22 Kasım 2008 Cumartesi

Yerüstünden Notlar

*Mafyanın ipliğini pazara çıkartan ve Gomorra adlı yazdığı kitapla İtalya'da mafyanın bir numaralı hedefi haline gelen Roberto Saviano'nun eseri beyazperdeye uyarlanmış ve epey konuşulmuştu.
Neyseki ülkemizde de bu hafta vizyona girdi. Haliyle bu tarz filmler 1-2 adet salonda o da bulunabilirse birkaç seans oynayıp birkaç hafta sonra da vizyondan kalkıyor, tez vakit yakalayıp izlemek farz hele ki gençtürksel gibin faideli kampanyalar varken.
-Filmden önce gönül kitabı okumak isterdi lakin henüz alamadık mutlaka okumak şart, İtalya'da Camorra diye bilinen ve İtalya'da 4 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan, çizmedeki üç mafya örgütüyle birlikte cirosu 100 milyar euroyu bulan, uyuşturucu, sanayi, inşaat ve Napoli örneğinde gördüğümüz çöp mevzuları dahil eli ayağı fazlasıyla uzun bir örgütlenme ki kitabın yazarı Türk mafyasının da Camorra'dan uyuşturucu temin ettiğini, karşılığında Türklerin silah verdiğini ve on yıllardır Türk-İtalyan ailelerin kanka olduğunu dile getiriyor. Bu gibi örgütlerin çökertilememesi de bizde de sık rastladığımız çok boyutlu bir örgütlenme oluşu-hemen hemen devletin her kesiminde adamlarının oluşu ve Omerta diye bilinen mafya arasındaki yazılı olmayan bir yasa olarak kabul edilen suskunluk yasası.

*49.Uluslararası Selanik Film Festivalinde iki türk senaryocuya ödül çıkmış.
Beynelmilel ile hiç beklenmeyecek derecede kusursuz bir ilk film yapan, geçmişiyle, sempatikliği ve tüm birikimiyle Yılmaz Güney'i andıran, son filmi O.. Çocukları ile hafiften puan kaybetse de potansiyeliyle umut veren Sırrı Süreyya Önder'in 'Sıfır Numara'^adlı senaryosu bunlardan biriymiş.

*Selanik'te ayrıca iki usta yönetmen de misafir edilmiş. Bunlardan ilki Dolls, Hana-bi ve özellikle Zatoichi ile gönlümü fethetmiş Takeshi Kitano, diğeri de popüler sinemayla tanınan ardından savaşın arka penceresini gösteren, JFK gibi suikastlari ve Amerikan Rüyasının iç yüzünü anlatan filmleriyle muhalif karakterlerden biri olan Oliver Stone. Yönetmen Bush'a yine saydırırken, Irak işgalinin başarısız olmasına seviniyor ve ekliyor; İyiki başarısız oldu yoksa İRan'a da girilecekti...
Ayrıca Geceyarısı Ekspresi konusunda da pişman olmadığını fakat biraz abartmış olabileceğini belirtiyor ve o dönemki Türk hapishanelerinin dünyaca meşhur oluşundan ve yaşanmış olaylardan bahsediyor ki hak vermemk elde değil hala hapishanelerde işkenceden ölenler olduğu sürece de ne diyebiliriz ki... Ayrıca bu filmi hala izleyebilmiş değiliz. Dvd'si falan yasak, tüm dünya bu filmi izlerken biz izleyemiyoruz, komik olduğu kadar acı da!..

*Paranoyaklık derecesinde insanları merak duygusunda tavan yaptıran, popülerliği bir yana objektif şekilde bakıldığında Tv Şovları tarihinde devrim yapan Lost'un merakla beklenen 5.sezon posteri adada kalanlar-ada dışındakileri resmeden, 'kader çağırıyor' sloganıyla yayınlanmış. Yeni sezon 21 Ocak'ta geliyor.

