26 Temmuz 2008 Cumartesi

Malzemeci Süreyya

Daha önce İstanbulda'ki Liverpool maçında Gerrard'ı teselli ederken çekilen fotoğraf eşliğinde emektar Süreyya abiden bahsetmiştim. Hele anılarını anlatırken tüm sempatikliğiyle, gülüşüyle yerlere yatırmıştı. Süreyya abiyi futbolcu zanneden ona sürekli laf atıp, sen konuşma bıyıklı diyen taraftarların varlığını da bilmemiz bizi bizden almıştı.
Bir zamanlar yeşilçamda çalışan ardından yolu Beşiktaş'a düşen ve takımın en eskisi, hani Beşiktaş'ın bayrak adamı yok diyoduk ya baktığımızda kulüpteki en eski, en çok emek veren insan.
Bu kez de kampta yeni futbolculara eski Yeşilçam hatıralarını anlatıp kırıp geçirmiş;

Cüneyt Arkın, Behçet Nacar ve Yıldıray Çınar gibi ünlü sanatçılarla yaşadıklarını anlatan Soner, "Rejisör bana film setinde dayak yedikten sonra banyodaki küvetin içine düşeceğimi söyledi. Ben de söyleneni yaptım. Kafam suyun içinde 2 dakika durdum. Nefes alamıyordum. Ne gelen var, ne giden. Boğuluyordum, beni baygın çıkardılar. Kısaca ölümden döndüm ve kendimi daha sonra Beşiktaş'ta buldum."

25 Temmuz 2008 Cuma

The Sopranos


İllaki bir yerlerde duyulan, reklamını görülen fakat müptelası ne yazıkki pek de çok olmayan şahane dizidir kendisi.
Lost ile başlayan manyakça dizi çılgınlığı ile her dizide olağanüstü olaylar bekleyenler için olmadığını en baştan söylemek gerek.
The Sopranos sabır isteyen, izledikçe güzelleşen, mevzuların ağır ağır alevlendiği, meraktan çatlatmayan fakat dengeli senaryosu, birbirinden güzel oyunculukları ve her dinleyişte güzelleşen jenerik müziğiyle farklı bir tad arayanlar için birebir.

Hadiseyi kısaca anlatmak gerekirse Newjersey'deki illegal işleri yürüten, İtalyan göçmeni birkaç aileden oluşan sistemdeki Soprano ailesine mercek tutan, çok da tipik olmayan bir mafya ailesini konu alıyor.
Alışıldığı gibi acımasız, vuran kıran mafya tiplerinin aksine burdaki karakterler çok daha gerçekçi, çok daha insan en başta. Bir diğer farklılığı da bu adamların sosyal hayatını anlatması günlük yaşamlarında normal birer insan olarak yaşayan ama iş konusunda bambaşka kimliklere bürünen adamlar.


Soprano ailesinin ve dizinin başından ortalarına doğru ailelerin liderliğine gelen Tony Soprano başrolde ve ince mizahıyla bir o kadar da sertliğiyle, aile içindeki sorunlarıyla, çocuklarına laf geçiremeyen enteresan bir karakter çiziliyor. Başrolde Tony Sooprano rolünde James Gandolfini muhteşem performansıyla zaten diziyi izleme nedenlerinin en başında geliyor. İlk izleyenler için çene yapısı ve konuşmasıyla Marlon Brando taklidi olarak düşünenler olacaktır fakat izledikçe görülecektir ki Tony Soprano karakterini bambaşka bir adam, bambaşka bir karakter olarak canlandırmış. Keza huysuz ihtiyar rolündeki annesi, amcası Junior, başı beladan kurtulmayan yeğeni Christopher, güzeller güzeli Ade, sağlam adamları Silvio ve özellikle fenomen kıvamında Paulie rolündeki oyuncular ve diğerleri birbirinden farklı, renkli karakterler olarak diziyi sürükleyen isimler.


Mekan olarak seçilen Bada Bing adlı striptiz kulübü, Satriale kasabı, Artie'nin Lokantası ve bolca Soprano'ların bağırışları tükenmeyen evleriyle mekan olarak da gayet başarılı seçimler göze çarpıyor ki özellikle Bada Bing sahneleri şahane:)
Velhasıl tam 6 sezon boyu devam edip sonlanna geriye bir ton ödül ve iz bırakan, bana kalırsa tez vakit edinilmesi, izlenmesi gereken şahane olay...

