Son dönem müziğini bir yerlerden kestirip şarkının adını bilememe hastalığımın sebeplerinden biridir bu şahane şarkı.
Flobots hakkında çok bir bilgiye sahip olmasak da tarz olarak Linkin Park'ı andıran şarkılara sahip ve 2005 yılından beri faaliyette olan bir grup. Tek albümleri mevcut ve bu albümden tek klip parçası da tam isabet olmuş, şarkı kadar hatta daha da güzel bir klip yapmış adamlar.
Yer yer göndermelerle dolu animasyon şeklinde güzelim şarkı ve güzelim klibi geliyor;
Flobots - Handlebars
i can ride my bike with no handlebars
no handlebars
no handlebars
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
31 Aralık 2008 Çarşamba
Yılın futbolcusu: Andre Luis Garcia
Futbol için her daim doğrularını savunan, düşündüğünü söylemeyi esirgemeyen, yönetici zamanlarında kendisini pek anlatma şansı yakalayamasa da Radikal aracılığıyla çok sevdiğimiz insan, Sinan Engin, Fatih Terim ve türevleri gibi şahıslara karşı gerçek bir duruş segileyen- tıpkı Cem Dizdar gibi-, korkmayan nadir yazarlardan İbrahim Altınsay'dan yine ortaya karışık;
Yılın futbolcusu: Andre Luis Garcia
‘İki büyük’, ‘üç büyük’ tartışmaları hikâye... İktidarın merkezine yürüdükçe muktedirler tekçiliğe, mutlakiyetçiliğe doğru evriliyor. Fenerbahçe ve Galatasaray yöneticilerine göre tek büyük var: Kendileri... Baş başa kalsalar birbirlerini yerler, memlekette futbol falan kalmaz.. Denizli’de şampiyonluğu kaybedeli beri Fener yönetiminin yaptıklarını bir hatırlayın. Ali Sami Yen’deki ‘Pet Şişe Derbisi’ni de...
Bu kafadaki yöneticilere kalsa, takımı onlar yönetecek, sahada onlar oynayacak, tribünlerde kopyaları oturacak. Bir hareketleriyle tribünler susacak, bir hareketleriyle bağıracak. Ancak o zaman rahat edecekler.
Aziz Yıldırım, rüyasında Şampiyonlar Ligi finalini falan değil, sadece Fenerbahçe’nin ve kendi kurduğu takımların oynadığı bir lig görüyor olabilir. Ne güzel; ‘tek başkan, tek takım, tek şampiyon!’
Tekçiliğe mutlakiyetçilik eşlik ediyor. Her yere egemen olacaksınız. Her kurula ve kuruma adamlarınızı koyacaksınız. Herkes sizin küçük bir kopyanız olacak. Sahada ve saha dışında sizin doğrularınız işleyecek, borunuz ötecek. ‘Kural hatası-Hakem hatası ayrımı’, ‘kart isteyene kart göster’ gibi saçmalıklar boşuna icat edilmiyor. Böylece sahadaki hakemin üzerinde bir otorite kuruyorsunuz. Oyun Kuralları kitabındaki “Hakemin kararları nihai ve kesindir” hükmü bir şey ifade etmiyor. Hakem kurmalı bir robota dönüyor. “Kart işareti gördüğünde kartı otomatik çıkarması” isteniyor. Yoksa ağbiler kızar. En ideali, hakemlerin kulaklıklarını MHK Başkanı’na, ya da yorumculara ya da kulüp yöneticilerine bağlamak... Ya da hakemleri uzaktan kumandayla yönetmek. Siz o zaman görün protokol tribünündeki ‘kumanda kapma’ savaşlarını!
Bir top, bir saha, bir de...
Haydi ekonomide, siyasette tekçilik ve mutlakiyetçilik peşinde koşun ama futbolda bu mümkün mü? Futbol zaten yarışma demek değil mi? Öteki takımlara gerek duyan bir oyun değil mi? Hem de öyle bir oyun ki, futbolculara satranç taşları gibi hükmedemiyorsunuz. Sizin iradeniz dışında gelişen sayısız etmen yazıyor bir maçın senaryosunu...
O zaman şöyle bir akıl yürütelim: “Futbol ne olmazsa oynanamaz?”
FIFA’lar, Federasyonlar, PFDK’lar olmazsa oynanır mı? Oynanır; futbol çıktığında bunlar var mıydı?
Başkanlar, yöneticiler olmazsa oynanır mı? Oynanır; yöneticiler mi sahaya çıkıp top koşturuyor? Yöneticiler olmazsa futbol, daha iyi oynanır mı bilemem ama kesin daha huzurlu oynanır.