*1993'ten bu yana ses seda çıkarmayan Guns N' Roses 20 Kasım itibariyle yeni albümünü internet ortamında sevenlerine açtı. Benzer uygulamayı Radiohead yapmıştı yanılmıyosam, ücretsiz yada isteyenin istediği fiyatı verip bilgisayarına indirdiği, bir anlamda dinleyicilerin vicdanına bırakılan bir albüm olmuştu son çalışmaları ki günümüz korsan ortamında, konserler ve etkinliklerle hayatta kalabilen müzik piyasasında pek de yapılacak birşey yok.
Guns N' Roses son albümü burda imiş; www.myspace.com/gunsnroses

*Yetişkinlere masallar anlatan, gotik ve aykırı yönetmen, Johnny Depp'in kadim dostu Tim Burton daha evvel televizyon ve sahnelerde uyarlanan, edebiyatın en meşhur eserlerinden 'Alice Harikalar Diyarında'yı yine başrolde Johnny Depp önderliğinde beyazperdeye aktarıyor.
Filmin 10 Mart 2010'da gösterime gireceği belirtiliyor, bizde bekliyoruz.

*Haftalardır konuşulan Can Dündar'ın Mustafa belgeseli 3 hafta sonunda 1 milyonu aşarak belgesel kategorisinde rekor kırdı. Bazı yorumları dinliyorum aklım almıyor, insanlar nereleri ile izliyorlar. Can Dündar'da çok şey anlatmak istediğini ama belki de başarılı olamadğını, bir iki hususta hata yaptığını kabul ediyor. İnsanlar artık ilkokuldan bu yana putlaştırdığımız, resimlere, yakalardaki rozetlere indirgeyip ne yaptığını, nasıl-hangi koşullarda devrimlerini gerçekleştirdiğini öğretmediğimiz ezberci zihniyetin ürünleri bu insanlar. Daha 2 gün önce Can Dündar'ın yazılarını mail yoluyla birbirine forward edenler şimdi onu düşman ilan ediyolar ki ben bu adamın samimiyetinden şüphe etmiyorum kim ne derse desin. Amacı bazı şeylerin tartışılmasını sağlamaktı, Atatürk'ün hala bazı günlüklerine, söylediklerine sansür uygulanmasının, kendi insanlarından saklanmasının, onun da etten kemikten bir insan olduğunun görülmesine dair bir yapım. O kadar taptığımız, herşeyde olduğu gibi sözde sevdiğimiz atamıza dair bir tane adam gibi film niye yapmamışız bunu sorgulayan yok, herşeyimiz yalandan, değer bilmez, dejenere olmuş gidiyoruz...

*Sanal ortamdaki yıllardır en güvenilir alışveriş sitesi olan İdeefixe 6.Sanal Kitap Fuarını başlattı. Onlarca yayınevinin %50'lere varan indirimlerile saatlerce kitap incelerken bulabiliyor insan kendini. 150 yayınevi katılırken 40 bin civarı kitap sunulmuş. Geçtiğimiz yıl satılan kitap sayısı 152 bin...

21 Kasım 2008 Cuma

Tsubasa Yaşıyor Savaşıyor

Koca bir neslin çocukluğuna ve eski dönemlere dair hatırladığı zamazingolar içinde mutlaka Tsubasa da var. Ne menem bir şey ise o dönem gösterildiği zamanda yetişkinlerde Yalan Rüzgarı nasıl bir etki yaptıysa ufak bünyelerde de benzer etkiler hatta daha fazlası görüldü.
En son Umut Sarıkaya'nın karikatürü vardı, piuu bu nasıl top diyodu camı kırılan amca elips şeklindeki topu görünce. Koş koş bitmeyen hatta sonraki bölümlere sarkan hayvani sahada oynanan, farklı karakterlerle yedirilmiş tam bir fenomendi kesinlikle.
Adidas firması da akıllıca bir hamleyle Superstar-Tsubasa adıyla model piyasaya sürmüş haliyle epey prim yapmıştı.