Godfather ve Goodfellas gibi beyazperdenin efsane filmlerinden mutlaka miraslar alan ama olayları ve karakterleri bambaşka yorumlayan, kendine has üslubu, mafya jargonu, ihanetleri, polis-mafya dialogları, küfürün bir gelenek olduğu, bir anda yükselip düşen tansiyonu ve tüm gerçekçiliğinin yanında 80'den fazla ödülüyle de beğenileri kazanmış, imzasını koymuş benzersiz bir deneyim izleyenler için.

24 Temmuz 2008 Perşembe

Any Given Sunday & Al Pacino

Metot oyunculuk denince akla gelen isimlerin başında gelen, her rolde manyak karakterlere bürünen Al Pacino abimizin Any Given Sunday/Kazanma Hırsı filminde yaptığı konuşma film kadar konuşulan, bazı teknik direktörler tarafından oyunculara izlettirldiği söylenen şahane bir sahne;




"ne soyleyeceğimi bilemiyorum
üç dakika sonra profesyonel kariyerinizin en önemli mücadelesi başlıyor. her şey bugune bağlı. ya takım olarak düzelir. yada parçalanırız. santim santim. ta ki biz bitene dek. şu anda cehennemdeyiz. inanın. burada kalabilir ve kendinizi harcayabilirsiniz ya da tekrar ışığa ulaşırız. cehennemden yavaş yavaş çıkabiliriz. bunu sizin için yapamam. çok yaşlıyım. etrafa bakıyorum ve bu genç yüzleri görduğümde, orta yaşlarda bir erkeğin yapabilecegi tüm hataları yaptığımı düşünüyorum. tüm paramı savurdum. beni seven herkesi uzaklaştırdım. aynada gördüğüm surata bile dayanamıyorum.

yaslandığınızda sizden birşeyler alır. bu hayatın bir parçası. ama birseyleri kaybetmeye başladığınızda öğrenirsiniz. hayatın santimlerden ibaret bir oyun olduğunu anlarsınız. maçta hayatta ve futbolda hata payı okadar düşük ki. erken yada geç atılan bir adım, sizi hedefinizden uzaklastırır. yarım saniye yavaş yada hızlı kalırsaniz, yakalayamazsınız. her yerde santimler önemlidir, hayatın her molasında, dakikasinda ve saniyesinde. bu takımda o santimler için savaşırız. bu takımda biz ve etrafımızdaki, herkes, o santim için savaşır. o santim için tırnaklarımızla boğuşuruz. çünkü birbirine eklendiğinde kaybetmek ile yenmek arasındaki farkı belirleyecek! ölmek ile yaşamak arasındaki farkı!

şunu bilin: her oyunda ölmeye hazır olanlar o santimi kazanacaktır. bundan sonra bir hayatım olacaksa nedeni, o santim için savaşmaya ve ölmeye hazır olmamdır. yaşamak budur işte. yüzünüzün önündeki onbeş santim! bunu yapmanızı sağlayamam. yanınızdakine bakın! gözlerine bakın! sizinle beraber o santim için savaşacak birini göreceksiniz. kendisini takım için feda edebilecek birini göreceksiniz. gerektigi zaman aynı şeyi sizin de onun için yapacagını bildigi için. işte bu bir takımdır. ya takım olarak düzeliriz. yada birey olarak ölürüz."


Fahri Tatan Olayı


Geçtiğmiiz hafta yaşanan olay tarihe Fahri Tat nOlayı diye not düşülmüştür kesinlikle.
Bir kez daha gördük ki bir yönetim bu kadar basiretsiz, çapsız olabilir. Takımın kampına götürülen, kampın en formda oyuncularından diye lanse edilen Fahri Beşiktaş'tan Konyaspor'a satıldığını cep telefonuna gelen mesajla öğreniyor akabinde olaylar gelişiyor.
Olayın bir diğer yüzü ise bu kararları vermesi gereken kişi olan Ertuğrul Sağlam'ın haberdar olmaması ki onun da artık bir fonksiyonunun olmadığı, Demirören-S.Engin ekürisinin takımı keyiflerine göre yönettiklerinin resmidir.


