19 Kasım 2009 Perşembe

Tom Waits; Kem-Küm

Roll Ekim sayısında geçen Tom Waits röportajından bir kesit.



Size göre cennet nasıl bir yer?
Tom Waits: Karımla Road 66'da (Chicago'dan Los Angeles'a uzanan otoyol), Motel 6'dayız. Bir termos kahve, ucuz bir gitar, tefeciden alınmış bir teyple. Sağlam bir araba da kapımızın önünde.

Size zor gelen şeyler neler?
Tom Waits: Genellikle gerçeği ve hayali iç içe yaşıyorum. Benim gerçeğimin, bir ampulün duya olan ihtiyacı gibi, hayale ihtiyacı var. Hayal gücümün de, bir körün değneğine duyduğu ihtiyaç gibi gerçeğe ihtiyacı var. Matematik bana zor gelir. Harita okumak bana zor gelir. Emirlere uymak da. Ayrıca marangozluk, elektronik, sıhhi tesisat, hadiseleri doğru hatırlamak, çengelli iğne bulmak, sabır, Çince sipariş vermek, Almanca müzik seti kılavuzu...

Dünyada yanlış giden ne?
Tom Waits: Enformasyona boğulmuş durumdayız ve enformasyonu bilgi, niceliği bolluk, zenginliği mutluluk zannediyoruz. Leone Helmsley'nin (emlak kraliçesi) köpeği 2007 yılında miras yoluyla 12 milyon dolar kazandı. Öte yandan, Dean McLaine adlı Ohio'lu çiftçinin geçen yılki gelirinin toplamı 30 bin dolardı. Hepimizin beyninde devasa bir çılgınlık şekilleniyor. Paralı ve silahlı bir maymun sürüsüyüz.

En çon sevdiğiniz film sahneleri neler?
Tom Waits: "Kızgın Boğa" da De Niro'nun ringde olduğu sahneler. "Cennet Bekleyebilir" de Julie Christie'nin "bir fincan kahve ister misin?" dediği andaki yüz ifadesi. "Cennetin Doğusu"nda James Dean'in kalp krizi geçiren babasının başucunda otururken hemşireyi odadan kovması. "Touch of Evil" da, Marlene Dietrich'in o, "erkeğin hasıydı" deyişi. Nick Cage'in "Vampirin Öpücüğü"nde bir hamamböceğini yiyişi. "Chinatown"un final sahnesi. Rod Steiger'ın "Rehin"de altın hakkında söyledikleri. Brando'nun "Baba"daki ölüm ânı. Lee Marvin'in "Kuzeyin İmparatoru"nda yük vagonunun altında gidişi. Dennis Weaver'ın "Touch of Evil"da, küçük bir ağaca tutunarak "ben gecelerin insanıyım" deyişi. "Eastwick'in Cadıları"nda Jack Nicholson'ın kiliseye girişi. "Blade Runner"da Rutger Hauer'in ölürken çektiği söylev. "Define Adası"nda, tavernadaki kör adam. "Zorba"da Anthony Quinn'in kumsaldaki dansı.

Tuhaf yerlerde geçen tuhaf olaylar listenizde neler var?
Tom Waits: İkinci Dünya Savaşı'nda torpidoyla batırılan bir Japon şilebi, Tokyo limanının dibinde yatıyordu, gövdesinde koca bir delikle. Mühendislerden oluşan bir ekip şilebin su yüzüne nasıl çıkarılabileceğini tartışırken aralarından bir, çocukluğunda seyrettiği bir Donald Duck filminde okyanusun dibinde yatan bir geminin gövdesindeki kocaman bir deliğe pingpong toplarının enjekte edildiğini ve geminin o suretle yüzdürüldüğünü anlatıyor. Ekip bu hikayeyi kahkahalarla dinliyor. Fakat uzmanlardan birinin aklı bu çözüme yatıyor. Peki, dünyanın neresinde 20 milyon adet pingpong topu bulunabilir? Elbette sadece Tokyo'da. Ve 20 milyon pingpong topu o şilepteki deliğe yerleştiriliyor, şilep yüzeye çıkıyor. Mükemmel çözüm. Etik sorunların çözümü ancak tamamen farklı bir düzeye geçildiğinde bulunabiliyor. Ayrıca en terso durumlarda insanın kendine güvenmesi gerekiyor.


Centilmenliği nasıl tarif edersiniz?
Tom Waits: Akordeon çalmasını bilen, fakat çalmayan adam.

Neleri merak ediyorsunuz?
Tom Waits: Jokeyler atlarına ne söyler? Otoyol kenarında bir ağaç olmak nasıl bir duygu? Dünya insanoğlunu ne zaman sırtından silkeleyip atacak? Bir gazete kesekağıdı olduğundan ne hisseder? Bazen keman siyam kedisi gibi ses çıkarır; ilk keman telleri kedi bağırsağından yapılmış, arada bir bağlantı var mı? Günün birinde insanoğlu robotlarla evlenecek mi? Elmas, sadece sabırlı bir kömür parçası mı? Ella Fitzgerald hakikaten bir şarap kadehini sesiyle kırdı mı?

Sevdiğiniz sesler?
Tom Waits: Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular.

