Galler Milli takımının formasını rekor sayıda (93) terletip Everton formasıyla da efsaneleşen fenomen adamlardan Neville Southall.
2002 yılına kadar ısrarla yeşil sahalara veda etmemiş, renkli futbol hayatı, büyük kulüpler derken, sıradan takımlarda oynayıp karizma çizdrime ya da dalga konusu olaylarına hiç girmeden sevdiği şeyi yapmış.
Velhasıl 44 yaşında futbolu bırakmış adam, bizde olsa ne olurdu diye sorasım geliyor klişe bir soruyla, sağlam dalga geçilirdi, çekirdek çitleyen bıyıklı amcalar kafa bulurken Southall tribünlere tırmanmaya çalışır becereme, maç çıkışı pataklardı milleti, ben öyle hayal ettim...
Bir de aklıma kaleci fiyaskolarıyla dolu Beşiktaş yılları geldi, Daum'un büyük ihtimal askerden arkadaşı olan duba misali Kjaer'i kim unutabilir ki?
Özellikle sinema alanında birçok silinip giden dergiye inat Altyazı hayatına devam ediyor, yaşıyor-savaşıyor. Hem de en niteliklisi olarak Kasım ayında 100.sayısıyla karşımızdalar.
Bu ay iki dergi birden çıkacak ki ilki her ayki şekliyle bayilerde, tahminen birkaç güne de özel sayısıyla, birçok tanınmış yazar ve yönetmen tarafından hazırlanmış özgün içeriğiyle de adından uzun süre söz ettireceğe benziyor. Reha Erdem, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Kutluğ Ataman, Ümit Ünal, Murathan Mungan, Selim İleri, Ayfer Tunç ve Murat Uyurkulak gibi sinema ve edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinin sinemayla olan kişisel ilişkilerine dair yazı, çizim ve fotoğraflarını paylaşacakları bu özel sayı, uzun süre sinemaseverlerin başucunda kalacak ve tekrar tekrar açıp okunabilecek kalıcı bir eser.
Zeki Abi'den ufak bir bukle, nedense bahsi geçen maç birçoğumuz için unutulmazlar arasına girmiştir, sürekli yağan yağmur, o dönemki Beşiktaş-Gençler maçlarının inanılmaz zevkli oluşu, İlhan'ın çırpınışları ve yenilgiye rağmen hiç üzülmemek aksine hüzünlü bir haz duymak...
Filmlerinize en yakın bulduğunuz maç hangisi?
Beni o açıdan en etkileyen şey tabii duygudur. Değişik duyguların, farklı duyguların yaşanma durumudur. Gençlerbirliği'ne 4-3 yenildiğimiz maçtır mesela. Oradaki İlhan Mansız'ın o hali hiç aklımdan gitmiyor. İnsan doğasını anlama çabasından bahsediyorum ya, yani İlhan Mansız'ın bile bilmediği derinlerindeki bir duygunun ortaya çıkması beni inanılmaz etkilemişti. O gün ona İmansız demiştim ama İ. Mansız'ı bilmiyordum, onu düşünerek söylememiştim. Bir gün maça giderken bir çocuğun formasında gördüm, İmansız yazmış acayip hoşuma gitti.
Henüz 36 yaşında inanılmaz yetenekli İranlı ressam İman Maleki. İran'da tüm baskılara rağmen sinema, resim gibi birçok sanatın bu kadar gelişmiş olması tabiki özellikle sinemadaki sağlam altyapı, geçmişten beri süregelen anlayışın büyük etkisi var, hayran olmamak elde değil.
Maleki'nin tabloları fotoğraf tadında, özellikle gerçekçiliği ve harika ayrıntılarıyla "resim olamaz, gerçektir lan" dedirtiyor birçoklarına... Şu linkten bazı eserlerine bakabilir arzu edenler.
“Babam da amatör olarak futbol oynamıştı, ama asla bizi zorlamadı. Şimdi aileler çocuklarını aslında kendi hayallerinin peşinde koşturuyor. Çocukların hayalleriyle ebeveynlerinkini karıştırmamak gerek.”