Bu tarz saçma sapan olay tabiki ilk değil Demirören yönetimindeki Beşiktaş için.
Geçtiğimiz yıl takımdaki en istikrarlı oyuncu olmasının meyvesini 3.kaptanlığa getirilerek gören Koray Avcı da gönderildiği haberini televizyonda izlemişti hem de kaptanlık kararının 1-2 ay sonrasında.
Koray mevkisi, çok yönlü oyunu, istikrarı ve yürekliliğiyle bu takımda ilk kalacaklardan olması gerekirken yaşananlar şaka gibi. Keza Fahri de ülkedeki önlibero kısırlığında Beşiktaş'a geldiğinde milli takım oyuncusuyken şu an mental açıdan da futbolcuyu yaptığı işten soğutan, futbolcu harcama konusunda yüksek lisans yapmış durumdayız.
Artık ne sabır ve dilimiz de tüy kaldı, dibe vurmaya az kaldı. Belki de dibe vurmalıyız ki bazı şeylerin değeri anlaşılsın, kulübe dadanan akbabalar uzaklaşsın...

22 Temmuz 2008 Salı

Best Action Photo


Euroleague 2007-2008 sezonu içerisinde oynanan maçlarda yakalanan en güzel karelerin yarıştığı Euroleague Photo Face-Off yarışmasını Gasper Vidmar'ın Rytas maçında Bajramovic'in kelini avuçlayıp attığı hook'un olduğu fotoğraf birinci seçildi.
Finalde diğer tanıdık br isim olan Marko Milic ile yarışan Vidmar'ın fotoğrafı %65 oy almış.

Yarışmanın ilk turundan, finale kadarki snuçlar, kazananlar ve aday olan fotoğrafları görmek isteyenler için link ahanda aşağıda;
http://euroleaguequiz.euroleague.net/faceOff08/home.php

2009 Filmleri & Prince of Persia

Önümüzdeki yıl birçok büyük prodüksiyon, dev bütçeli filmlerin yanında epey sayıda devam filmi de izleyicileri bekliyor olacak.
Özellikle devam filmleri hususunda yıllardır iş yapan ve hikayeyi devam ettirebilecek bir film sözkonusu olduğunda artık seri halinde devam filmleri çekilmesi kaçınılmaz oldu gibi.
Artık adamı kusturan, bir çoğu zorlama senaryolarla, gişeye yönelik yapılan ve devam filmi olarak başarılı olan çok nadir örnekleri olmasıyla bizleri rahatsız etse de film yapımcılarının ve stüdyoların pazarlama stratejisi olarak büyük meblağları kazandıkları da bir gerçek.
Genelde çok büyük bütçeli, iyi pazarlanan filmleri izletip ardından diğer filmleri izletmeye sanki mecbur hissettiren bir olay bu devam filmi hadisesi. Bir de çok küçük bütçeli olan, beklenmeyen şekilde kalabalık kitlelere ulaşan filmler de yok değil, 35,000 $ ile çekilen, yalnızca Amerika'da vizyona girdiği hafta 30milyon $ hasılat yapan The Blair Witch gibi ya da yönetmenin büyük kumar oynayıp para almadığı, kar üzerinden pay isteyerek büyük mumar oynamasının ardından zeki ve orjinal kurgusuyla büyük iş yapan dar bütçeli The Saw/Testere filminde olduğu gibi...

2009 devam filmlerine baktığımızda Uzay Yolu, Transformers, Madagascar, Transporter, Hızlı ve Öfkeli(yeter ulan!) ve Buz Devri gibi biraz sönük kalan bir program göze çarpıyor. Hollywood'un şu birkaç senedir hikaye bulmakta zorlandığı, sürekli tekrar çevrimlerle ya da tozlu raflardan indirip servis yaptığı süper kahraman hikayeleriyle olduğu gibi önümüzdeki yıl yine birçok kez başvurduğu Uzakdoğu filmi tekrar çevrimi de mevcut Karanlık Sırlar filmiyle...

