28 Ekim 2010 Perşembe

Utandıran Adam Deli İbo

Muhabir sorar :
- ibrahim, koşarken ne düşünüyorsun ?
- hiçbirşey...


 

İlk geldiği andan itibaren kanatta yemediği küfür kalmadı adamın. Sabırla, hırsla çalıştı, gıkını çıkarmadan sadece işini yaptı ve tükürdüklerimizi yalattı İbrahim Üzülmez. Öyle ki heykeli falan dikilirse yakında şaşırmamak gerek. Meşhur terlik kavgası da hem kulüp için hem de ibrahimler için dönüm noktası olabilir. İkisi de o olay sonrası acayip bir performans patlaması yaşadı en önemlisi kulübe bağlılıkları, hırsları, taraftarla bütünleşmeleri arttı, vageçilmezleri oldular takımın. Toraman'ın sözleri bile nerede oynadıklarının farkında olduklarının bir kanıtı;
"Yaşıyordum ama hiçbir şeyden zevk almıyordum. Beşiktaş'tan kopmayı hiç düşünmedim yine de, hayallerimdeki takımda oynuyordum çünkü."

 Sergen'in neresine top çarpsa gol oluyor. biz kaleye şut çektik mi adamların sırtından geri dönüyor. anlamadım ben..."
Kayserispor maçında ligdeki 500.maçına çıkmış deli, Beşiktaş formasıyla da 396.maçına, nefesi kalmayana kadar koşacak, kendisinden 15 yaş küçükler kendini yerden yere atarken o hep depar halinde olacak, hırsı-mücadelesi hiç bitmeyecek sanki...yani inşallah.

27 Ekim 2010 Çarşamba

Özel Bir Gün


Una Giornata Particolare bizdeki adıyla Özel Bir Gün, hakkı verilmemiş harika yönetmen Ettore Scola'nın yönetip başrollerini Sophia Loren ve Marcello Mastroianni'nin oynadığı 1977 yapımı İtalyan şaheseri.
8 Mayıs 1938'de, Hitler'in Mussolini'yi ziyaret ettiği gün, Romalılar heyecan içinde töreni izlemek için meydanlara koşar. Bir binada kapıcı kadın dışında iki kişi kalır: Altı çocuk annesi ev kadını Antonietta ve sürgüne gitmeden önce Roma'da son gününü geçiren antifaşist ve eşcinsel radyo sunucusu Gabriele. Birlikte geçirdikleri gün bu iki insanın yaşamlarında yeni şeyler tatmalarına, bastırılmış kişiliklerini açığa vurmalarına neden olur.

Hem dünya açısından, führer denilen Hitler ve duce Mussolini'nin dünyayı paylaşmalarını konu alan buluşmaları nedeniyle, faşizmin gövde gösterileri arasındaki iki insanın hayatlarındaki en özel gün olmasıyla aynı zamanda çok güzel bir filmdir. Birçok İtalyan filminde olduğu gibi, filmin içine girmemek mümkün değil, bize o kadar yakınki, kadının toplumdaki bastırılmış kişiliği, olmayan rolü, çok çocuklu-bağırış dolu küçücük evler-hayatlar, otoriter yönetimler, kendilerine reislik adı altında rol biçilen erkekler,babalar, özellikle baskıcı toplumlarda görebildiğimiz koyun misali insanlar, düşünen, en ufak farklı davrananların başının ezildiği, linç kültürünün hakim olduğu toplumlar...

 

Oyunculuklar da abartısız, muhteşem. Sophia Loren herzamanki gibi harika ki hiç makyajsız, sıradan bir İtalyan annesinin altından rahatlıkla kalkmış keza ona eşlik eden  Mastroianni de harika kıvırmış işi.
Birçok okumaya açık, insana, hayata, düzene, önyargılara ve birçok şeye dair enfes bir film...


-Bıyıklı kapıcı kadın: o hükümet karşıtı! bir antifaşist! kısacası bu da bir insanın olabileceği en kötü şey. 
*Sophia Abla- hayır!
-Bıyıklı kapıcı kadın- hayır mı? öyleyse neden onu radyodan kovdular? ona ne dediklerini biliyor musun? yediğin kaba pisledin demişler*, aynen böyle. sonra ne yapmışlar? tabağı önünden alıvermişler. 

