14 Kasım 2008 Cuma

Issız Adam - Devrim Arabaları ve Güneşin Oğlu

Son birkaç gün içerisinde üç güzel Türk filmine gitme şansını buldum, epey zihin açıcı oldu.
Tek tek filmlerden bahsedicem özellikle ilk ikisi için, benim isteğim tavsiyem birçoklarının önyargıyla baktığı türk filmlerine-az çok elle tutulur olanlarına- abuk Hollywood yapımları kadar ilgi gösterilsin, tartışılsın ki Can Dündar'ın Mustafa'da yaptırdığı gibi bazı taşlar dökülsün, mantık sınırı içinde ne nedir görülsün amaç.

Issız Adam
sen dizime yattın,
ben bir hikaye anlattım

ve sen büyüdün



Aslında izlediğimiz bir nevi Alper'in hikayesi, hani varoluşçu eserlerde de sık rastladığımız, Avrupa filmlerinde de sıkça kullanılan kalabalıklardan haz etmeyen, kırsaldan şehire gelip duyguları körelmiş, yalnız bir adam sözkonusu olan ki Alper rolünde Cemal Hünal birçok duyguyu fazlasıyla başarılı geçiriyor izleyene, mimikleriyle çabuk değişebilen yüzüyle bu karakter için çok başarılı bir seçim olmuş. Filmdeki oyunculuk namına belki de en başarılı kişi ise Alper'in Tarsus'taki annesini, doğallığı simgeleyen, özünden hiçbir şey kaybetmemiş gerçek bir anadolu kadını-annesini canlandıran tiyatro sanatçısı Yıldız Kültür filme gömlek atlatan bir performansla akılda kalan unsurlardan.

Yönetmen Çağan Irmak'ın Mustafa Hakkında Herşey, Ulak ve sulugöz ikilemesinin ilk ayağı Babam ve Oğlum'un ardından belki de en çok akılda kalacak olan, son sahnesiyle birçok nostalji unsuruyla, ilişkileri, modern toplum insanını irdeleyen en çok da bir aşk filmi olarak konuşulmaya devam edeceği bir gerçek. Sulugöz deyimini kullandım keza yönetmen Babam ve Oğlum'dan sonra bu filmde de özellikle başkarakter Alper yoluyla insanların kendilerinde birşeyler bulup, özdeşleşmesini sağlıyor, son bölümü ve açık uçlu sonuyla yürekleri dağlıyor.
Bu film gösterdi ki Çağan Irmak sinemamızdaki en ayrıntıcı yönetmenlerden. Mekan olarak Beyoğlu ve çevresini seçmesi, düğün salonlarındaki o kült sahneler, başlı başına konu olacak filmdeki müzikler, 45'likler,sahaflar, nostaljinin dibine vuran şarkılarıyla bile hakkı verilmesi gereken bir adam karşımızdaki. Açıkçası son not olarak söyleyebileceğim insanda filmden çıktıktan sonra yutkunmakta zorlandıran, zaman geçtikçe düşünmeye sevk eden ve tekrar izleme isteği doğuran güzel bir film.


Devrim Arabaları
Bu ülkede başarılı olan hiçbir şey cezasız kalmaz!..

Yukarda yazılı olan ve Selçuk Yöntem'in filmde sarfettiği söz aslında yakın geçmişimizi ve gerçekleri açıklıyor, film bittikten sonra da zaten taşlar yerine oturduktan sonra ister istemez hayıflanıyorsunuz. Keza yine bir diğer sarfettiği cümle " Adı Devrim olan bir arabayı bu ülkede zaten yürütmezler" idi.

Fİlmin içerisinde balantılı olarak aktarılan bir husuta geçmişte Atatürk'ün emriyle kurulan Tayyare Fabrikası olayı. Epey sayıda uçak ürettikten sonra Hollandalılar dahil birçok ülkeden sipariş gelmesine varan boyutta üretim yapıp herkesi şaşırtan teknisyenlerin yüzü, her başarılı olduğumuz haldeki gibi zamanla fabrikanın kapatılıp yerine traktör fabrikası açılmasıyla asılacaktır, bu gibi şeyler ülkemizde halen barınan mandacıların gerçeğini güzel anlatmaktadır.