Yeni filmlerden ise aksiyon filmlerinin usta yönetmeni Michael Mann'in başrolde Christian Bale, Marion Cotillard ve Johnny Depp'i buluşturduğu, epeyce uzun ismiyle Public Enemies: America's Greatest Crime Wave and the Birth of the FBI dikkat çekiyor.



Bir diğer film oscar ödüllü efekt sanatçısı Hoyt Yeatman'ın ilk yönetmenlik denemesi olan, Nicolas Cage, Steve Buscemi gibi iki ismin belki de birlikte ilk kez göreceğimiz G-Force.

Yine epey zorlama olarak görülebilecek olan, Transformers'ın başarısının gazıyla yapıldığı anlaşılan 'G.I. Joe', Roger Corman'ın kült klasiğinin yeni çevrimi Death Race, Ridley Scott'un Robin Hood efsanesine yeni bir boyut getirdiği filmi Nottingham, Charles Dickens uyarlaması olan, Jim Carrey'i komedide tekrar izleyebileceğimiz A Christmas Carol, Cannes'de görücüye çıkan, Clint Eastwood, John Malkovich ve Angelina Jolie'yi biraraya getiren Changeling, Watchmen ve Duplicity diğer göze çarpan yapımlar.

İki film var ki diğer sönük yapımlara nazaran merak uyandırıyor, 80'lerde çocuk olanlar için her ikisi de unutulmazlar arasında olan eski günlere götürecek filmler.
İlki Şirinler, 1958 yılında Belçikalı çizer Pierre Culliford tarafından yaratılan, 1981'de gösterilmeye başlanan, orjinal ismi 'Schtroumpfs' olan, birçok kişilerce komünist ilan edilen, kolektif yaşamı, paylaşımı, sınıf ayrımı olmamasından ötürü ve Gargamel'i egemen güçlere benzeterek belki de simgeleştirilen Şirinler bakalım nasıl olcak.

Başlığa da konu olan bir diğer efsane Prince of Persia. Çocukluğumuzun köfteden bilgisayarlarında zevk alarak oynadığımız, vezirlere giriştiğimiz, prenseslere ulaşmaktan çok oyun hilelerini merak edip bölüm atladığımız güzel bir oyundu kendisi. Filmde başrolde Jake Gyllenhaal ve Sir Ben Kingsley'in olduğu yapımda yönetmen koltuğunda Harry Potter serisinde ünlenen Mike Newell'ın oturduğğu fimin senaryosunu da oyunun yaratıcısı Jordan Mechner yazmış ki orjinal ürün ile film arasında kopukluk olmayacaktır.
Bilgisayar oyunundan sinemaya aktarılan ve sayıları hızla artan filmlere nasıl bir yenilik getirecek göreceğiz.

We Want Beer Ulan!..

Geberten yaz sıcaklarına bir nebze 'eyvallah' dedirten, ucuz yollu serinleme seansımız, 'gayriresmi' taraftar içeceği biramız-arpa suyumuz...
Yukarıdaki fotoğraf 20-33 yılları arasında Amerika'da uygulanan içki yasağına karşı yapılan eylemlerden biri. Boru değil efendim 13 yıl alkol yasağı ki The Untouchables ve Once Upon Time in America gibi filmlere konu olmuş, Al Capone gibi mafya adamlarının devleşmesine, polis ve politikacıları maaşa bağlamasına neden olmuş tarihlerindeki önemli kilometre taşlarından biridir.

Onu bunu bırakıp ofise Heineken damacana fikri patronlara benimsetilip, publarda bilumum serin mekanlarda arjantinler toslanmalıdır ivedilikle...

20 Temmuz 2008 Pazar

Team of Carraghers

He’s scouse / He sounds / He’ll twat you with a pound / Carragher, Carragher....


Scouser mevzusuna epey önce şurda ufak da olsa değinmiştim, harbi Liverpool çocukları, semtin yiğitler babında...
Anfield civarı taraftarların hatta Poor ScouserTommy adlı meşhur tezahuratları da mevcut ki 60'lardaki efsane Bill Shankly'nin menejerliği döneminde Ian Rush'ın Everton karşısında 4 gol atıp maçı 5-0 kazandıkları zamana dayanan, Rush'a selam çakan köklü bir marş adeta...

