20 Haziran 2008 Cuma

Yo yoo Olamaz!..

Özellikle kulüp düzeyinde yapılan uluslararası maçlarda düzeyini! her defasında belli eden güzide spor basınımızdan akıl dolu! bir başlık ve bomba daha; bunlara bi 'çakmak' lazım-mış


Karikatür Arası > Yiğit Özgür

hani bi ilhan irem vardı...

19 Haziran 2008 Perşembe

Fernando León de Aranoa

Los Lunes Al Sol / Güneşli Pazartesiler'in, başucu filmimizin yönetmeni, zamanın bizim olmadığı bir dünyada günlerden Pazartesi olmuş olmamış kaç yazar? dedirten filmin, liman kenti işçilerine, kapitalizme, işçi sınıfına ayna tutan filmin mimarından filme ve kaybettiklerini arayanlara dair;


"Geçici bir iş bulmak umuduyla her gün kuyruklara giriyorlar, bekleme odalarında zaman öldürüyorlar. Her gün doldurdukları ürkütücü başvuru formlarını iyi tanıyorlar. Bir süredir, izledikleri yolun yanlış olduğuna dair şüpheleri olsa da bu konuda konuşmuyorlar. Ayakta kalmak için mücadele ettiklerini, inatçı, cesur ve dirençli olduklarını biliyoruz. Bu onların hikayesi. Güncel olmasına karşın daha çok geçmişte kalmış gibi görünen bir hikaye. Hızlı kazanç peşindeki küresel ekonominin önemsemeden kapının önüne koyduğu bir grup işsizin, sistemin dar koridorlarında hayata açılan acil çıkış kapılarını aramasının hikayesi.


Bir an için saatleri durdurmak, şüpheleri ve hatalarıyla yüzleşmek istiyorlar. Yanlış yöne saptıkları ana geri dönmeyi ve baştan başlamayı, şu an bildiklerini o zaman fark etmiş olmayı istiyorlar. Her gün kendilerine her şeyin değişeceğini söylüyorlar... Yarın, öbür gün ya da gelecek ay.

Bırakın, bugüne kadar kıyıda köşede kalmış, yerel gazetelerde birkaç satırla geçiştirilmiş olan bu insanlar bir kez olsun başrolde oynasınlar. Dergilerden başkalarının hayatlarını okuyanlar, ay sonunu zor getirenler, bir sonraki ayı düşünmek bile istemeyenler... Öykülerimiz, filmlerimiz, umutlarımız onları anlatmalı. Hayallerimiz onların da hayallerini, yaşamlarından kesitleri içermeli. Güçleri, inançları ve anlık zayıflıkları bizi duygulandırmalı
".

Manu Chao & İstanbul

Barselona'da bir savaş yaşıyoruz, para savaşı, emlak spekülasyonu savaşı. Bütün şehirlerin aynılaştırılması savaşı! Şehirleri birer birer kaybediyoruz.

Gezgin sanatçı, Barselona aşığı, dünya vatandaşı güzel insan Manu Chao'dan tüm şehirlerin birbirine benzemeye başlaması, farklı kültürlerin yokedilp modernleşme ya da dönüşüm adı altında yapılanlara dair birkaç kelam;
Barselona düşmek üzere. Bütün kentlerin aynılaştırılması sözkonusu. Pek çok yerde benzer şeyler yaşanıyor ve biz şehirleri birer birer kaybediyoruz.
Bir gün Barselona'yı gerçekten kaybettiğimize kanaat getirip buradan çekip gitmek istersem, gideceğim şehir İstanbul olacaktır... İstanbul'dan çok güzel kareler, anılar kazılı kaldı hafızamda. Umarım o da düşmez, keşfettiğim günlerdeki gibi güzel kalır hep...

Bunları söylerken Manu Chao'nun İstanbul'da gerçekleştirilen Kentsel Dönüşüm adı altında yapılan, Sulukule ve çingene kültürünü yok etme mevzuundan haberi yokmuş, haberi olur olmaz da sitesinde Sulukule yaşayanlarının acil uluslararası çağrısının metnini kendi sitesinde de duyurmuş.

18 Haziran 2008 Çarşamba

Başkalarının Hayatı

> kod adı hgw xx/7

Das Laben Der Anderen orjinal adıyla geçtiğimiz yıl yabancı film dalında oscarı kucaklamış, arşivlik film nedir ya da film nedir sorularına verilebilecek en güzel cevaplardan biri bu film.
Berlin duvarı yıkılmadan önce duvarın "öteki" tarafındaki hayatlara, 1984 yılında Doğu Berlin'den başlayan ve gizli polis örgütü olan Stasi örgütü adına çalışan Yüzbaşı Wiesler'in ve sistemin artık paranoyakça herkesi izlemesi, şüpheci yaklaşımıyla insanlık boyutunda olaylara mercek tutuyor.

Başroldeki Ulrich Mühe'nin olağanüstü performansının altında gerçekten o zamanları yaşaması, en yakın arkadaşları sandığı kişiler tarafından dinlenmesi gerçeği gibi kurgu değil yaşanmış gerçekleri görmüş olması filmi de performansını da eşsiz kılıyor.
Hele filmin son sahnesi olan kendisi için yazılmış kitabı görüp kitapçıdan alırken, kasadaki adamın hediye paketi mi olacak? sorusuna "Hayır, bu kitap benim için" repliği filmin en güzel sahnelerinden biri şüphesiz.