‘Bir+Bir’ adlı güzelim dergide yer almıştı yanılmıyosam, fenomen cantona'dan inciler...
Şair Julien Blaine’e göre futbol insanları uyutmaya yarıyor. Şiir ise uyanmaya ve daha iyi bir hayat arzulamaya, düşünmeye teşvik ediyor. Ne diyorsunuz?” Haliyle hafiften sinirleniyor çılgın Fransız. Kolajlayarak aktarıyorum: “Kültürel sefalet diyorsunuz ama futbol kültürün bir parçasıdır. Kimi tiyatroya gitmeyi sever, kimi maç seyretmeyi. Benim gözümde futbol bir sanat. Esas sefalet hiç tutkusu olmayan, hiçbir şey için heyecan duymayan insanlarınki. Sonuçta sinemada da, resim sergisinde de, konserde ya da statta da hepimizin aradığı şey aynı: Bizi sarsacak güçlü duygular. Futbolun uyutmaya yaradığını söyleyenler bu oyunun ne olduğunu kavrayamamış insanlar. Tabii ki güzel bir şiir okuyunca ya da film seyredince kendinize sorular sorarsınız. İnsanın kendisini sorgulaması çok önemli. Ama futbol taraftarları da maç sonrası kendilerine bir dolu soru sorar. Bazı sorular diğerlerinden daha mı değerlidir? Ben öyle düşünmüyorum.”
*İngiltere’de futbol neden daha güzel oynanıyor sorusuna ise çok şık yanıtı var Eric’in: “Mesela Fransa’da takımların kendilerine has bir oyun tarzları yok. Çalıştıran antrenöre göre değişiyor. İngiltere’de ise Liverpool taraftarları Liverpool’un tarzını beğendiği için taraftardır. Antrenörler de buna uymak zorundadır ve zaten takımın stiline uyacak antrenör seçilir. Esasında, mesela Fransa’da kimse taraftarı olduğu takımı neden tuttuğunu bilmez. Halbuki elli yıl önceki Man. United’la bugünkünü karşılaştırın, oyuncular farklı, fakat oyun stili aynı. Hollanda’da Ajax gibi. Aynı şey Liverpool ve Arsenal için de geçerli. Niye o takımı tutuyorsunuz? Çünkü çocukken gördüğünüz oyun tarzına tutulmuşsunuz.”
Koyu bir Beşiktaş taraftarı olan Seden, bir filminde şöyle bir diyaloga imza atar: "Filmlerde kötü adamlar vardır. Ya gerçek hayatta kimdir kötü adam?"
Cevap: "Beşiktaş'a gol atan adam kötü adamdır."
Sinemamızın nev-i şahsına münhasır yapımcı, senarist, oyuncu ve yönetmeni, büyük emektarı Osman F. Seden. Kanun Namına, Çalıkuşu, Sana Layık Değilim ve geç de olsa izlediğim, sinemamızda kurtuluş savaşına dair nadide filmlerden Düşman Yolları Kesti gibi bir dolu kaliteli yapımın mimarıdır.
hırsız
Güzel varlık, benim gönlümün oscarını almış Sadri Alışık'lı birçok filmi olması nedeniyle de belki ayrı bir severim. Sadri Baba gibi o da İstanbul aşığıydı, fimlerinde fonda İstanbul illaki bulunurdu.
Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ, Memduh Ün ve tabi ki Atıf Yılmaz ile birlikte büyük emek vermiştir, can'dır. Memduh Ün mevzusu da ilginç ki kendisi Beşiktaş formasıyla futbol da oynamış bir yönetmen...
Osman Seden'in karakterleri ''baba adam'' tabir edilecek karakterlerdir.Ağırbaşlı ve efendidirler.Usul,erkan,edep ve racon bilirler.Hayatın tornasından geçmişlerdir,acılardan yoğrulmuşlardır.Hippiliği,hoppalığı,tangoyu,smokini,viskiyi,cazı ,valsi,gavur icatlarını sevmezler.
düşman yolları kesti
Rakı içerler,alaturka dinlerler,alaturka adamlardır zaten tepeden tırnağa.Merttirler,dostturlar.İlle de Beşiktaş'lı olurlar.Beşiktaşlı olmayana kız vermezler.Maksat Beşiktaş'a gol olmasın yeter onlar için...