Scousers


Liverpool'un harbi çocuğu, bayrak adamı denince de tek isim var haliyle Jamie Carragher.
Doğma büyüme Liverpool sokakların adamı olan, bizde böyle yürekli adamlar neden çıkmaz, havasından suyundan mı dedirten, kocaman yüreğiyle savunmanın her yerinde oynayabilen savaşçı bir semboldür bu adam.

"Chelsea have bought great players and have an excellent manager, but you can't buy fans like ours," / Jamie Carragher.


Bitmek bilmeyen, yeri göğü inleten marşların da hak sahibidir, bu adamdan 11 tane olsa geyiğinin dile getirildiği, Beatles'ın Yellow Submarine'inden uyarlanan aşağıdaki tezahurat gibi Team of Carraghers düşünün kendisidir;

Number one is Carragher / And number two, is Carragher / Number three is Carragher / And number four, is Carragher / We all dream of a team of Carraghers / Team of Carraghers, team of Carraghers, CARRAGHERS ! / Number five is Carragher / And number six, is Carragher / Number seven is Carragher / And number eight, is Carragher / We all dream of a team of Carraghers / Team of Carraghers, team of Carraghers, CARRAGHERS ! / Number nine is Carragher / And number ten, is Carragher / Eleven is Carragher / And all the subs, are Carraghers / We all dream of a team of Carraghers / Team of Carraghers, team of Carraghers, CARRAGHERS !

Fuck the Fuck

Beyazperdenin dilinden küfür düşmeyen, en küfürbaz filmlerini sıralamışlar;
Fuck bizdeki salakça çeviriyle hani 'Kahretsin' diye gösterilen o sihirli kelimenin en çok kullanıldığı film Casino 500 küsür ile rekor kırmış, oha dedirtmiş. Genelde mafya temalı, De Niro tandanslı filmlerin kafaya oynadığına şaşırmamak gerek;

1- Casino - 534 adet
2- South Park - 399 adet
3- Pulp Fiction - 276 adet
4- Reservoir Dogs - 252 adet
5- Goodfellas - 216 adet
6-Big Lebowski - 200 küsur sadece "fuck"... ?
7- Scarface - 181 adet
8- White man can't jums - 145 adet
9- bad boys -140 adet
10- Colors - 67 adet
11- Freeway - 66 adet
12- Sleepers - 47 adet

Bu işi abartıp bir de dakikaya düşen fuck ve küfür sayısını hesaplayanlar da çıkmış, hatta tablolar yapanlar olmuş ki bizim gibi küfür konusunda doktora yapacak tecrübeye sahip ama filmlerde bir iki küfür edilince anlamsız tavırlar takınan, sanki sokakta herkes fötr şapkayla saygı-sevgi içerisinde dolaşıyormuş gibi davranan, hala eski Türk filmlerindeki bayağı canımlı kuzumlu konuşmalar bekleyen bir tavır sözkonusu. Cem Yılmaz'ın da çokça yakındığı ki fazlasıyla haklı olduğu bir hadise çok küfür ediyo mevzusu. Halbuki bayıldığımız holiwud yapımları ağzından fuck kelimesini düşürmezken heralde gerçekten kahretsin dediklerini mi sanıyoruz nedir? Velhasıl bir de De Niro ve Joe Pesci kombinasyonundan çıkması muhtemel, küfürle bezeli bomba replikler de artık gangster filmlerinin olmazsa olmazı durumunda ve bu adamları seviyoruz efendim işin aslı bu:) Bir de dizi olarak James Gandolfini'nin The Sopranos'taki performansı var ki o da şahanedir, daha sonra bizzat değinilecektir bu hususa...