Kimliğimiz; Beşiktaşlılığımız

Yıldırım Demirören virüsü iliklerimize kadar işlemişken, kendisi Aziz Yıldırımcılık oynamaya devam edip hamlelerine yenilerini ekliyor.
Belki de stad içinde küfür etmeyen ender kişiler olan tribün liderlerine verilen cezaların ardından, şimdi de Fener maçı öncesi herkese kimlik kontrolü yapılacakmış.
Eğer seçimlerde seçilirse buna kapalının yıkılması, localar ve bir çok yeni adım da eklenecektir.
Burda tribünün artık şapkayı önüne koyup düşünmesi şart, değerler elden gideli çok oldu ses etmediler ama tribün de bitmek üzere.
Yıldırım Demirören seçimlerde dirsek temasındaydı, İnönünün kalbini sahiplerine vericem diyerek desteğini aldı, seçildi, otobüsler-biletlerle gönülleri hoş tuttu. Tribünler haddinden fazla dayandı ve sonunda infilak etti neredeyse. Bu canavarı biz bu hale getirdik ne yazıkki...
İşte kimlik tartışmaları için arkadaşların açıklaması ve maç öncesi dağıtılacak gerçek! kimlikler


* * *
Biz, Büyük Beşiktaş Taraftarıyız.
Kimliğimiz budur.

Her birimize kimlik sorulacağı ilanı yapılarak potansiyel suçlu muamelesine maruz kıldığınız bizler bu ülkenin insanlarıyız, halkız, Beşiktaşlıyız.

Bizleri tanımıyor değilsiniz;

İsçiyiz, issiziz, öğrenciyiz, öğretmeniz, şairiz, memuruz, tezgahtariz, yazariz, çizeriz. Bildiğin işportacıyız, çiftçiyiz... Köydeki çoban, denizdeki balıkçı, yoldaki şoförüz. Kadın-erkek, kimimiz yaşlı kimimiz genciz… Yeni doğmuş bir bebek, sokakta kovaladığın çocuğuz. Ezcümle, halkız, Beşiktaşlıyız.

Biz, Büyük Beşiktaş Taraftarıyız.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Soundtrack; Yaşamın Kıyısında


'Auf Der Anderen Seite' orjinal adıyla, bir Fatih Akın filmi olarak karşımıza çıkmış güzel bir filmdi Yaşamın Kıyısında.
Sırf güzel insan Tuncel Kurtiz'in varlığı bile şahsen benim için izleme sebebidir tabi Fatih Akın'ın da yeri ayrı...
Nurgül Yeşilçay beklenenden iyiyken yine de adam gibi kadın oyuncu yokmu bu memlekette demiştim içimden.
Oyunculuk babında sırıtan pek yoktu aksine Lotte rolüyle genç abla ve annesi şahaneydi özellikle.
Velhasıl Cannes senaryo ödüllü, pek hoş görüntülü bu filmin müzikleri de bir o kadar renkli ve çeşitliydi. Film müzikleri koleksiyonunda yerini hemen almıştı.


Kazım Koyuncu, Shantel, Selim Sesler, Neşe Karaböcek, Rootsman, Birol Topaloğlu, Ahmet Kaya ve Şafak Türküsü, Yusuf Kaba, John Bullard ve Maçkalı Hasan Tunç'un Ben Seni Sevduğumi eseriyle noktalanan, şahane kapak tasarımıyla ve çoğu eserdeki Shantel ağırlığıyla dikkat çeken, içinde boş eser bulunmayan bol çeşitli bir soundtrack albümü.
*Filmde Ayten karakterinin almanyaya adım atışından sonra bindiği arabadaki St.Pauli amblemi de hoş bir ayrıntıydı, bu da Hamburg hastası Fatih Akın'ın seçimlerinden biri olsa gerek...

17 Kasım 2009 Salı

Bu Adam Nereye Koşuyor?


Avustralya'da düzenlenen 2009 Sydney World Masters Games oyunlarında 80-84 yaş erkekler 100 metre koşusundan bir kare.
Azim, kararlılık, son metrelere gelindiğinde oluşan tükenmişliğe inat çizgiyi geçmenin dayanılmaz hafifliğine ulaşmak istiyor sanki.
Bu kelimeleri yazarken O An programı ve Oğuz Haksever gibi hissettim kendimi, fonda da 'mumbai theme tune'

16 Kasım 2009 Pazartesi

Unutulmaz Sahneler


Ülkemizde vakti zamanında Yaz Bekarı ismiyle oynamış Seven Year Itch... Sinema tarihine geçen sahne, bu filmde Marilyn Monroe'nun beyaz eteğinin ahenkle dans ettiği an.
Filmin ismi genelde bilinmese de bu sahne, daha doğrusu Monroe fenomeninin verdiği efsane poz illaki bilinir, hatırlanır bir yerlerden...

Bir Kayıp Daha

Antonio De Nigris'in kalp krizi sonucu vefat ettiği açıklandı ne yazıkki...
Gaziantep'te fazlasıyla göze girmiş, ardından Ankaraspor'da ona yakın performansın ardından Ankaragücü ve Larissa maceraları oldu bildiğim kadarıyla. Antep formasıyla çok beğenirdim kendisini, gerçekten, kendine has tarzı olan bir golcüydü...
Son yıllardaki özellikle kalp odaklı problemler, ölümler üzerinde artık daha fazla durulmalı heralde. Yarış atları misali yılda kapasitelerinin çok üzerinde efor sarfeden, yarıştırılan bu adamların bir can'a sahip oldukları bir gün akıllara gelir mutlaka.
Platini gibi oyunun özünü korumaya çalışan, sporcuların insan olduklarını unutmayan bir yöneticinin çokça söylediği şeyler var lakin pastadan kepçeyle pay alanlardan ses-seda yok. Onlar için Foe gider, De Nigris gider, iki gün yas tutulur, forması emekliye çıkartılır, yerine yenisi gelir galiba mantık bu şekilde işliyor.
Aynı şey Nba oyuncuları için de geçerli. Yılda 100 küsür maça çıkıyolar 2 günde bir maç, saatlerce süren yorucu yolculuklar, şova dayalı tamamen estetik bir ortam. Modern çağ gladyatörleri gibi ortaya atılıp yem ediliyor sporcular ne yazıkki...