Basın, televizyonlar, naklen yayınlar olmazsa oynanır mı? Oynanır. Üstelik herkes çoluğuyla çocuğuyla maç izlemek için statlara gider,
yerel takımların gücü artar. Futbol o yitik altın çağına geri döner.
Ya hakemler olmazsa? Hemen ‘oynanmaz’ demeyin. Mahalle maçlarına bakın. O hakemsiz maçlarda daha fazla mı tartışma oluyor?
Zaten tartışmalar çığırından çıkınca iş futbol olmaktan çıkıyor, maç yarıda kalıyor. ‘Pet
Şişe derbisi’nde olduğu gibi zorla maç bitirtilmiyor. Yabancılaşma yok.
Futbol için olmazsa olmazlar çok az yani: Bir top, biraz düzce bir alan ve iki takıma bölünmüş oyuncular... Zaten bu yüzden bu oyun her insan evladı tarafından oynanıyor, seviliyor.
Yoldan geçerken top oynayanlara gözünüz takıldığında futbolun ikinci temel öğesi devreye giriyor: Seyirci... Zevk aldığı için futbolu izleyen seyirciler bir sonraki aşamada, değişik takımlara gönül vermiş taraftarlara evriliyor.
İşte çağdaş futbol bu iki temel öğeden, yani futbolcudan ve seyirciden oluşuyor. Okul avlularında, sokaklarda hava kararına kadar top peşinde koşan çocuklar olmasa, her hafta ekmek parasından ayırıp maçlara giden seyirciler olmasa ne Aziz Yıldırım’lar olur,
ne ‘kral’ Hakan Şükür’ler, ne federasyonlar, MHK’lar, ne de yorumcular, televizyonlar...
Dokunmayın Luis’ime
Muktedirler, teklik ve mutlakiyet peşinde koşarken aslında futbolun temel öğelerinin, yani futbolcuları ve taraftarların sırtına basarak, onları ezerek yapıyorlar bunu. Bu süreç ilerledikçe şampiyonluğa oynayan takımların bile tribünleri boşalıyor. ‘Dünya derbisi’ denilen maçlar tek taraftarlı maçlara dönüşüyor. (Dünya Derbisi görmek isteyenler
Boca Juniors - River Plate rekabetinin anlatıldığı belgesele baksınlar lütfen. Boca’lılar, River’ın stadına kaç kişi ve nasıl gidiyor?)
Muktedirler ‘kulübün ortak çıkarı’ gibisinden şeyleri öne sürerek öteki takımlara karşı
düşmanlık körüklüyor. Böylece kendi yetersizliklerinin üzerini örtüyor. Borç paraya, kongre oyunlarına, sınırlı bir ‘ayrıcalıklı üye’ grubuna, belediye bütçesine falan dayanarak ele geçirdikleri iktidarlarını dokunulmaz ve ebedi hale getiriyorlar.
Oysa futbolcuların ve taraftarların tek bir çıkarı var. Futbolun çeşitlilik içinde, hakça bir yarışma olarak oynanması... Sadece sizin tuttuğunuz takımdan oluşan bir lig olur mu?
O zaman futbolculara ve seyircilere isyandan başka bir şey kalmıyor. Futbolun daha saydam, daha demokratik, daha katılımcı, daha yarışmacı ve daha adil oynanmasını isteyecekler. Futbol ekonomisinin dev boyutlara ulaştığı, taraftarı ve futbolcuyu baştan çıkaracak bir sürü elma şekerinin uzatıldığı günümüzde güçlerini göstermeleri zor bu ama başka çare var mı?
Bu bakımdan benim için 2008’in futbolcusu Botafogo’lu Andre Luis Garcia... Hatırlarsanız, Estudiantes’le oynadıkları Güney Amerika Kupası maçında hakemden ikinci sarıyı gördü. O da gitti, hakemin elinden sarı kartı çekip aldı, hakeme gösteriverdi... Gerçi bu ilk sabıkası değilmiş, bir keresinde kırmızı görünce polis zoruyla sahayı terk etmiş. Olsun, o hareketiyle, “O kadar uzun boylu değil kardeşim, biz de futbolcuyuz, bırak oynayalım, ona kart, buna kart, ne oluyor” der gibiydi.
Doğru yanlış böyle içinden geleni yapan futbolcular hoşuma gidiyor. Sarı kart göstermek için çağıran hakeme “Sen gel” diye dayılanan ama sonra kuzu kuzu giden futbolcular gibi yapmıyorlar. Çaktırmadan bir şeyler yapıp sonra “N’oldu?” diye numara çekmiyorlar. Sadece kazandıkları maçlardan sonra ‘melek’ kesilmiyorlar... Bizim Hasan Şaş gibi ne hissediyorlarsa öyle davranıyorlar.