Tsubasa'yı yaşatan şimdi de Ankara'da bir Play Station üssü:) İstanbulun ardından diğer illerde de mantar misali her sokakta geçmişte atari salonlarının yaptığı akabinde internet cafelerin eski popülerliğini devralan Play Station tükkanları mevzu bahis.
Fotolarda ahanda aşağıda, Ankara Bahçelievler'de taze açılmış, güzel de olmuş;

20 Kasım 2008 Perşembe

Baz İstasyonu İsyanı

Bizler eşşek kadar adamlar mantar gibi her köşe başında konuşlanmış baz istasyonlarını diğer her nane gibi sindirdiysek de adam olmuş çocuk isyan halinde yetkililere sesleniyor, ufak yaşına ve yaşadığı yalnız coğrafyaya hatta yaşıtlarının bir ritüel halinde arkada yaptıkları sıyırmalıklara rağmen, enteresan bir video:)

Bend It Like Beckham & Ae Fond Kiss

Ae Fond Kiss

Toplumların sorunlarına kem-küm etmeden direk dikiz yapan, önyargılara, ayrımcılığa, manasız kültür çatışmalarına kafa-göz dalan güzide yönetmen Ken Loach'ın son dönem filmleri içerisinde ki hepsi güzeldir, en başarılılarından Ae Fond Kiss, bizdeki adıyla Duygudan da Öte.
Hikaye Glasgow'da geçmektedir. Pakistanlı bir ailenin biricik oğlu Casim ile Katolik bir okulun İrlandalı öğretmeni Roisin'in hikayesi, aşk temelinde nlatılmaktadır. Her milletin anlamsızca kendinden farklı olana tahammül edemediği, farklılıklara gözü kapalı oluşu, Pakistanlı ailelerin aşırı gelenekçi vaziyetleri, sözde gelişmiş toplumlardaki Katoliklerin ve kilisenin aşırı tutuculuğu ve birçok sorunun gölgesinde iki bambaşka kültürden glen çift yol ayrımında kalın çizgiler etrafında zor bir sınav veriyorlar.
En önemlisi "Duygudan da Öte" çiftlere aşkın esasını gösteriyor: "Onunla nasıl, ne kadar birlikte olacaksın?" diye soranları "Onsuz nasıl yaşarım?" diye yanıtlayabiliyorsanız, aşıksınız diye notunu düşüyor.

Filmde Britanya kültürü ve İskoçya sözkonusu olur da futbol olmaz mı?
Pakistanlı ailenin çevrede oldyukça dışlanan kızının Katolik okulu ki silme Celtic'li oldukları malumunuz, burada Glasgow Rangers formasıyla gezme durumu bile futbol adına küçük bir sahne bile olsa gülümseten anlar taşıyor. Britanya'daki göçmen sorunlarına, mezhepsel mevzulara ve önyargılara dair nefis bir seyirlik sizleri bekler.