Filme dönecek olursak bir kere oyuncu kadrosu müthiş, ortaya çıkan oyunculuk, inandırıcılık, diyaloglar ve filmin çoğunun geçtiği fabrikadaki görüntüler de bir o kadar başarılı. Filmin başında ve sonunda gördüğümüz Haluk Bilginer'in dışında başrolde büyük ustalıkla oynayan Taner Birsel, Halit Ergenç, Altan Erkekli, yine bir usta Selçuk Yöntem, sinemamızın bence en ışık veren aktörlerinden Uğur Polat, hertürlü rolün altından kalkan ve sinemada rastladığım Ali Düşenkalkar bu dev kadronun başta gelen isimleri.
Cemal paşa'nın emri ve en yakın çevresi dahil kimsenin bu hayaline inanmamasına rağmen ısrarla yaptırmaya çalıştığı Türkiye'nin ilk otomobili Devrim projesinin resmidir bu film. Filmdeki en göze çarpan bir husus da üst düzey bürokratlar ile sokaktaki halkın aynı zihniyette oluşu gerçeği, biz yapamayız, ya yapılırsa ne yaparız, bunlar hayal ürünü gibi akıl sır ermeyecek zihniyetin bir belgesi bu film. Aynı şekilde bir avuç inanmış, kararlı insanın kollektif çalışmasıyla taçlanmış büyük bir başarı öyküsü. Kimsenin inanmadığı Devrim projesi başarılmasına rağmen basın ve politik güçlerce engellenmesi, çarpıtılması ve ülkenin sanayisi ve geleceği adına gerçekten bir devrim yaratacak hamlenin önünün kesilmesi de acı bir tad yaratıyor.
Film son dönemlerdeki en başarılı Türk filmi bana kalırsa, halen izlemeyen varsa vizyondan kalkmadan bir an evvel gitsinler derim, başka da birşey demem.

Güneşin Oğlu
fantastik mavra

Tüm hayatı bekleyerek geçmiş, emekli öğretmen Fikri Bey'in yaşadıkları esprili bir dille ve baştan aşağıya komedi unsurlarıyla aktarılıyor. Yönetmen Onur Ünlü'nün Takeshi Kitano filmlerini andıran dövüş sahneleri ve normalara uymayan enteresan filmi Polis'in ardından kaydadeğer ikinci filmi Güneşin Oğlu. Başrollerde Haluk Bilginer, Özgü Namal, Fikri Bey rolüyle ve güzel ses tonuyla Köksal Engür, sinemamızın kaliteli oyuncularından Bülent Emin Yarar gibi birçok başarılı isim bulunuyor.
Amerikan filmlerini andıran dozu belki de bizim ülke seyircisiin pek alışmadığı şekilkde fazla komedi ve sululukla öğütülmüş, sinemaya gidezek olanlara birinci değil de 2.ve 3. tercih olarak tavsiye edebileceğim fena değil denebilecek bir film. Zaten yönetmen de kendi filmi için fantastik mavra diyerek filme bakışını, filmin hikayesini ve gelecek tepkileri de biliyor. Fena olmasa da dakika başı edilen yersiz-anlamsız küfürler rahatsız edici oluyor. Küfürün yakıştığı yer ve durumlar çok var lakin filmde olmadık yerlerde abuk küfürlerle izleyiciyi filmden uzaklaştıran bir durum yaratılmış...

Basketbol ve Amatör Branşlar

Beşiktaş Basketbol takımında yaprak dökümü devam ediyor. Elde kalan belki de en nitelikli ve tek nitelikli yabancımız Mario Austin takımdan ayrılmış. Sezon başında Benetton'dan transfer edilen ve yüklü bir sözleşme önerilen oyuncu yaklaşık 15 gündür antrenmanlara çıkmıyordu ki gerekçesi de çok tanıdık; parası ödenmediğinden imiş.


Beşiktaş kulübü yöneticileri ve Beşiktaş'ın geleceğine Demirören başkanı bir kulüp nasıl yönetilemez adlı eserlerinin zirvesindeler, altın çağındalar, şaka gibiler açıkçası.
MUrat Didin gibi basketbolumuzun en değerli coachlarından ve motivasyon konusunda da bana kalırsa en başarılı olan, ayrıca gönülden Beşiktaş'a bağlı olup bazı şeyleri görmezden gelen bir adamı eski kulübüne para ödemesi gerekirken ödemeyip tekrar geri dönmesine neden olan, her yıl bir ton adamı satıp sıfırdan kadro yapan, her yıl genç bir ekibiz-adapte süreci gibi zırvalarla taraftarı uyutan, çapsız-spor kültüründen uzak beceriksiz adamların yönetiminde tam gaz dibe vuruyoruz.