Yılın futbolcusunu seçince seyircisini seçmemek olmaz. Yılın seyircisi, Trabzonspor maçının ikinci yarısında, takımına katı defans oynattığı için teknik direktörünü istifaya çağıran Bursaspor seyircisi... Ne yaptılar? Küfür etmediler, ırkçılık yapmadılar, kan davası gütmediler. Sadece takımlarının kale önüne kapanmasını kabul etmediklerini ilan ettiler. Hem de bütün bir stat olarak...
Maçtan sonra teknik Direktör Kurtar, “Ben Emrah’a savunmadan ayrılma demiştim, o takım çıkmasın anlamış” gibisinden topu futbolcuya atan ama asıl niyetini itiraf eden bir şeyler söyledi zaten.
Cepler ve yıllar
İşte böyle... Parayla büyüklük olmuyor. Tek ya da iki takım kalınca zaten büyüklük bile kalmıyor. Birbiriyle büyüklük kavgası yapan iki küçük kalıyor sadece... Kriz var. İhsanlar, sadakalar, bir yerden gelen çıkmalar olmazsa muktedirlerin cebinde para olmayacak yeni yılda.
Sizin ise bir cebinizden tuttuğunuz takımın, öteki cebinizden isyanın bayrağı eksik olmasın.
Yılın futbolcusu: Andre Luis Garcia
‘İki büyük’, ‘üç büyük’ tartışmaları hikâye... İktidarın merkezine yürüdükçe muktedirler tekçiliğe, mutlakiyetçiliğe doğru evriliyor. Fenerbahçe ve Galatasaray yöneticilerine göre tek büyük var: Kendileri... Baş başa kalsalar birbirlerini yerler, memlekette futbol falan kalmaz.. Denizli’de şampiyonluğu kaybedeli beri Fener yönetiminin yaptıklarını bir hatırlayın. Ali Sami Yen’deki ‘Pet Şişe Derbisi’ni de...
Bu kafadaki yöneticilere kalsa, takımı onlar yönetecek, sahada onlar oynayacak, tribünlerde kopyaları oturacak. Bir hareketleriyle tribünler susacak, bir hareketleriyle bağıracak. Ancak o zaman rahat edecekler.
Aziz Yıldırım, rüyasında Şampiyonlar Ligi finalini falan değil, sadece Fenerbahçe’nin ve kendi kurduğu takımların oynadığı bir lig görüyor olabilir. Ne güzel; ‘tek başkan, tek takım, tek şampiyon!’
Tekçiliğe mutlakiyetçilik eşlik ediyor. Her yere egemen olacaksınız. Her kurula ve kuruma adamlarınızı koyacaksınız. Herkes sizin küçük bir kopyanız olacak. Sahada ve saha dışında sizin doğrularınız işleyecek, borunuz ötecek. ‘Kural hatası-Hakem hatası ayrımı’, ‘kart isteyene kart göster’ gibi saçmalıklar boşuna icat edilmiyor. Böylece sahadaki hakemin üzerinde bir otorite kuruyorsunuz. Oyun Kuralları kitabındaki “Hakemin kararları nihai ve kesindir” hükmü bir şey ifade etmiyor. Hakem kurmalı bir robota dönüyor. “Kart işareti gördüğünde kartı otomatik çıkarması” isteniyor. Yoksa ağbiler kızar. En ideali, hakemlerin kulaklıklarını MHK Başkanı’na, ya da yorumculara ya da kulüp yöneticilerine bağlamak... Ya da hakemleri uzaktan kumandayla yönetmek. Siz o zaman görün protokol tribünündeki ‘kumanda kapma’ savaşlarını!
Bir top, bir saha, bir de...
Haydi ekonomide, siyasette tekçilik ve mutlakiyetçilik peşinde koşun ama futbolda bu mümkün mü? Futbol zaten yarışma demek değil mi? Öteki takımlara gerek duyan bir oyun değil mi? Hem de öyle bir oyun ki, futbolculara satranç taşları gibi hükmedemiyorsunuz. Sizin iradeniz dışında gelişen sayısız etmen yazıyor bir maçın senaryosunu...
O zaman şöyle bir akıl yürütelim: “Futbol ne olmazsa oynanamaz?”
FIFA’lar, Federasyonlar, PFDK’lar olmazsa oynanır mı? Oynanır; futbol çıktığında bunlar var mıydı?
Başkanlar, yöneticiler olmazsa oynanır mı? Oynanır; yöneticiler mi sahaya çıkıp top koşturuyor? Yöneticiler olmazsa futbol, daha iyi oynanır mı bilemem ama kesin daha huzurlu oynanır.
Basın, televizyonlar, naklen yayınlar olmazsa oynanır mı? Oynanır. Üstelik herkes çoluğuyla çocuğuyla maç izlemek için statlara gider,
yerel takımların gücü artar. Futbol o yitik altın çağına geri döner.