Bend It Like Beckham

Tıpkı Ken Loach filmi gibi kuşaklar arası farklılıklara, kültürler arası diyalogsuzluğa, ayrımcılığa değinen, futbolu temel alan ve daha çok komedi soslu ironi dolu keyifli bir film.
Ken Loach filminde Pakistanlı genç ve ailesi anlatılırken burda da yine İngiltere'de yaşayan Hindistan'lı aile ve diğer kızlara benzemeyen Beckham hayranı futbol delisi kızları anlatılıyor.
Mevzu bir kız ve futbol olunca her iki kültürdeki ailelerin tepkileri de bir o kadar ağır ve de komik oluyor. Kız gibi giyinip süslenmesini, gezmesini, geleneklere göre nişanlanıp ardından evlenmesini bekleyen ailesine Hintli kızları Jess hayallaeri gerçekleştirmenin en azından denemenin kendini gerçekleştirmek ve mutlu olmak adına önemini vurgulamakta. Filmde ilk filmini oynayan Hintli kızın yanında sürpriz ise yine futbol tutkunu İngiliz kız Keira Knightley ki her ikisi de İbrahim Üzülmez'i kıskandıracak derecede topa hakim ve başarılı top oynuyolar, rolleri kıvırıyorlar. Keira bacımızın babası rolünde ise tanıdık bir isim var, Football Factory'nin psikopat Billy Bright'ı Frank Harper kadroda mevcut.
Film ve futbol hususunda eklemek gerekirse filmin içerisindeki maç ve futbol sahneleri beklenenden çok daha gerçekçi ve başarılı. Şimdiye dek izlediğim futbol filmleri içinde en başarılı olanlarından desem yeridir ki bayan futbolu sözkonusu olunca izlemeye pek dayanamayan bir bünye adına söylüyorum bunları:)
Sözün özü, iki filmde aynı sorunlara işaret eden biri fazlasıyla gerçekçi ve etkileyici, diğeri ise kültürlerin komik taraflarıyla epey güldüren komedi yoluyla mesajını ileten iki başarılı yapım.

18 Kasım 2008 Salı

Tom Waits


Ağzından sigara, başında şapkası düşmeyen, enteresan hırıltılı sesiyle ve yorumuyla özellikle uzayan gecelere ilaç gibi gelen hüznün, doğallığın ve karizma denen şey varsa o'nun birleştiği 20 küsür yıllık sanatçı, çalgıcı, film müzikleri sahibi aynı zamanda da oyuncu.
Oyunculuk durumu Coppola ustanın Rumble Fish ve The Outsiders'ın da olduğu gibi daha çok yan rollerde ya da piyano başında görülmektedir. Fakat eküri olarak Bağımsız Sinemanın prensi Jim Jarmusch'un favorisi, vazgeçilmezi denebilir. Down by Law, Mystery Train gibi filmlerin yanında yine Jarmusch yapımı Coffee and Cigarettes filminde de varlığıyla ayrı bir güzellik katar, filmde sigarayı bıraktıktan sonra iggy popa kurduğu "sigarayı bıraktığıma göre bir tane daha içebilirim" cümlesi ile de ekol olmuştur. Bunun dışında Dracula, Domino ve The Fisher King filmleri gibi birçok filmde yan rollerdedir.

coffee and cigarettes

Film müzikleri hususunda da müzik adamı olarak kalitesini ortaya koyar; Fame, Down By Law,Sea of Love, Night on Earth, Twelve Monkeys, Fight Club, The Perfect Storm, Los Lunes Al Sol, Hellboy, Jarhead ve yakın dönemden Kelebek ve Dalgıç isimli şahane Fransız filminde de müziklerde parmağı vardır.
Bu filmdeki All The World is Green şarkısıyla bizi bizden geçirir, zaten Avrupa filmlerine meraklı bünyelerde güzel hislerle izlenen ve beğeni toplayanlar için filmde akılda kalan unsurların da başında gelir kendisi. Tıpkı Roberto Benigni'nin oynayıp yönettiği "the tiger and the snow"un en güzel sahnelerinden birinde piyanosuyla filmde ortaya çıkıp o etkileyici sesiyle filme ruh vermesi gibi...

le scaphandre et le papillon - kelebek ve dalgıç
Alıntı yapacak olursak Gary Graff'ın deyişiyle sesi, 'bir fıçı burbonda ıslatıldıktan sonra beş ay tütsülenmiş ve ardından da bir arabanın altında çiğnenmiş' gibidir. Çıkardığı kendine özgü hırıltılı sesler, deneyselliğe olan meyli; blues, caz ve vodvil gibi rock öncesi türlere sevgisi ile Tom Waits, müzik adına sıradışı bir kişilik oluşturmaktadır.

