7 Ekim 2010 Perşembe

Life on Mars

"Benim adım Sam tyler, bir trafik kazası geçirdim ve gözlerimi 1973'te açtım. Deliriyor muyum? Komada mıyım? Yoksa zamanda yolculuk mu yaptım? Her ne olduysa, farklı bir gezegene düşmüş gibiyim. Belki nedenini bulabilirsem, eve dönebilirim.”



Bbc yapmış ulan sıkıcı olma ihtimali kuvvetli derken almıştım bu dizinin dvdlerini.
Lakin iki sezon sürüp tadı damağımızda kaldı, böyle düşündüğüm için utandım kendimden, Bbc'yi arayıp özür dileyesim geldi, vallahi...
Güzelim dizinin sadece 2 sezon ve toplamda 16 bölüm olması bir yandan üzse de bu tarz işler daha kalıcı oluyor, daha bir seviliyor. Yani boku çıkmadan bitiriyo adamlar bunu demek istiyorum galiba...
Amerikalılar da bu nefis diziyi görür de hemen US versiyonunu yapmazmı sanıyosunuz, yapar tabi. Bu hazırcı halleri beni bitiriyo arkadaş, film sektöründe zaten tamamen kıçlarından uydurdukları süper kahraman filmleri, geçmişten tekrar çevrimler ve uzakdoğudan apartılan filmlere kaldılar, dizi olayını aslında iyi kıvırmalarına rağmen dokunmasalar şunlara iyi olcak. Ha iyi örnekleri yok mu? The Office şahanedir misal, hastasıyım ama olsun baştan yanlış bence, öyle yani...
Oyunculuklar ki başroldeki Sam Tyler ve 70lerin geleneksel taktikleriyle yoğrulmuş fenomen karakter Gnee Hunt olmak üzere harikalar. Sırf Deep Purple, The Doors, David Bowie, Lou Red, Pink Floyd ve Rolling Stones'un nadide eserlerini barındıran müzikleri için bile izlenmeli şahsi kanaatim.

Sam Tyler : Gördün mü? Reeves cinayeti nefretten kaynaklanıyor olabilir.
Gene Hunt : Yani? "Seni çok çok seviyorum" cinayeti olacak değildi herhâlde.
Benim gibi İngiliz kültürü, mizahı, müziği gibi nanelere ilgisi olanlar için ise bulunmaz nimet olacaktır. Manchester sokaklarında bir yandan mevzular yaşanırken kahramanımızın arada kalma, çelişki dolu hal ve hareketleri, polislerden nefret eden, ağızlarından küfür düşmeyen kenar mahalle yaşayanları, sokakta umarsızca top koşturan çocuklar, duvarlarda asılı George Best posterleri, ter içinde uyandıran rüya sahneleri, bir an olsun sırıtmayan, dizide yaratılan mükemmel 70ler havası, kıyafetler, insanı gülümseten-diziye yakışır şekilde mikemmel sonlanan finali, İngiliz varda alkol yokmu kardeşim diyenler için harika pub sahneleri ve tabiki İngilizlerin bir diğer olmazsa olmazı futbol.



Hele ilk sezonun 5.bölümü olması lazım bir bölüm var ki tonla dizi izlemiş ben için bu bölüm ilklerim arasına anında girdi. Holiganizme de göndermeleriyle olağanüstü bir City-United derbi bölümüydü. Polis şefi Hunt fanatik City taraftarıdır, United'lı bir taraftar derbi öcesi şüpheli şekilde öldürülürken adamımız United taraftarı olması ölmesi için geçerli bir sebep babında sözler sarfederki özellikle o tarihte derbi olgusu, mavi-kırmızı çekişmesi adına çok şey söylüyor.
Yine politik göndermeler ve İngiltere özeleştirisi de çokça mevcut. IRA olayında İngilizlerin yabancı düşmanlığı, ırkçılık, kendilerine has kapalı bir toplum olmalarından kaynaklanan durumlara çokça gönderme vardı kahramanımız Sam üzerinden.
Velhasıl dvd setleri bulabilenler için acayip ucuz piyasada, bulamayanlara da bölüm bölüm indirmek boyunlarının borcu diyorum, beğenmeyeni iyileşme belirtisi görene kadar dövüyorum efendim. Muhabbetle...

Fransa'dan Beleştepe Görünümü

Bizim yapamadığımızı taa Fransa'dan gelmiş yapmış televizyoncular. Çok da çaba sarfetmemelerine rağmen şahane olmuş, zaten herşeyiyle bir fenomen olan beleştepe sakinlerine mikrofon uzatılmış o kadar. En güzel konuşma da hatun kişiye ait sanki. ""Orda olmak isterdim ama burası da güzel, en azından taraftarı izliyorum" diyerekten...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Nostalji - Feylesof Sanlı


Arşiv fotoğraflarına baktıkça keyifleniyor insan, hakkaten mizah açısından da amatör ruh açısından da hazine gibi geçmiş günler. Herkes, herşeyler daha bir samimi, daha gerçek. Futbolun o mumla aranan özüne doğru bir yolculuk gibi adeta, çamur içinde kalmış, hallerinden memnun futbolcular, bir top kumaşa yapılan transferler, bomba misali atılan manşetler, açıklamalar, harika fotoğraflar ve nicesi...