Ya hakemler olmazsa? Hemen ‘oynanmaz’ demeyin. Mahalle maçlarına bakın. O hakemsiz maçlarda daha fazla mı tartışma oluyor?
Zaten tartışmalar çığırından çıkınca iş futbol olmaktan çıkıyor, maç yarıda kalıyor. ‘Pet
Şişe derbisi’nde olduğu gibi zorla maç bitirtilmiyor. Yabancılaşma yok.
Futbol için olmazsa olmazlar çok az yani: Bir top, biraz düzce bir alan ve iki takıma bölünmüş oyuncular... Zaten bu yüzden bu oyun her insan evladı tarafından oynanıyor, seviliyor.
Yoldan geçerken top oynayanlara gözünüz takıldığında futbolun ikinci temel öğesi devreye giriyor: Seyirci... Zevk aldığı için futbolu izleyen seyirciler bir sonraki aşamada, değişik takımlara gönül vermiş taraftarlara evriliyor.
İşte çağdaş futbol bu iki temel öğeden, yani futbolcudan ve seyirciden oluşuyor. Okul avlularında, sokaklarda hava kararına kadar top peşinde koşan çocuklar olmasa, her hafta ekmek parasından ayırıp maçlara giden seyirciler olmasa ne Aziz Yıldırım’lar olur,
ne ‘kral’ Hakan Şükür’ler, ne federasyonlar, MHK’lar, ne de yorumcular, televizyonlar...
Dokunmayın Luis’ime
Muktedirler, teklik ve mutlakiyet peşinde koşarken aslında futbolun temel öğelerinin, yani futbolcuları ve taraftarların sırtına basarak, onları ezerek yapıyorlar bunu. Bu süreç ilerledikçe şampiyonluğa oynayan takımların bile tribünleri boşalıyor. ‘Dünya derbisi’ denilen maçlar tek taraftarlı maçlara dönüşüyor. (Dünya Derbisi görmek isteyenler
Boca Juniors - River Plate rekabetinin anlatıldığı belgesele baksınlar lütfen. Boca’lılar, River’ın stadına kaç kişi ve nasıl gidiyor?)
Muktedirler ‘kulübün ortak çıkarı’ gibisinden şeyleri öne sürerek öteki takımlara karşı
düşmanlık körüklüyor. Böylece kendi yetersizliklerinin üzerini örtüyor. Borç paraya, kongre oyunlarına, sınırlı bir ‘ayrıcalıklı üye’ grubuna, belediye bütçesine falan dayanarak ele geçirdikleri iktidarlarını dokunulmaz ve ebedi hale getiriyorlar.
Oysa futbolcuların ve taraftarların tek bir çıkarı var. Futbolun çeşitlilik içinde, hakça bir yarışma olarak oynanması... Sadece sizin tuttuğunuz takımdan oluşan bir lig olur mu?
O zaman futbolculara ve seyircilere isyandan başka bir şey kalmıyor. Futbolun daha saydam, daha demokratik, daha katılımcı, daha yarışmacı ve daha adil oynanmasını isteyecekler. Futbol ekonomisinin dev boyutlara ulaştığı, taraftarı ve futbolcuyu baştan çıkaracak bir sürü elma şekerinin uzatıldığı günümüzde güçlerini göstermeleri zor bu ama başka çare var mı?
Bu bakımdan benim için 2008’in futbolcusu Botafogo’lu Andre Luis Garcia... Hatırlarsanız, Estudiantes’le oynadıkları Güney Amerika Kupası maçında hakemden ikinci sarıyı gördü. O da gitti, hakemin elinden sarı kartı çekip aldı, hakeme gösteriverdi... Gerçi bu ilk sabıkası değilmiş, bir keresinde kırmızı görünce polis zoruyla sahayı terk etmiş. Olsun, o hareketiyle, “O kadar uzun boylu değil kardeşim, biz de futbolcuyuz, bırak oynayalım, ona kart, buna kart, ne oluyor” der gibiydi.
Doğru yanlış böyle içinden geleni yapan futbolcular hoşuma gidiyor. Sarı kart göstermek için çağıran hakeme “Sen gel” diye dayılanan ama sonra kuzu kuzu giden futbolcular gibi yapmıyorlar. Çaktırmadan bir şeyler yapıp sonra “N’oldu?” diye numara çekmiyorlar. Sadece kazandıkları maçlardan sonra ‘melek’ kesilmiyorlar... Bizim Hasan Şaş gibi ne hissediyorlarsa öyle davranıyorlar.