Sesiyle, albümlerini ve kliplerini çektiği mekanlarıyla, birçok müzik aletindeki büyük ustalığı, sanatın her dalına hakim oluşu ve çok yönlülüğüyle fark yaratan, güzel insanlardan biri.
Şarkılarında karınca ordularının zalim hikâyelerini anlatıyor, sonrasında araya beatbox'lar karışıyor, kaosa başlıyor. Eşini benzin ve arpa birası kokan birisi olarak tasvir edip serenat yapıyor, Bukowski'nin Nirvana'sını okuyor, Kerouac'ın şiirlerine hayat verip çemberi tamamlıyor. Beat kuşağının belki de en önemli müzisyeni olan Tom Waits, Kerouac'ı alıp kendisiyle birlikte geleceğe taşıyor.
Tom Waits'in tiyatro sahnesi, müziği. Baş aktörü de onunla özdeşleştirilmiş olan zımpara kağıdı gibi çıkan sesi. Anarşist ama bir o kadar yapıcı olan bu oyunda dekorlar göz kamaştırıcı, oyun metni benzersiz. Çünkü bu oyunda gerçekler yalan, hikâyeler ise çok gerçek.

Paul Auster'in yönettiği diyaloglarla örtülü muhteşem film Smoke ve güzelim açılış sahnesindeki şarkısıyla Innocent When You Dream


Kelebek ve Dalgıç filmine renk katan tüm yeşilliğiyle, canlı performansıyla All The World is Green

16 Kasım 2008 Pazar

Haluk Bilginer'den İnciler

İki kişinin bir arada yaşaması zor... İnsan yaşam sürecinde kendini bile anlayamıyor ki. Değil ki, başkalarını anlasın. Çok zor. Kendini anlayamıyorken, eşini, çocuğunu, arkadaşını, dostunu nasıl anlasın? Böyle olunca belki de anlaşamamada anlaşmak gerekiyor. Eksileri artılarıyla... Yoksa çok yalnız kalırsın. Zaten herkesin aynı fikirde olduğu bir dünya çok sıkıcı olurdu.

*Niye hep size böyle hep kanun dışı adam rolleri veriyorlar?
Güzel rollerdir ama onlar. Kötü adamı oynamak çok daha zevklidir. Kötü adamı oynamanın şöyle bir özelliği var; akıllı, kurnaz, kafasında kırk tilki dolaşır hiçbirinin kuyruğu birbirine değmez. İyi yazılmışsa eğer o kötülüğün bir temeli vardır zaten. O kötülüğü yaparken kafasından neler geçtiği, ne sebeple bu kötülükleri yaptığı derken dolayısıyla çok renkli bir karakter çıkıyor ortaya. Düz kahraman sıkıcıdır.

*Ölüm gerçeğiyle ne kadar barışıksınız? Sık düşünür müsünüz?
Çok sık düşünmem ama şunu bilirim: Ölmeyi hak emek lazım. Bunun için de, doğru sahici, samimi ve inandığınız şeyleri yapmak gerekir. Ölüme inat yapıyoruz zaten ne yapıyorsak. İz bırakabilmek için.

*Türkiye'de nelerin karşısındasınız?
Çok şeylerin. Türkiye'de eğitim, sağlık, adalet, kültür bir skandaldır. Bu saydığım dört şey olmazsa olmaz ayaklarıdır bir toplumun. Sağlık sistemimize bakın utanç verici. Eğitim sistemimize bakın bir skandal, utanç verici. Özel dersane ne demek? Eğer böyle bir şey varsa sözün bittiği yerdeyiz demektir. Yabancı dilde eğitim diye bir saçmalık var. Büyük paralar karşılığı yabancı dilde eğitim verilen okullara çocuklar gönderiliyor. Bu ancak sömürge ülkelerinde olur. Türkçe'yi kim öğretecek?..Mahkemelerin haline bakın, içler acısı. Nasıl dağıtılıyor adalet. Kültür Bakanlığı?nın bütçesi nedir biliyor musunuz? Binde beş. Bunun farkına varamamış toplumlarda bir şeylerin iyi olmasını nasıl bekleyebiliriz ki?