-The Devil's Rejects (2005), 560 (100 minutes: 5.6 fucks/min)
-Nil by Mouth (1997), 470 (128 minutes: 3.67 fucks/min)
-Casino (1995), 422 (178 minutes: 2.37 fucks/min)
-Martin Lawrence Live: Runteldat (2002), 347 (113 minutes: 3.07 fucks/min)
-Summer of Sam (1999), 326 (142 minutes: 2.29 fucks/min)
-Twin Town (1997), 320 (99 minutes: 3.23 fucks/min)
-Ken Loach's Sweet Sixteen (2002), 313 (106 minutes: 2.95 fucks/min)
-Narc (2002), 298 (105 minutes: 2.83 fucks/min)
-The Big Lebowski (1998), 281 (117 minutes: 2.4 fucks/min)
-Tigerland (2000), 276 (100 minutes: 2.76 fucks/min)
-Pulp Fiction (1994), 271 (154 minutes: 1.76 fucks/min)
-Reservoir Dogs (1992), 252 (99 minutes: 2.55 fucks/min)
-Dead Presidents (1995), 247 (119 minutes: 2.08 fucks/min)
-Goodfellas (1990), 246 (145 minutes: 1.70 fucks/min)
- The Boondock -Saints (1999), 246 (110 minutes: 2.24 fucks/min)
-True Romance (1993), 225 (120 minutes: 1.88 fucks/min)
-Scarface (1983), 218 (170 minutes: 1.28 fucks/min)
-American History X (1998), 205 (119 minutes: 1.72 fucks/min)
-8 Mile (2002), 200 (110 minutes: 1.81 fucks/min)
-Magnolia (1999), 190 (188 minutes: 1.01 fucks/min)
-Donnie Brasco (1997), 165 (127 minutes: 1.29 fucks/min)
-Snatch (2000), 153 (102 minutes: 1.5 fucks/min)
-South Park: Bigger, Longer and Uncut (1999), 146 (81 minutes: 1.80 fucks/min)
-The Blair Witch Project (1999), 133 (86 minutes: 1.54 fucks/min)
-Midnight Run (1988), 132 (126 minutes: 1.04 fucks/min)
-Jackie Brown (1997), 131 (154 minutes: 0.85 fucks/min)

18 Temmuz 2008 Cuma

Ah İstanbul

Son dönem rock grupları içinde eli yüzü düzgün, sağlam parçalar çıkaran gruplarından Peyk ve şahane şarkıları İstanbul...

Ah İstanbul
Sen de biraz tozutmuşsun
Üstün başın darmadağın
İstanbul, İstanbul, İstanbul

Peyk - İstanbul

Ajax - Arena


51,600 oturma kapasiteli Amsterdam Arena -Kapılarını 14 Ağustos 1996'da açan ve açıldığı yıllarda ilk olma özelliğini taşıyan yeraltı geçidi ve sürgülü çatı sistemiyle devrim yaratmıştı denebilir.
Halen büyük çaplı konserlerin düzenlendiği, toplantıların yapıldığı, futsal gibi turnuvaların da gerçekleştirildiği hani o dillerdne düşmeyen çok amaçlı bir stad.
Ajax'ın maçlarını eski günlerini aramasından olsa gerek pek izleyemesek de özellikle bir dönem hazırlık maçları sayesinde görebildiğimiz, kalearkalarındaki güzel graffitiler de şahaneydi.

İşte güzelim stad ve çevresinden göz doyuran kareler;




Sanat Filmi ve Sabun Köpüğü


Yaz gelip kapıya dayanınca sinema sektörü de artık klişe haline gelen "bu sıcakta sinemaya gidilmez" tadındaki sözlerin yerleşmesiyle olması gerekenden çok daha durgun geçiriyor bu dönemi.
Dağıtıcılar da buna paralel olarak abidik gubidik filmleri yaz sezonunda gösterime sokarak zaten bunu kanıtlıyorlar, keza dvd sektörü de o şekilde az film piyasaya sunuluyor.
Eğer futbol sezonu gibi düşünürsek sinema da hazırlık kampında denebilir ve geçtiğimiz sezonun değerlendirilmesinde yine bir türlü anlaşılamayan tartışmalar yine yaşandı.
Sinema ve sanat filmi kavramı, sektör filmleri çevresinde dönen bir nevi kısırdöngü.