Yılın futbolcusunu seçince seyircisini seçmemek olmaz. Yılın seyircisi, Trabzonspor maçının ikinci yarısında, takımına katı defans oynattığı için teknik direktörünü istifaya çağıran Bursaspor seyircisi... Ne yaptılar? Küfür etmediler, ırkçılık yapmadılar, kan davası gütmediler. Sadece takımlarının kale önüne kapanmasını kabul etmediklerini ilan ettiler. Hem de bütün bir stat olarak...
Maçtan sonra teknik Direktör Kurtar, “Ben Emrah’a savunmadan ayrılma demiştim, o takım çıkmasın anlamış” gibisinden topu futbolcuya atan ama asıl niyetini itiraf eden bir şeyler söyledi zaten.
Cepler ve yıllar
İşte böyle... Parayla büyüklük olmuyor. Tek ya da iki takım kalınca zaten büyüklük bile kalmıyor. Birbiriyle büyüklük kavgası yapan iki küçük kalıyor sadece... Kriz var. İhsanlar, sadakalar, bir yerden gelen çıkmalar olmazsa muktedirlerin cebinde para olmayacak yeni yılda.
Sizin ise bir cebinizden tuttuğunuz takımın, öteki cebinizden isyanın bayrağı eksik olmasın.
2008 yılının en ‘hatalı’ filmleri
08'in son gününde moviemistakes.com’un açıkladığı 2008’in en çok kamera ve mantık hataları içeren filmleri listesinin zirvesinde son Indiana Jones macerası Kristal Kafatası Krallığı yer aldı.
Çok dikkat etmemize rağmen filmlerin büyüsüne kapılıp birçok hata ya da unutulan birşeyi göremeyebiliyoruz ki geçmişte de Cesuryürek filminde arka fonda süt kamyonu geçmesi gibi onlarca hadise yaşanmış yine görememiştik:)
Hatalar arasında abartan filmleri ve hataları şöyle bir sıralamışlar;
Hollywood’un en ünlü yönetmeni Steven Spielberg kamera arkasına geçti. 100 milyon dolardan fazla bir bütçe ayrıldı. Harrison ford tekrar şapkası başın geçirdi. Tüm bunlar Indiana Jones’ın son macerası olan Krital Kafatası Krallığı’na gişede başarı getirdi belki ama filmi yılın en hatalı filmi olmaktan alıkoyamadı.
INDIAN JONES ZİRVEDE
İnternet sitesi moviemistakes.com, sinemasever okurlarından, filmlerdeki mantık ve kamera hatalarına dair bilgi ve uyarıları derleyerek 2008’in en hatalı filmlerini bir liste halinde yayınladı. Listenin tepesinde yer alan Kristal Kafatası Krallığında tam 67 hata saptanmış.
1957 yılında geçen filmde, bu tarihe uymayan pek çok detay var. Bunlardan biri filmde Indiana Jones ve oğlunun kullandığı Harley Davidson motosiklet; dikkatli gözler motosikletin modelinin 2000’lerden sonra olduğunu farketti.
*Filmin bir sahnesinde açılan ve Orta Amerika ülkelerinin yer aldığı haritada Belize de bulunuyor. Bugün Belize adlı bir ülke var ama bu ülkenin adı 1973’e kadar İngiliz Hondurası (British Hounduras) idi.
*Kristal Kafatası Krallığı’nda, sahnelerin sürekliliğinde de farkedilen hatalar var. bir sahnede Harrison Ford kıvrılmış bir gömlekle perdede görünüyor ancak sahnenin devamında gömleği düz olarak başında bulunuyor.
KARA ŞÖVALYE İKİNCİ
Hatalı filmler listesinin ikinci sırasında yine büyük bütçeli bir devam filmi yer alıyor; Batman - Kara Şövalye…
46 hatanın saptandığı filmde, Joker aynı sahnede iki farklı saç stili ile perdede görünüyor. Bir başka sahnenin devamında Joker’in silah tuttuğu el değişmiş.
ABBA müzikali Mamma Mia’da saptanan hata sayısı kara şövalye’dekilerden sadece bir tane daha az. Bu da, tarihte en çok DVD satışı rakamına ulaşan Mamma Mia’yı, hatalar listesinde üçüncü basamağa koyuyor.
Listenin duyurulduğu sitenin başkanı Jon Sandys listeye giren filmler hakkında şunları söyledi; “bu kadar büyük bütçeli filmlerde bu tür hatalardan yapılmayacağını ya da en azından hataların bilgisayar yardımıyla kapatılacağını düşünürsünüz. Ama hatalar yapılmaya ve dikkatli gözler de bunları bulmaya devam ediyor.”