*Kurtlar Vadisi Irak tarzında sözde Amerikan Karşıtı filmlere dair:
Bu tarz filmleri izlemeyi de düşünmüyorum. Amerikan karşıtı film yapanların en azından Amerikan karşıtı olması gerekir diye düşünüyorum, çünkü. Önce samimi olsunlar.

Olmadıklarını mı düşünüyorsunuz?
Sizce öyleler mi? Derin devlet, milliyetçilik Amerika'nın beslediği ideoloji değil mi? CIA ödemedi mi parayı? Türkiye'de milliyetçiliğin yükseldiği döneme dikkat edin. Güneydoğu'da savaş varken, PKK Kürt milliyetçiliğini öne çıkardığında Türk milliyetçiliği alevlendi. Milliyetçilik milliyetçiliği doğurur. İnsanlar benim milliyetime laf etti diye birbirlerini yerler. Sonunda olan yine bu kifayetsizlere olur.

*Yaşınızın ilerlemesi sizi nasıl etkiledi?
Olgunlaşıyorsunuz, daha çok heyecanlanıyorsunuz. Bazı şeyleri yapamayacağınız bilinci yerleşiyor. Biliyorum ki en iyi oyunumu oynayamadan bir gün öleceğim. Oynamayacağım ki hiçbir zaman en iyisini. Oynadım dersem, olmuş armut gibi dibime düşerim kurtlar yer.

*Genç Kuşak ve 12 Eylül'e dair;
Bir kere "bana ne siyasetten" diyen bir kuşak yetişti. Siyasetin doğrudan yaşamlarını ilgilendirdiğinin farkında değiller. Aldığı nefesin, yediği ekmeğin, gittiği okulun, sevgilisiyle kurduğu ilişkinin doğrudan siyasetle ilgili bir şey olduğunu anlamadılar. Siyaset yaşamı doğrudan düzenliyor. Böyle olunca çocukların tutunacak bir şeyleri de kalmadı. Bir umut da yok. Ağır bir nihilizm var. Düzenleyemeyeceği ve etkin olmadığı bir şey içinde yaşıyor. Bunu değiştirecek bir öneriyi sağlayacak altyapısı da olmadığından ya çok ilkel ve basit değerlere tutunmaya çalışıyor ya da hiçbirşeye tutunmadan sıfır umutla gününü gün etmeye gidiyor. Seçim yapamıyorlar, düş kuramıyorlar. Böyle gelecek tahayyül edilmez. Birsürü gencimizi boşlukta bıraktık. 12 Eylül'ün armağanıdır...

Sonbahardan Arta Kalan

Sararmış yaprakların da birer birer dökülüp yerlere serpildiği, melankoli aylarının başlangıcı sayılan:) güzel mevsimde sona ererken sulu zırtlak ya da kimi zaman bembeyaz örtüyle kaplı yollar bizi bekler.

“geldin mi, iyi
yollarından yürüyüşler sızdıran sonbahar
bir tenhalığı eskisinden çok sezmeyi
bakımsız bahçeler mi olur, büyük ahşap boş odaları mı olur
ne olur
ey bana sevmeme gücü veren güzellik
eski bir kadını eski bir park kanepesinde bırakan sonbahar
aldatılmış bir yüzü yağmur oluklarında
o yüz ki bir denizin tekrar tekrar bittiği
gece yarısı kokularında
yosunlu bir kıyıda ancak
dilinde çakılların ve derinliğin en son tadı
işte
bir vakit daha geçti, şimdi ne yapsak
ne yapsak, bir vakit geldi ve geçti
ey bana sevmeme gücü veren güzellik
sonbahar
sen mi kaldın bir
yok birşey yapacak”

e.cansever