5 Ekim 2010 Salı

Replik

"düşler kendi kendine gerçekleşmez; peşinden koşmalıyız"



Yeni yetmelerin ayılıp bayıldığı Scarface'ten kat kat (bence) güzel olan, içinde pişmanlık da, hüzün de , sevinç de barındıran, sen bıraksan da o seni bırrakmaz durumunun enfes örneği Carlito'nun Yolu. Şahsen izlemekten sıkılmayacağım, sıkıldıkça takıp özellikle giriş ve final bölümünü tekrar tekrar izlediğim, Pacino'nun beni en çok etkileyen filmi diyebilirim,  keza Sean Penn'de hayvani performans sergiler afro saçlarıyla, bu kadar antipatik berbat bir karakteri canlandırmasına rağmen:)

Carlito'nun eski yavuklusunu dans ederken karşı binanın çatısından izleyişi,Carlito-Gail münasebeti, heyecanlı metro sahnesi, escape to paradise tablosunun canlanması ve brigante reyis kendimizi keseriz dedirten güzellikler... Tabi Gail rolünde abartısız ama şahane güzelliğiyle Penelope Ann Miller'ı da eklemeden olmaz, daha iyi bir seçim olabilirmiydi bilmem. Al Pacino bu filmle birlikte Scent of a Woman filmiyle ayrı bir yerdedir benim için, haberi olsun...
     


Bu postun sadece replikten oluşması gerekiyodu ama dayanamadım ne güzel film lan bu dedim yine kendi kendime...
 De Palma abinin ellerine sağlık. Ha bir de "hey remember me? benny blanco from bronx" repliğiyle filmde renkli bir herif var ki tebessüm ettirir sonra da sövdürür namussuz Bronx çocuğu...

Trabzon'dan Notlar

 

Nicedir askerlik, kıl ve yün gibi nedenlerle gidemediğimiz Trabzon şehrine adımımızı attık fanatik yol arkadaşım Yılmaz ile nihayet Pazar sabahı.
Asker arkadaşım Ali sağolsun 10 numara karşıladı, kendisi Trabzonsporun kalearkası neferlerinden de olsa sağolsun kardeş gibi kucakladı bizleri. İner inmez zaten kaldırımlar, demirler dahil bordo mavi renklere rastladım bir gözlem adamı olarak. Parkta, şehir içinde turladıkça zaten yavaş yavaş artan kalabalığı, formalı sayısındaki artışı, duvarlardaki yazıları, arabalarda ve dolmuşlardaki Trabzonspor ürünlerini gördükçe gerçek bir şehir takımı neymiş anladık desek yeridir. Açıkçası hoşuma da gitmedi değil ki görüşlerimi aliço ile bizzat paylaştım.
Biraz turlama, yeme-içme, muhabbetin ardından hafif yağmur eşliğinde birbirimize şans dileyerek ayrıldık hınzırca.

 

Tanıdıklarla görüşüldü, pankart asıldı, rakip tribün hafiften izlenmeye başlandı haliyle derken zaten maç başladı. Bobonun yokluğu, yine Nobre takıntısı daha kafadan can sıktı ki hakkaten rotasyon iyi hoş da nasıl olcak bu işler homurdanmaları ses buldu haliyle. Trabzona kadar gelmiş bir sürü adam var lakin tribün performansımı çok sönüktü, meşhur çevre illerden gelen kartallar ki -klişelerden biri olsa gerek- yaş ortalaması baya düşüktü ve birtürlü organize olup bağıramadık,ne yazıkki artık tribün işi de büyük oranla skora dayalı olduğundan olsa gerek gol ertesi hepten koptuk.
Trabzon cephesi ise Ali kardeşim dediğinde inanmamıştım envai çeşit grup var hepsi birbirinden bağımsız farklı farklı bağırıyolar. En etkilileri deplasman tribünü yanında kalearkasında bulunan Trabzonlu Gençler idi sanırım adları hakkaten zaman zaman sesleri fena çıkmıyodu. Çok seslilik, karışıklık, tezahurat yönünden eksiklikler malum zaten Trabzonda lakin skorun da etkisiyle iyiydiler.



Biz de elde var hüzün diyerek beklemeye koyulduk, maç bitti, hoş sohbet bazı polislerle muhabbet, zaman zaman duran yağmurun hafiften şiddetlenmesi, nihayet dışarı atıp kendimizi başladık düşünceli düşünceli yürümeye. Trabzonda kalınan bir gece ardından yine düştük yollara, , sezonun en etkisiz ve sindirilen futbolunun ardından bile çok üzülmedim bilmiyorum bu genişlik niye. Herşeye rağmen yeni yerler, yüzler görmenin verdiği tad, acemilikten, altlı üstlü ranza muhabbetten beri görüşemediğim asker arkadaşıyla tekrar görüşmek, lezetli köfteler, çıkılan merdivenlerin ardından hazine bulmuşçasına sevinmenize vesile olan yemyeşil zemini görmek, Beşiktaşın yanında olmanın verdiği tarifsiz hisler, falanlar filanlar...

*Fotolar için ve herzamanki güzel muhabbeti yanında yolları paylaştığı için Yılmaz kardeşime, misafirperverliğin hasını gösteren Trabzonun incisi Aliçoma teşekkürü borç bilirim:)