Listedeki ilk on film şunlar;
1 - Indiana Jones ve Kristal kafatası Krallığı - 67 hata
2 - Batman-Kara Şövalye - 46 hata
3 - Mamma Mia! - 45 hata
3 - Twilight - 45 hata
5 - High School Musical 3- 41 hata
6 - Arzın Merkezine Seyahat - 31 hata
7 - Step Brothers - 24 hata
8 - James Bond-Quantum of Solace - 23 hata
8 - Get Smart - 23 hata
10 - Iron Man - 21 hata
Çok dikkat etmemize rağmen filmlerin büyüsüne kapılıp birçok hata ya da unutulan birşeyi göremeyebiliyoruz ki geçmişte de Cesuryürek filminde arka fonda süt kamyonu geçmesi gibi onlarca hadise yaşanmış yine görememiştik:)
Hatalar arasında abartan filmleri ve hataları şöyle bir sıralamışlar;
Hollywood’un en ünlü yönetmeni Steven Spielberg kamera arkasına geçti. 100 milyon dolardan fazla bir bütçe ayrıldı. Harrison ford tekrar şapkası başın geçirdi. Tüm bunlar Indiana Jones’ın son macerası olan Krital Kafatası Krallığı’na gişede başarı getirdi belki ama filmi yılın en hatalı filmi olmaktan alıkoyamadı.
INDIAN JONES ZİRVEDE
İnternet sitesi moviemistakes.com, sinemasever okurlarından, filmlerdeki mantık ve kamera hatalarına dair bilgi ve uyarıları derleyerek 2008’in en hatalı filmlerini bir liste halinde yayınladı. Listenin tepesinde yer alan Kristal Kafatası Krallığında tam 67 hata saptanmış.
1957 yılında geçen filmde, bu tarihe uymayan pek çok detay var. Bunlardan biri filmde Indiana Jones ve oğlunun kullandığı Harley Davidson motosiklet; dikkatli gözler motosikletin modelinin 2000’lerden sonra olduğunu farketti.
*Filmin bir sahnesinde açılan ve Orta Amerika ülkelerinin yer aldığı haritada Belize de bulunuyor. Bugün Belize adlı bir ülke var ama bu ülkenin adı 1973’e kadar İngiliz Hondurası (British Hounduras) idi.
*Kristal Kafatası Krallığı’nda, sahnelerin sürekliliğinde de farkedilen hatalar var. bir sahnede Harrison Ford kıvrılmış bir gömlekle perdede görünüyor ancak sahnenin devamında gömleği düz olarak başında bulunuyor.
KARA ŞÖVALYE İKİNCİ
Hatalı filmler listesinin ikinci sırasında yine büyük bütçeli bir devam filmi yer alıyor; Batman - Kara Şövalye…
46 hatanın saptandığı filmde, Joker aynı sahnede iki farklı saç stili ile perdede görünüyor. Bir başka sahnenin devamında Joker’in silah tuttuğu el değişmiş.
ABBA müzikali Mamma Mia’da saptanan hata sayısı kara şövalye’dekilerden sadece bir tane daha az. Bu da, tarihte en çok DVD satışı rakamına ulaşan Mamma Mia’yı, hatalar listesinde üçüncü basamağa koyuyor.
Listenin duyurulduğu sitenin başkanı Jon Sandys listeye giren filmler hakkında şunları söyledi; “bu kadar büyük bütçeli filmlerde bu tür hatalardan yapılmayacağını ya da en azından hataların bilgisayar yardımıyla kapatılacağını düşünürsünüz. Ama hatalar yapılmaya ve dikkatli gözler de bunları bulmaya devam ediyor.”
Listedeki ilk on film şunlar;
1 - Indiana Jones ve Kristal kafatası Krallığı - 67 hata
2 - Batman-Kara Şövalye - 46 hata
3 - Mamma Mia! - 45 hata
3 - Twilight - 45 hata
5 - High School Musical 3- 41 hata
6 - Arzın Merkezine Seyahat - 31 hata
7 - Step Brothers - 24 hata
8 - James Bond-Quantum of Solace - 23 hata
8 - Get Smart - 23 hata
10 - Iron Man - 21 hata
28 Aralık 2008 Pazar
Joker ve Yaklaşan Oscar
Batman serisinin son şahanesi, seriye can veren Christopher Nolan güzellemesi The Dark Knight Amerika başta olmak üzere her metrekarede olay yarattı, rekorlar kırdı, Heath Ledger joker yorumuyla Batman'i bile geride bırakıp ne kadar erken gittiğinin, henüz daha yapacaklarının yeni başladığını gösterip buruk bir tad bıraktı izleyenlerde.
Sinema tarihine kazınan joker rolüyle tişörtlere baskı olup duvarlara afiş oldu tez zamanda Ledger.