Ha bir de basketbolda uzun kontratlar çok gerçekleşmiyo ya da nitelikli yabancılar epeyce yüklü paralar istiyo biliyoruz lakin bizimkilerin yaptığı bambaşka birşey, anlamsız.
Ligde de performans açısından 1 galibiyet ve 3 mağlubiyetle 12.sırada yer alıyoruz, Efes'e farklı yenildikten sonra bu hafta da Fenerbahçe ile karşı karşıya gelicez ki galibiyet falan sadece hayal işin gerçeği bu. Açıkçası bu kadar kötü olacağımızı, yönetimsel hataların bu kadar çabuk baş göstereceğini tahmin edememiştik. Diğer amatör branşlarda ki bayan voleybol gibi istisnalar hariç, durum pek içaçıcı değil.

Ülke olarak sporun futbol olarak görülmesi, en göz önünde olan, popüler olan, kaymağı yenmeye hazır spor olan futbola aslında işadamı olan, iş bitirici yönetimlerin tabiki gözdesi, diğer sporlar da umurlarında değil aslolan bu, gün gelir Beşiktaş'lılar, olmayan muhalefet, seçim zamanı piyasaya çıkan onlarca dernek bu çözümsüzlüğe son verir demek geliyor içimden ama bu adamlara mahkum bırakıldık, yazık kere yazık...
İnsan o sözde sponsorların olmadığı ama kısıtlı imkanlarla imkansızı gerçekleştirerek muhteşem maçlar çıkardığı Süleyman Seba spor salonundaki o maçları, karşı tiribündeki 3-4 sıralı yerleri, balık istifi pota arkalarını, Bud Eley, Hüsnü Çakırgil gibi adamları özlemiyo değil, boş ve yalnız Akatlar'dansa...

12 Kasım 2008 Çarşamba

a love song for bobby long

''dost gibi gözüken düşmanım sana sesleniyorum:
sen, sen cebinde türlü hileleri olan..sen oradaki benim ihtişamlı dostum..
en utanç verici sırrıma sinsice baktın ve beni mahvettin!
tüm kalbimi çekicinin altına koyacak kadar sana güveniyorken..
yanlışlarını da doğruları kadar sevdiğim kafası şeytani bir bulutla kaplı dostum!
biz uzun sopalar üzerinde cambazlık yapan iki düşmanız.''

2005 yapımı, yönetmenliğini ustaca kotarmış Shainee Gabel filmi, izledikçe-paylaştıkça artan tat:)
Başrollerde ise hiç sevmememe rağmen bu filmle beraber saygı duyduğum John Travolta, ve tanrı güzelliği yarattı dedirten güzel varlık Scarlett Johansson ve onlara harika şekilde eşlik eden Gabriel Macht'ın bulunduğu, insanda mutlaka tekrar izleme isteği doğuran, ilerledikçe-mevzular geliştikçe bambaşka keyifler aldıran düşük bütçeli, nacizene yapım.

Filmde oyuncular kadar başrolde olan ise New Orleans şehri, insanların birbiriyle akraba derecesinde kaynaştıkları barlar ve blues müziği tabiki. Müziğiyle olduğu kadar yaşadığı acılarıyla günümüze gelmiş New Orleans filmde kişileştirilip karşımıza çıkıyor, şahane görüntüleri, manzaraları, her köşe başındaki barları ve güzel insanlarıyla oscarlık performans sergiliyor.

''keşfetmeye devam edeceğiz ve tüm keşiflerimizin sonunda başladığımz yere dönecek ve ilk kez bulunduğumuz yeri tanıyor olacağız.''

Filmde dönüm noktalarından biri de çokça bahsi geçen "the heart is a lonely hunter" adlı Carson Macculers romanı.
Fİlmde bohem hayatlar yaşayan eskinin kariyer sahiplerinin alkol dolu, bol sigara dumanıyla kaplı, kitap sohbetleri, edebiyat ve düşünürlerden akılda kalıcı replikler, blues ve 10 numara muhabbetlerle dolu hayatlar, hikayeler.
Velhasıl farklı tadlar almak isteyen sinefillere hararetle tavsiye edilenzi...

