.


Daniel Planview ve Eli Sunday'in müthiş karakter aalizleri ve yağan repliklerin ardından Kan Dökülecek...
Geçtiğimiz yılın bana kalırsa en başarılı filmi ve oyuncu performansı bu filme ve My Left Foot'un ardından heykelciğe uzanan Daniel Day Lewis'e ait.
Ateşli Geceler, Manolya ve Aşk Sarhoşu gibi filmleriyle genç kuşak Amerikalı yönetmenlerin en başarılıları arasına giren Paul Thomas Anderson, Upton Sinclair’ın ‘Petrol’ adlı romanından uyarladığı son filmi Kan Dökülecek’te kanla, petrolle, parayla örülmüş bir tarihin sayfalarını karıştırırken, insanın içindeki şiddete, kapitalizm ve din eleştirisinin yanında insana dair evrensel sorular sordurmayı da başarıyor.

Filmde birçok sahne mevcut ki akıllara kazınan ama benim gibi birçokları için milkshake sahnesi şimdiden sinema tarihinin kült sahneleri arasına girdi bile;

“Senin milkshake’in var, benim milkshake’im var.
Ben senin milkshake’ini içiyorum.
Hem de kafama dikiyorum.”

19 Ocak 2009 Pazartesi

Efsaneler Ölmez! alayına aduket!..

Nostaljide sınır tanımayan, bir nebze olsun hayat bulan bu bünyeler bazı fenomenler tozlu raflara kalkarken bazılarını geri dönüşünde bayram ediyor haliyle.
Mevzubahis nostalji ürünü çok yakın tarihte genç zihinlere zehri salıp sokakta hareketleri uygulatan, jeton manyağı yapan, yanına gireyim mi gibi sorularla akıllara kazınan Street Fighter fenomeni.

Tabi bu nostalji nesnelerine özlemin ana kaynağı eski günlere olan hasret esasında.
İlkokul ve ortaokul yaşlarında sabah top oynamaya diye çıkıp hava kararınca eve gelmek, uyduracak birşey bulamamak ve bilumum atari salonlarında ablam tarafından basılıp eve yaka paça götürülmem o günlerde kabus gibi gelse de şu anda monitör başında pis pis gülümsememe neden olmakta. Özellikle yaz sıcağının asfaltı kavurduğu günlerde atari salonları fullenirdi, street fighter başı çekerdi kuyruk olurdu çoğu zaman. Street Fighter ile geçiştirilecek bir husus değil tabi atari salonları. Tek jeton almadan milleti izleyen yancılar, gol atıp vereyimciler, makinaya tel çekip beleşe getirenler ve tüm pisliğine rağmen efsanelerden biriydi çocukluğumuzun. Street Fighter'a dönüş yapacak olursak hemen herkesin kahramanı Ken ve Ryu iken ben yine alternatiflerde gezip Dhalsım ve Blanka'nın hastasıydım:)
Daha fazla caz yapmadan haberin detaylarına geçenzi;

Street Fighter serisi geri dönüyor
Capcom’un efsane dövüş oyunu serisi Street Fighter, PlayStation 3 ve Xbox 360 platformlarında devam edecek.

Capcom, efsane Street Fighter serisinin dönüşünü ve PLAYSTATION®3 ve Xbox 360® için Street Fighter IV’ün çıkışını kutlamak üzere serinin Avrupa ve Avustralyalı hayranları için benzersiz bir Koleksiyoner Versiyonu hazırladı.

Koleksiyoner Versiyonunda, klasik bir Street Fighter sahnesinin canlandırıldığı kutuda hem PS3, hem de Xbox 360 için çıkacak olan oyunun yanı sıra şunlar da bulunuyor.

* Tüm zamanların en sevilen oyun karakterlerinden Ryu ve yepyeni karakter Crimson Viper’ın ünlü ‘kalabalık Çin mahallesi’ arka planına yerleştirilmiş, sınırlı üretim figürleri.
* Street Fighter IV’ün çıkışı için özel olarak hazırlanmış, HD kalitesinde anime film ve en iyi oyun fragmanlarını içeren bonus disk.
* Seriye yeni katılan dört karakterin (Viper, Abel, El Fuerte veRufus) biyografilerini ve hareketlerini anlatan, çizgi roman tarzında hzırlanmış mini strateji rehberi;
* Özel, indirilebilir oyun içeriği

Street Fighter IV Koleksiyoner Versiyonu 20 Şubat 2009’da hayranlarının elinde olacak.

18 Ocak 2009 Pazar

Nabokov ve Kaleci Olmak

Futbola dair aforizmalar, deyişler, anılar malumunuz gün geçtikçe su yüzüne çıkıyor, hiç izlemem diyenlerin dahi farketmeden dakikalarca konuştukları modern çağın fenomeni. İngilterede fabrka bacaları arasında gelişip rugbyden ayrılan, kriket gibi sporlara itibar eden İngiliz aristokrasisinin burun kıvırıp günümüzden endüstri haline gelmesinde İngiliz kulüplerin başı çekmesi apayrı bir mevzu.

Alıntı yaptığım insan Rus asıllı Abd'li yazar Vladimir Nobokov. Özellikle Stanley Kubric'in beyazperdeye aktardığı Lolita filmiyle epeyce ses getirmiş, kitlelere yayılmasında öncü olmuştu diyebiliriz.

Kaleciliğin farklı kültürlerde nasıl algılandığı, imajı hakkında da bilgiler veriyor. Lev Yashin'i de hatırlatmıyor değil kaleci için çizdiği resim...Bizde mahallede en beceriksiz adam kaleye geçer, kaleci olmamak için son- son bir diiye bağırışlardan geçilmezdi. Ben de hatırlarım kar yağdığı zamanlar kaleci olmak isterdim sadece, çok keyifli gelirdi sağa sola atlamak. Yazar aslında başlıkta bile kalecinin kaderini özetlemiş, yalnızlığını. Sahadaki en zor görev kaleciliktir kim ne derse desin. Üç direk arasında yalnızdır vesselam...Buyrun size Nobokov'dan yalnız kartal.

Vladimir Nabokov

KALECİ: YALNIZ KARTAL

Cambridge'de yaptığım bütün sporlar arasında futbol benim için hep karışık bir dönemin ortasında rüzgarla süpürülmüş bir açık alan gibiydi. En büyük tutkum kalecilikti. Rusya'da ve latin ülkelerinde bu soylu sanat her zaman özel bir itibar sağlar. Kaleci, rolü nedeniyle kenarda, tek başına, geçit vermez olduğu için, coşkulu çocuklar sokakta peşinden ayrılmaz. Tapınma nesnesi olarak boğa güreşçisi ve usta pilotla yarışır. Bluzu, kasketi, dizlikleri, şortunun cebinden gözüken eldivenleri onu takımın diğer oyuncularından ayırır. O yalnız kartal, esrarengiz adam, son kurtarıcıdır. Kalenin önünde, parmaklarının ucuyla bir saldırıyı yıldırım gibi defetmek için gösterişli bir dalış yaptığında, bu anı yakalamak isteyen fotoğrafçılar saygıyla diz çöker...