İdeal bir sistem var mı diye sordurtan filmdir bir yandan, Küba'da ve birçok ülkede görülen sanatçılara yapılan baskılar, yoketmeler derken çıkış noktası insanlık ve demokrasi olan bu sistemlerin bile bazı kişiler ve kurumlar tarafından diktatörlük boyutuna varan yaptırımları gibi..

Yüzbaşının bir sanatçıyı takip altına alınmasının ardından evinden aldığı Brecht romanı belki de katı sistemde derinlerde gömülmüş insanlığını harekete geçirir, gönülden bağlı olduğu bu sisteme karşı gelmeye kadar gidecek, piyano başındaki sahneyle insanı kendinden geçirecek, düşünme özgürlüğü, insanlara yardım edebilme dürtüsü, Stasi'nin insanları çözebilme adına yaptıkları, katı insan ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri ve filmin sonlarına doğru adamı kemiren bitmek bilmeyen gerilim dolu sahneler de cabası.

Velhasıl böyle şıp diye anlatılacak bir film değil, hala izlemeyenler için ilk tercih olmalı dediğim, tez vakit alınıp arşivlenesi, yükselişte olan Alman sinemasının en güzel örneklerinden biri Başkalarının Hayatı. Dvd'si ülkemizde de geçtiğimiz aylarda çıkmış, özelliklerde ekstralarında çok güzel ayrıntıların da bulunduğu tam bir arşivlik efenim...

16 Haziran 2008 Pazartesi

Nakavt !

Turnuva başladığından beri kimin nerde oynadığı belli olmayan, dağınık bir görüntü çizen, savunmada beklenen sorunları yaşayan, organize olmakta zorlanan bir milli takım izledik.
Hamit'in sağ bekte sıkışıp kalması, kanat organizasyonlarının yetersizliği, hava toplarında etkili top indirecek bir santraforumuzun olmaması, Nihat'ın rakip savunmalar içinde yok edilmesi gibi birçok teknik yönetim kaynaklı sorun yaşadık.
Terim geç de olsa uyandı hatalarında diretmedi ama İsviçre maçıyla başlayan ki o maçı da iman gücüyle kazandık desek yeridir, özellikle çek Cumhuriyeti karşısındaki sonucu futbolla ilişkilendirmek, anlatabilmek pek mümkün değil, ulusal kimliğimizin, inatçı karakterin bu sonuçta etkili olduğunu düşünüyorum.

İlk 11'ler açıklandığında bile rakip takımın nasıl oynayacağı belliyken, Koller'e şişirilen ve indirilen toplarla pozisyona girmeye çalışacaklarını sokaktaki adam bile tahmin ederken önlem alamamak, gözgöre göre gole davetiye çıkarmak gibi anlaşılmaz hatalar yaptık. İkinci gol de bağıra bağıra geldi adeta. Emre Güngör kenara geldiğinde savunmanın ortası bomboş kalmışken neden bir futbolcu oraya girip o boşluğu kapatmaz, oyuncu değişkliğine izin vermeyen hakemin de etkisi sözkonusu ama herşeyi şansa bırakmasak olmuyor nedense.
Velhasıl o kadar kötü oynarken, umutlar tükenmişken muazzam bir 20 dakika oynadık, sürekli yerden oynayıp, özellikle sağ kanatta Hamit'i kullanarak pozisyon aradık, bulduk, inatla tekrar denedik, derken Arda'nın çok kritik golü bizi kendimize getirdi. Çek'ler komaya girmişken Nihat'In goller ardarda geldi. Cech gibi bir kalecinin topu elinden kaçırmasında ise şans bizimleydi. Futbol ve Avrupa Şampiyonası tarihinde hep sözedilecek, mükemmel bir geri dönüş tarihi yazıldı dün akşam. Volkan konusu ise aynı ligde yaptığı abuk hareketler gibi anlamsız, mide bulandırıcı. Bu kadar amatör, saçmalayan, sinirine hakim olamayan bir adamı anlatacak kelime bulamıyorum açıkçası. Maçı kazanmamız onun da bir nevi kurtuluşu oldu.

Euro 2008'den Kareler

Oldum olası Dünya Kupası'nın renklerini aratan, sıkıcı futbolla özdeşleşen, özellikle son iki şampiyonada savunma güvenliğinin artık can sıkıcı boyutlara gelmesiyle ızdırap çektiren Avrupa Şampiyonası yine aynı vaziyette devam ederken, bizim dağınık ama enteresan sonuçlarımız, şampiyonadan çekilelim kampanyası yürüten evsahibi Avusturya'nın güzel futbolu, Hırvatistan'ın grup maçlarındaki yükselişini buraya taşıması, İspanya'nın nihayet milli takım düzeyinde ışık göstermesi, Van Basten'in temellerini önceden attığı Hollanda'nın makine gibi muhteşem futbol resitali gibi unsurlar az çok renk kattı turnuvaya...