Futbol ve 2 Kitap

Ümit Yaşar Oğuzcan: Futbol şiiri

“Maç başladı
Seyirciler oyun peşinde
Oyuncular top peşinde
Maç bitti
Taş, minder, şişe
Tekme, tokat, kroşe
Seyircisi, oyuncusu
Hepsi hakemin peşinde.”
(Taşlamalar, 1966)


2 Kitap, tavsiye edilesi, sinema ve edebiyatın futbolla ilişkisi-içli dışlı olma hali.
Ve bakıldığında zaten kısıtlı olan kaynaklar doğrultusunda kendi alanlarında tek olan iki kitap diyebiliriz.

Futbol ve Sinema; Meşin Yuvarlağın Beyazperde Serüveni alt başlığıyla Tunca Arslan'ın kaleminden çıkmış, yaşamı kavramaya en uygun araçlardan ikisiyle ilgili kapsamlı bir çalışma gerçekleştirmiş. 15 kategoride 150'yi aşkın yerli ve yabancı film bilgileri-değerlendirmeleriyle, kitapta da belirtildiği üzere futbolu, sinemayı ya da her ikisini birden seviyorsanız bu kitaba kayıtsız kalamayacaksınız... Sinemacılardan manzaralar, Belgeseller, Yeşil Sahalardan Beyazperdeye Transfer Olanlar, Sıkı Taraftarlar-Holiganlar, Futbola Sanatçı İlgisi gibi birçok dopdolu bölümüyle okurunu bekliyor.


Türk Edebiyatında Futbol, Turgut Çeviker'in hazırladığı, 1913-2002 arasında yayımlanmış şiir, hikaye, roman, deneme ve anılardan derlenmiş, Ahmet Haşim'den Nazım'a, Orhan KEmal'den Aziz Nesin'e, 50 şair ve yazarın 64 metnini içeren on numara bir kaynak. Ayrıca Abidin Dino'dan Turhan Selçuk'a 1930'dan 200'lere uzayan bir dizi çizgi ve karikatürle birlikte kurgulanarak.
"Edebiyat'la Futbol maç etse, kaç kaç biter?"

10 Kasım 2008 Pazartesi

Ben X

Ülkemizde geçtiğimiz İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilmiş pek bir beğenilmiş, Belçika yapımı Nic Balthazar filmi.
Belçika'da otistik bir çocuğun intiharı üzerine olanları kaleme alan Balthazar ardından kitabı da beyazperdeye taşıyarak insan denen organizmanın ne menem bir yaratık olduğunu tokat gibi suratlara çarpmakta kalmıyor, bilgisayar oyunları dünyasına, otizme, asperger sendromuna, kayıp kuşak gençliğine, acımasız-amaçsız ve mutsuzluğuna vurgu yapan, kurgusuyla, finaliyle ve herşeyiyle orjinalliğiyle izlenesi bir yapım. Filmin kısa hikayesi de aşağıda, henüz filmin dvd'si çıkmasa da eli kulağında diyebiliriz...

Ben kimseye benzemez. Kendine has bir dünyası, o dünyayı kaplayan ArchLord adlı bir internet oyunu ve o oyunda saygı duyulan çok güçlü bir karakteri vardır. Oyunda edindiği tecrübeleri gerçek hayata aktarma hayali kurar. Ama gerçek dünyada okul, her gün karşılaştığı zorbalıklarla cehennem gibidir. Bu durumdan kurtulmak için bir plan yapar, ama oyunda tanıştığı Scarlite adlı kızla gerçek hayatta da karşılaşmayı planlamamıştır... Belçika'nın bu yılki Oscar adayı olan ve yenilikçi tarzıyla dikkat çeken bu ilk film, yönetmeninin kendi romanından uyarlanmış. Aynı romandan esinlenilerek tasarlanan ArchLord, internet üzerinden oynanmaya devam ediyor.

her şey cesarettir. yapamadığını, yine de yapmak... kokusu bile yeterdi. keşfedilmeyi bekleyen bir kıtada henüz keşfedilmemiş bir mevsimin kokusu. ama kilometrelerce uzaktan alabildiğim bir koku. o, muhteşem boynunu bana doğru çevirip, manzarayı izliyordu. ve ben dudaklarımı özgürlüğümün bir nişanesi olarak oraya bir bayrak gibi nasıl dikeceğimi hayal ediyordum. bu şeklide yanında oturup, bedeninin sıcaklığını hissederken, aniden, ansızın, mükemmel bir biçimde... "hey, nasılsın?". bir şey yapma zamanıydı. bir şey söylemeliydim. ama benim tek söylediğim hiçbir şey zaten. sadece gidebilirim... ve gittim...