Bu tartışmaları alevlendiren film ise Recep İvedik oldu ve sinema tarihimizin rekorunu kırması işi iyice alevlendirdi.
una karşılık sanat filmi diye adlandırılan genellikle festivallerde de gösterimi yapılan filmlerin misal Sokurov ustanın Alexandra'sı, Gus Van Sant'ın Paranoid Park'ı, Bob Dylan güzellemesi I'm not There gibi filmlerin hiçbirinin 5 bin izleyiciyi bile yakalayamaması sienamamız hakkında da genel fikirler sunuyor.

Açıkçası festival filmlerinin ve festivallerin her daim destekçisiyim ki İf gibi Mardin'de, Kars'ta halkla içiçe düzenlenen şahane festivaller yapılıyor son yıllarda.

Onun dışında İstanbul'da popüler filmler dışında film getirmeyen dağıtımcılara inat şahane Avrupa filkmleri gösteren Beyoğlu Sineması, Ankara'da Ankapol ve Kavaklıdere sinemalarının kapanacaklarını açıklaması gibi alternatif sunabilen, belli kemik bir izleyici kitlesine sahip sinemaların kepenk kapatması, izleyicilerin bir nevi popüler sektör filmlerine mahkum olması anlamına da geliyor.

Bu tarz filmlerin destekçisi olarak açıkçası popüler sinemayı da görmezden gelmek yanlış olur. Milyonlarca gişe yapan bu filmlerin gösterilmesi birçok sinemayı ayakta tutan belki de tek etken oluyor ki hele günümüzde alışveriş merkezlerinin sinemaları da batırdığı bir dönemde bu filmleri eleştirip, lanetlemek biraz fantaziye kaçıp gerçekleri görmemek gibi geliyor.
Recep İvedik konusunda ise neden bu kadar büyütüldü anlamak zor. Sonuçta sinema bir sanatsa eleştirilmesi doğru basit bir film, hiç bir derinliği, oyuncu kadrosu, bir derdi olmayan bir film ki bana kalırsa komik bile değil komedi bu kadar kolay değil açıkçası, sıradan bir film birçok vizyona giren sayısız filmlerden biriyken gösterilen büyük tepkilerinde rüzgarıyla belki de tabi Şahan'ın eski tiplemesinin de etkisiyle büyük kitleler tarafından izlendi. Sonuçta kazanan sinema sektörü oldu ona bakmak gerek.

Sabun köpüğü diye nitelendirilen, sinema jargonunda yerleşmiş bir terim olan bu terim genelde belli amaçlar doğrultusunda çekilmiş, pek derinlik arz etmeyen, zayıf filmler için kullanılmakta.
Sinema eleştirmenlerinin öfkelendiği husus bu kadar basit bir filmin 4 milyon küsür kişi tarafından izlenmesi oldu ama bir de toplumun gerçekleri var. Genel olarak küfüre, argoya olan düşkünlüğümüz malum keza sanat filmlerine giden kiişi sayısı da ortadayken ne yazıkki gerçekler görmezden gelinerek yeldeğirmenlerine karşı çarpışan kişiler olarak görünüyo eleştirmenler.


Sektörün kendini çevirebilmesi, salonların ayakta durabilmesi için popüler sinemanın varlığını görmezden gelmek aptallıktır bana kalırsa fakat insanlara yığınlardan farklı alternatif ortaya koyan Beyoğlu Sineması gibi yerlerin de ayakta tutulması, festivallerin desteklenmesi de şart ki isteyen istediği filmi izleyebilsin...

17 Temmuz 2008 Perşembe

Üç Nokta...


“Biz futbolcular, sürekli üzerimizde çok baskı olduğundan yakınırız. Baskı, ancak evlerine beş peso getirip çocuklarını geçindiremeyen insanların üzerinde olur. Binlerce dolar alıp, sahaya çıkıp oynuyoruz ve ağzımızı açınca stresten bahsediyoruz… Stres bu ülkede, sabahın altısında kalkanlar içindir, lanet olsun ki.”
Diego Maradona