Aşağıda kendisinden bir iki kelam ve ardından Tarık Akan'lı filmden replikleri birçok filmde olduğu gibi görmek mümkün;
kaynaklar; sinema & sinematurk.com/eylulfırtınası
"Bey abi gördüm ama senin gibi erkek görmedim" "Eksik olma ne de olsa Beşiktaş'lıyız"
Eskinin kült pankartlarından, en akılda kalanlarından biri bence. Buna benzer birkaç tane daha var ama en güzeli bu olsa gerek. Artık adam akıllı pankart bile yok artık kapalı önünde. Olanlar da zaten dolmuş hattı misali, semt isimlerinden geçilmiyor ne yazıkki...
"artık çok geç, her zaman hep geç olacak. çok şükür ki öyle!.."
Albert Camus ve insanın sözümona çağdaş dünya karşısındaki hallerini sorguladığı bir başka romanı.
İkiyüzlülüğümüz, ahlak anlayışımız, dışardan nasıl göründüğümüz, kalıplaşmış davranış şekillerimiz ve bir dolu durumla tokat gibi çarpar. Jean baptiste clamence biirçoklarının tasviridir, özellikle kahramanımızın kendisini yalnızca tiyatroda ve futbolda kendisini rahat ve dürüst hissetmesi gibi özellikleriyle yazarın da pek çok halini taşıdığı kesin. Birçok unsuruyla Dostoyevski ve Yeraltından Notlar'la benerlikleri az değil...
Hazmetmesi zor, ilk okumayla birçok yeri kavrayamadan geçebiliyor insan ki hemen her cümle başlıbaşına kafa yorulması gereken bir eser. Kahramanımızın dediği gibi 'gerçek can sıkıcıdır' aziz dostum...
"...hele hele , dostlarınız kendilerine karşı içten olmanızı istedikleri zaman onlara inanmayın.onlar , sizin için içtenlik vaadinizde bulacakları ek bir güvenceyi kendilerine sağlayarak onlar hakkındaki iyi fikrinizi sürdüreceğinizi umarlar yalnızca.içtenlik nasıl dostluğun bir koşulu olur?her ne pahasına olursa olsun gerçek sevgisi hiç bir şeyi kollamayan ve hiç bir şeyin kendisine direnemeyeceği bir tutkudur.bir kusurdur o , bazen bir konfordur ya da bir bencilliktir.eğer bu durumda bulunursanız çekinmeyin.`doğruyu söyleyeceğinize söz verin ve en fazla yalanı söyleyin`.böylece onların derin arzusuna yanıt verirsiniz ve sevginizi iki kere kanıtlarsınız onlara..."
Birçokları gibi bizlerin de yürekleri hop hop etti ismini duyar duymaz, kariyer olarak sona gelmiş, ailevi meselelerde dibe vurmuş, zaten oldum olası çalkantılı bir hayata sahip bir adam Iverson. Arıza karakterler, asi ruh sahibi manyaklar her zaman bu taraftarla bütünleşmiştir bunu yaşamamız olası tabi. Gerçi sahada performans açısından Kaan Kural'la hemfikirim, bu heyecan parkede o kadar etkili olmayabailir lakin psikolojik faktörler de önemli. Taraftar basketbola küstü, küstürüldü. Her yıl sıfırdan takım yapılması, başarılı yabancıların elde tutulamaması, her sene en kritik yerde patlak veren oyuncuların parasının ödenmemesi gibi gerzekçe yönetim hatalarının olduğu bu dönemde keşke gelmeseydi Iverson. İster istemez sorunlar olacak, takım içi dengeler gibi klişe de olsa mevzular yaşanacaktır. Herşeye rağmen basketbolda bu tarz bir harekete ihtiyaç vardı.