*Sophia Abla: ama çok kibar ve iyi biri, çok düzgün. antifaşist olması mümkün değil.

26 Ekim 2010 Salı

Anılar, Şimdi Gözümde Canlandılar...

 

Takım olma babında güzellemeler ve şahane anılar, şu an sözde profesyonellik adında yapılan abukluklardan daha güzel ve gerçek olduğu kesin. Kaleci Engin konusunda da o yıllarda aldığım bir kupa-fincan gibi birşey vardı Engin'in çizim şeklinde eldivenleriyle resmi ve diğer tarafta logo, tüm hatırladığım bunlar. Daha çok dışarı giden toplara uçan Zafer, televolede sık sık dalga geçilen Şener ve Bako gibi kaleciler daha bir belleklerde...


“90’ların başıydı, Fenerbahçe’yi 3-1 yendiğimiz maçın gecesiydi. Çok gergin bir maç olacaktı, biz de doğal olarak gergindik ve yatağa yattık fakat kimse uyuyamadı. Gece yarısına doğru, kalktık, Gordon’un kapısını çaldık, tam 15 kişiyiz, dedik ki ‘hocam, uykumuz kaçtı, biz işkembeciye gitmek istiyoruz’ Gordon bize ‘kaç kişi gideceksiniz’ dedi. ’15 kişiyiz’ dedik...
Takım 16 kişiydi, kaleci Engin uyumuştu odasında, o gelmedi doğal olarak. Gordon, “o bir kişiyi de alın, öyle gidin’ dedi. Neyse uyandırdık Engin’i, o da geldi, hep beraber gittik işkembeciye. Aslında bu sıradan bir anı değil, bu takım olmanın belgesidir. Yani biz 15 kişiyiz, hoca bize 16. adamı soruyor ve onu da alın öyle gidin şartı koyuyor, işte takım olmak budur. Biz bunu başarmıştık 90’lı yıllarda Beşiktaş’ta, zaten 3 yıl üst üste şampiyon olmanın sırrı da belki bu takım olma olayını başarmakta yatıyordur."




Metin Tekin

Saat 04:27


TSİ 04.27, enteresan bir ruh hali... Ulan Beşiktaş nelere kadirsin.
Hep olur özellikle deplasman dönüşü bir de kötü sonuç alındıysa eve gelinen son adımlarda ulan gitmesemiydim, sıcak sıcak yatağımda uyusaydım iyimiydi diye düşünülür, sonra bir duş alınır kafada hala şu gol olsaydı, bunu yemeseydik ya da cehennemde ateşinle kavur bizi kara kartalvari türlü tezahuratlar, envai çeşit otobüs hikayesi döner durur kendine gelir insan. Ah bu hayat çekilmeez sen olmasan dedirtirken bir yandan da ömür törpüsüdür bu takım. Yenilgisi bile ayrı bir tatlı hüzün barındırır kendi içinde, takım kötüdür, kulüp borcu dağları aşmıştır, tribün bozulmuştur, herkes şekil peşinde falan olabilir ama bu gelmeler-gitmelerin, sevmelerin, binlerce kilometrelerin pek izahı yok.
Adamlar güzel stat yapmış ama haa...Koltukları inatla parçalayanlar, sağa sola vuranlar sağolsun bize fazla gerçi bu kadar modern stadyum ya neyse oralara girmeyelim. Nihatın bencilliği, Zapo'nun beceri yoksunluğu, tekkenin kahretsin dedirten pozisyonu, birkaç maçtır üretkenlikten uzak takım, q7'mi lan herşey sesleri, elde var hüzün ve bol miktarda baş ağrısı...bir derdim var bin dermana değişmem asla.

24 Ekim 2010 Pazar

Replik - Barfly

 "bazıları asla kafayı yemez. onlarınki gerçekten korkunç bir hayat olmalı."

 Bukowski'nin en güzellerinden Factotum'dan uyarlanan, Mickey Rourke ve Faye Dunaway gibi iki şahane insanı biraraya getiren, yine Matt Dillon'un devleştiği Factotum filmi ve ardından Leaving Las Vegas izlenirse alkol komasına girme garantili harika film. Hepimiz Henry Chinaski'yiz...


wanda- tek bir şey daha var, aşık olmak istemiyorum.
henry- korkma henüz bana kimse aşık olmadı...