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Delgado & Ciro


Malum tabirle Tangocular diyarı Arjantin'in en ünlü rock yıldızlarından Ciro Martinez, geçtiğimiz haftalarda 20bin kişiye verdiği büyük konserde Mati Delgado'ya olan sevgisini üzerine giydiği 10 numerolu Delagado yazılı Beşiktaş formasıyla göstermiş.
Formayı nasıl edindiği muamma ama aralarında büyükj ihtimal sağlam dostluk olan bir ikili bunlar yoksa cola turkalı Beşiktaş formasını bulması yada gidip alması pek mümkün değil heralde.
Bu şık hareket hemen akıllara konserinde Galatasaray formasını giyen güzel varlık Manu Chao'yu da getirdi ki kendisi genelde Cezayir forması falan giyer, forma koleksiyonu olmasından şüphelendiğim bir şahıs:)



Delgado demişken şaka maka takım kaptanı şu anda. Onla alıp veremediğim yok aksine şahane tekniğine, karakterine hayranım zaman zaman oyundan düşüp kendini göstermese de ciddi potansiyel sahibi bir adam. Kaptanlık hususunda sorun Beşiktaş'ın artık kaptan yapacak bir adma bile bulamaması, en kötü dönemlerinden altın yıllara altyapıdan çıkardığı cevherlerle ulaşan bir kulübü yöneten şahısların tanımadığının bir göstergesi.


Flaş transferler, saçılan paralar hiçbir zaman iş yapmadı bu kulüpte. Büyük kulüplerin aralarındaki transferlerin başlangıcı olan Şenol-Birol'un Fenerbahçe tarafından alınması takım bitti denilirken altyapıdan çıkan Sanlı-Yusuf gibi yürekli adamlarla başlayan Beşiktaş'ı Beşiktaş yapan yılları yaşatan özkaynak düzeni sayesinde yaşanmıştı.
Yine nostalji damarı tuttu, burada kesmek farz oldu...

Bang Bang!..


Son açıklanan raporlara göre Dünyada sivillere ait 650 bin silahın kayıp olduğu, bireysel silahlanmanın büyük suç örgütleri ve iç çatışmalar için de önemli bir kaynak olduğu vurgulanıyor.
Patlak veren iç savaşlar, Afganistan ve Irak gibi her daim karışık toprakları silah ticareti yapanların salyalarını akıtmaya devam ediyor. Bireysel silahlanma ve şiddet hakkında dünya çapında yeterli duruşa sahip bir milletten sözetmek mümkün değil. "Kınıyoruz" ya da "münferit bir olay, çok üzgünü" tarzında tanıdık açıklamalarla yetinilmesinde milyarlarca dolar dönen bir savaş ekonomisi olduğunu unutmamak gerek.
Dünya silah ticaretini konu alan Lord of War'da da çok güzel altı çizildiği üzere Dünyadaki en üyük silah satıcılarının aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olmaları ne kadar da ironik...

2008 raporunda yer alan verilere göre, dünyada 51 ülke hafif silah üretiyor. En önemli hafif silah ihracatçıları ABD, İtalya, Almanya, Belçika, Avusturya, Brezilya, Rusya ve Çin. En fazla silah satın alan ülkeler ise yine ABD, Suudi Arabistan, Kanada, Fransa ve Almanya.
Dünya çapında orduların elindeki yaklaşık 200 milyon silahın en az 76 milyonunun ihtiyaç fazlası olduğu belirtiliyor.


Özellikle 11 Eylül sonrası korku ve paranoya toplumu haline getirilen Amerika gibi ülkelerde silahlanmanın önüne geçmek imkansız durumda ki onların zaten bunu önleme gibi niyetleri yok, aksine silah alma bakkaldan şişe süt almak kadar basit neredeyse.
Bizde de hala abidik gubidik biz silah toplumuyuz, atalarımızın mirası gibi açıklamalarla anlamsız silahlanmayı savunan tipler mevcut. Ülkesinin en büyük başarısını bile silahla kutlayan, bürokratları maça bel altında silahla gelen, delikanlılığı emnaetiyle ölçen acayip bir toplumdan söz ediyoruz. Devlet de silahlanmayı teşvik etmeye devam ediyor.
Geçtiğimiz yıl M.K.E. elindeki stokları tüketmek amacıyla 10 taksitle silah sattı, anahaberlerde ufacık oğluyla silah beğenmeye giden adamları gördü bu gözler.
Ülke genelinde toplam silah sayısının 7-10 milyon arası olduğutahmin ediliyor, heryer atış poligonu misali, iyimi...