Akatlar'ın semte uzaklığı ve gerekli yatırımın yapılmaması ve bahsettiğim yönetimsel hatalar yüzünden salon boşalmıştı. Dünyada gündeme oturan bir transfer en nihayetinde, futboldaki Quaresma etkisini bakalım basketbolda Iverson ile görebilecekmiyiz bilmiyorum ama onun da benzer yönleri çok ki en önemlisi o da tekrar oynamak istemesi-hırsı, geri dönüş için iyi bir yer oldu İstanbul, ülkemizde en çok sevilen, forması satılan adam Nba yıldızı bu herif, hem yarattığı heyecan, hiç beklemiyorum ama yönetimin satış-pazarlama açısından kafayı kullanabilirse sağlam getirileri olabilir. Haydi hayırlısı diyelim, parkeye adım atmasını dört gözle bekleyerekten...
İlk geldiği andan itibaren kanatta yemediği küfür kalmadı adamın. Sabırla, hırsla çalıştı, gıkını çıkarmadan sadece işini yaptı ve tükürdüklerimizi yalattı İbrahim Üzülmez. Öyle ki heykeli falan dikilirse yakında şaşırmamak gerek. Meşhur terlik kavgası da hem kulüp için hem de ibrahimler için dönüm noktası olabilir. İkisi de o olay sonrası acayip bir performans patlaması yaşadı en önemlisi kulübe bağlılıkları, hırsları, taraftarla bütünleşmeleri arttı, vageçilmezleri oldular takımın. Toraman'ın sözleri bile nerede oynadıklarının farkında olduklarının bir kanıtı; "Yaşıyordum ama hiçbir şeyden zevk almıyordum. Beşiktaş'tan kopmayı hiç düşünmedim yine de, hayallerimdeki takımda oynuyordum çünkü."
Sergen'in neresine top çarpsa gol oluyor. biz kaleye şut çektik mi adamların sırtından geri dönüyor. anlamadım ben..."
Kayserispor maçında ligdeki 500.maçına çıkmış deli, Beşiktaş formasıyla da 396.maçına, nefesi kalmayana kadar koşacak, kendisinden 15 yaş küçükler kendini yerden yere atarken o hep depar halinde olacak, hırsı-mücadelesi hiç bitmeyecek sanki...yani inşallah.
Una Giornata Particolare bizdeki adıyla Özel Bir Gün, hakkı verilmemiş harika yönetmen Ettore Scola'nın yönetip başrollerini Sophia Loren ve Marcello Mastroianni'nin oynadığı 1977 yapımı İtalyan şaheseri.
8 Mayıs 1938'de, Hitler'in Mussolini'yi ziyaret ettiği gün, Romalılar heyecan içinde töreni izlemek için meydanlara koşar. Bir binada kapıcı kadın dışında iki kişi kalır: Altı çocuk annesi ev kadını Antonietta ve sürgüne gitmeden önce Roma'da son gününü geçiren antifaşist ve eşcinsel radyo sunucusu Gabriele. Birlikte geçirdikleri gün bu iki insanın yaşamlarında yeni şeyler tatmalarına, bastırılmış kişiliklerini açığa vurmalarına neden olur.
Hem dünya açısından, führer denilen Hitler ve duce Mussolini'nin dünyayı paylaşmalarını konu alan buluşmaları nedeniyle, faşizmin gövde gösterileri arasındaki iki insanın hayatlarındaki en özel gün olmasıyla aynı zamanda çok güzel bir filmdir. Birçok İtalyan filminde olduğu gibi, filmin içine girmemek mümkün değil, bize o kadar yakınki, kadının toplumdaki bastırılmış kişiliği, olmayan rolü, çok çocuklu-bağırış dolu küçücük evler-hayatlar, otoriter yönetimler, kendilerine reislik adı altında rol biçilen erkekler,babalar, özellikle baskıcı toplumlarda görebildiğimiz koyun misali insanlar, düşünen, en ufak farklı davrananların başının ezildiği, linç kültürünün hakim olduğu toplumlar...
Oyunculuklar da abartısız, muhteşem. Sophia Loren herzamanki gibi harika ki hiç makyajsız, sıradan bir İtalyan annesinin altından rahatlıkla kalkmış keza ona eşlik eden Mastroianni de harika kıvırmış işi.