Filmin ve kendisinin manyak fan'ları da oscar törenleri yaklaştıkça heykelcikleri filme ve joker rolüne verilmesi yolunda sanaldan da olsa çalışmalara başlamış ki Ledger'in en azından yardımcı erkek oyuncu oscarını alacağını düşünüyorum, en iyi erkekte ise Mickey Rourke The Wrestler ile götürecek gibi.
Oscar adayları 22 Ocak'ta açıklanırken, görkemli törenler 22 Şubat'ta yapılarak ödüller dağıtılacak, enteresan filmler ve adaylarla farklı bir tören olacağa benzer.
25 Aralık 2008 Perşembe
Dinamo Mesken Tekrar Sahada
Dinamo Mesken ve Erkan Can ekseninde röportaj ile birlikte hikayeyi şurada anlatmıştık.
Dün itibariyle 12 Eylül'ün kurbanı olan, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü, darbe dönemindeki aıdyla Dinamo Mesken adıyla anılan kulüp artık Meskenspor olarak sahalarda yer alacakmış.
Detaylar mı? Aşağıda okuyucu bekler;
1971 yılında kurulan ve taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ olarak adlandırıldığı için 12 Eylül askeri darbesinin ardından, ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ gerekçesiyle kapatılan Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü’nün o dönemde yargılanan futbolcuları, kulüplerini yeniden hayata döndürdü. Eski günleri unutamayan ‘Dinamo Mesken’ sevenler, yine aynı olumsuzluklarla karşılaşmamak içinde kulübün adını ‘Meskenspor’ olarak tescil ettirdi. Aralarında Sanatçı Erkan Can’ın da bulunduğu eski adıyla Meskenspor taraftarları, ilk etkinlik olarak hafta sonu Bursa’da tanışma yemeğinde bir araya gelecek.
Bursa’nın 1970'li yıllarda ‘Solcu’ semti olarak bilinen Mesken’de 1971 yılında bir araya gelen mahallenin gençleri ve ileri gelenleri spor kulübü kurmaya karar verdi. Yapılan girişimlerden sonra kurulan kulübe Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü adı verildi. Takımın başkanlığına o dönemde 30 yaşında olan Tunçkanat Yeğin getirilirken, Antrenörlüğü ise Bülent Merey üstlendi. Futbol ağırlıklı kurulan kulüp, amatör lig maçlarında aldığı başarılı sonuçlarla önce mahalle sakinlerinin daha sonra da Bursa’nın ilgi odağı oldu.
Mahallenin solcu olması, o dönemlerde Dinamo Kiev’in rakiplerini gol yağmuruna tutması ve Bursaspor ile bir de karşılaşma yapmasından sonra, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü de taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ diye anılmaya başlandı.
12 EYLÜL DARBESİ KAPATTI
Rakiplerinin korkulu rüyası olan Dinamo Mesken’e darbeyi karşılaştığı rakipleri değil, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra göreve atanan bazı yöneticiler vurdu. ‘Dinamo Mesken’ adının ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ olduğu gere gerekçesiyle kulüp 1981 yılında kapatıldı. Dönemin yöneticileri, kulübü kapatmakla kalmayıp, bazı yöneticileri ve futbolcuları da gözaltına aldı. Mahkemeye çıkartılanlardan sadece 3’ü beraat ederken diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldı.
Dinamo Mesken Spor’da o yıllarda futbol oynayıp yöneticilik yapanlar takımlarını yeniden kurmaya karar verdi. Kulüplerine ‘Başımız yine belaya girer’ endişesiyle gönüllerinden geçen ‘Dinamo Mesken’ adını koymayan yöneticiler bu kez ‘Meskenspor’ olarak adını tescil ettikleri kulüplerini amatör futbol yaşamına döndürdüler.
HAFTA SONU YEMEKTE BULUŞACAKLAR
Kulüp, hafta sonu Bursa’da kuruluş ve tanışma yemeği düzenledi. Bu organizasyona o yıllarda takımda futbol oynayan sanatçı Erkan Can da katılacak. Elde edilen gelir ile takımın ihtiyaçları karşılanacak. Meskenspor kurucu üyelerinden Vedat Vermez, “İsmin tekrar Dinamo Mesken olması için görüştük. Ama o dönemde çok sıkıntı çektik. Açıkçası aynı sıkıntıları çekmekten korktuk ve bu iddialı isim yerine Meskenspor Kulübü olarak tescil ettirdik” dedi.
Dün itibariyle 12 Eylül'ün kurbanı olan, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü, darbe dönemindeki aıdyla Dinamo Mesken adıyla anılan kulüp artık Meskenspor olarak sahalarda yer alacakmış.