Birçok okumaya açık, insana, hayata, düzene, önyargılara ve birçok şeye dair enfes bir film...
-Bıyıklı kapıcı kadın: o hükümet karşıtı! bir antifaşist! kısacası bu da bir insanın olabileceği en kötü şey. *Sophia Abla- hayır!
-Bıyıklı kapıcı kadın- hayır mı? öyleyse neden onu radyodan kovdular? ona ne dediklerini biliyor musun? yediğin kaba pisledin demişler*, aynen böyle. sonra ne yapmışlar? tabağı önünden alıvermişler. *Sophia Abla: ama çok kibar ve iyi biri, çok düzgün. antifaşist olması mümkün değil.
Takım olma babında güzellemeler ve şahane anılar, şu an sözde profesyonellik adında yapılan abukluklardan daha güzel ve gerçek olduğu kesin. Kaleci Engin konusunda da o yıllarda aldığım bir kupa-fincan gibi birşey vardı Engin'in çizim şeklinde eldivenleriyle resmi ve diğer tarafta logo, tüm hatırladığım bunlar. Daha çok dışarı giden toplara uçan Zafer, televolede sık sık dalga geçilen Şener ve Bako gibi kaleciler daha bir belleklerde...
“90’ların başıydı, Fenerbahçe’yi 3-1 yendiğimiz maçın gecesiydi. Çok gergin bir maç olacaktı, biz de doğal olarak gergindik ve yatağa yattık fakat kimse uyuyamadı. Gece yarısına doğru, kalktık, Gordon’un kapısını çaldık, tam 15 kişiyiz, dedik ki ‘hocam, uykumuz kaçtı, biz işkembeciye gitmek istiyoruz’ Gordon bize ‘kaç kişi gideceksiniz’ dedi. ’15 kişiyiz’ dedik...
Takım 16 kişiydi, kaleci Engin uyumuştu odasında, o gelmedi doğal olarak. Gordon, “o bir kişiyi de alın, öyle gidin’ dedi. Neyse uyandırdık Engin’i, o da geldi, hep beraber gittik işkembeciye. Aslında bu sıradan bir anı değil, bu takım olmanın belgesidir. Yani biz 15 kişiyiz, hoca bize 16. adamı soruyor ve onu da alın öyle gidin şartı koyuyor, işte takım olmak budur. Biz bunu başarmıştık 90’lı yıllarda Beşiktaş’ta, zaten 3 yıl üst üste şampiyon olmanın sırrı da belki bu takım olma olayını başarmakta yatıyordur."
TSİ 04.27, enteresan bir ruh hali... Ulan Beşiktaş nelere kadirsin.
Hep olur özellikle deplasman dönüşü bir de kötü sonuç alındıysa eve gelinen son adımlarda ulan gitmesemiydim, sıcak sıcak yatağımda uyusaydım iyimiydi diye düşünülür, sonra bir duş alınır kafada hala şu gol olsaydı, bunu yemeseydik ya da cehennemde ateşinle kavur bizi kara kartalvari türlü tezahuratlar, envai çeşit otobüs hikayesi döner durur kendine gelir insan. Ah bu hayat çekilmeez sen olmasan dedirtirken bir yandan da ömür törpüsüdür bu takım. Yenilgisi bile ayrı bir tatlı hüzün barındırır kendi içinde, takım kötüdür, kulüp borcu dağları aşmıştır, tribün bozulmuştur, herkes şekil peşinde falan olabilir ama bu gelmeler-gitmelerin, sevmelerin, binlerce kilometrelerin pek izahı yok.
Adamlar güzel stat yapmış ama haa...Koltukları inatla parçalayanlar, sağa sola vuranlar sağolsun bize fazla gerçi bu kadar modern stadyum ya neyse oralara girmeyelim. Nihatın bencilliği, Zapo'nun beceri yoksunluğu, tekkenin kahretsin dedirten pozisyonu, birkaç maçtır üretkenlikten uzak takım, q7'mi lan herşey sesleri, elde var hüzün ve bol miktarda baş ağrısı...bir derdim var bin dermana değişmem asla.