Detaylar mı? Aşağıda okuyucu bekler;
1971 yılında kurulan ve taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ olarak adlandırıldığı için 12 Eylül askeri darbesinin ardından, ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ gerekçesiyle kapatılan Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü’nün o dönemde yargılanan futbolcuları, kulüplerini yeniden hayata döndürdü. Eski günleri unutamayan ‘Dinamo Mesken’ sevenler, yine aynı olumsuzluklarla karşılaşmamak içinde kulübün adını ‘Meskenspor’ olarak tescil ettirdi. Aralarında Sanatçı Erkan Can’ın da bulunduğu eski adıyla Meskenspor taraftarları, ilk etkinlik olarak hafta sonu Bursa’da tanışma yemeğinde bir araya gelecek.
Bursa’nın 1970'li yıllarda ‘Solcu’ semti olarak bilinen Mesken’de 1971 yılında bir araya gelen mahallenin gençleri ve ileri gelenleri spor kulübü kurmaya karar verdi. Yapılan girişimlerden sonra kurulan kulübe Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü adı verildi. Takımın başkanlığına o dönemde 30 yaşında olan Tunçkanat Yeğin getirilirken, Antrenörlüğü ise Bülent Merey üstlendi. Futbol ağırlıklı kurulan kulüp, amatör lig maçlarında aldığı başarılı sonuçlarla önce mahalle sakinlerinin daha sonra da Bursa’nın ilgi odağı oldu.
Mahallenin solcu olması, o dönemlerde Dinamo Kiev’in rakiplerini gol yağmuruna tutması ve Bursaspor ile bir de karşılaşma yapmasından sonra, Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü de taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ diye anılmaya başlandı.
12 EYLÜL DARBESİ KAPATTI
Rakiplerinin korkulu rüyası olan Dinamo Mesken’e darbeyi karşılaştığı rakipleri değil, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra göreve atanan bazı yöneticiler vurdu. ‘Dinamo Mesken’ adının ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ olduğu gere gerekçesiyle kulüp 1981 yılında kapatıldı. Dönemin yöneticileri, kulübü kapatmakla kalmayıp, bazı yöneticileri ve futbolcuları da gözaltına aldı. Mahkemeye çıkartılanlardan sadece 3’ü beraat ederken diğerleri ise çeşitli cezalara çarptırıldı.
Dinamo Mesken Spor’da o yıllarda futbol oynayıp yöneticilik yapanlar takımlarını yeniden kurmaya karar verdi. Kulüplerine ‘Başımız yine belaya girer’ endişesiyle gönüllerinden geçen ‘Dinamo Mesken’ adını koymayan yöneticiler bu kez ‘Meskenspor’ olarak adını tescil ettikleri kulüplerini amatör futbol yaşamına döndürdüler.
HAFTA SONU YEMEKTE BULUŞACAKLAR
Kulüp, hafta sonu Bursa’da kuruluş ve tanışma yemeği düzenledi. Bu organizasyona o yıllarda takımda futbol oynayan sanatçı Erkan Can da katılacak. Elde edilen gelir ile takımın ihtiyaçları karşılanacak. Meskenspor kurucu üyelerinden Vedat Vermez, “İsmin tekrar Dinamo Mesken olması için görüştük. Ama o dönemde çok sıkıntı çektik. Açıkçası aynı sıkıntıları çekmekten korktuk ve bu iddialı isim yerine Meskenspor Kulübü olarak tescil ettirdik” dedi.
Durmak Yok, Filmlere Devam
Boş bir iki saat dahi bulup filme sarılası geliyor insanın bu kışın sümük donduran ayazında.
Özellikle klasikler açısından eksikleri kapatmaya özen gösterirken bir yandan da son dönem kaçırdığım ya da sinemaya gitmeye değer görmediğim filmlere daldık bu aralar.
Wanted
Mark Millar'ın pek bilinmeyen daha doğrusu diğerleri kadar popüler olmayan çizgiromanı Wanted'in beyazperdeye uyarlanmış, aksiyon filmi nasıl olur'un cevabı niteliğinde.
Bu tarz filmleri çok sevmesem de kendi tarzını ortaya koyan orjinal işler olunca izlemeden olmuyor.
Yönetmen koltuğunda hacı sakallarıyla Timur Bekmambetov Day Watch ve Night Watch filmlerinin ardından kendisine teslim edilen proje için biçilmiş kaftan.
Öncelikle sağda solda yapılan yorumlara bakıyorum yok efendim kurşunlar falso alırmıymış falan filan. Bir kere bu çizgiroman uyarlaması en başta, bilindik tarzda olmasa da süper kahraman filmi. Yani süpermanin uçması ne kadar mantıklıysa ki zaten fantastik alemden, çizgiromandan bahsediyoruz bu arkadaşların kurşunları, hal ve hareketleri de o kadar normal.
Wanted çizgiroman olarak ve başkahramanına baktığımızda Örümcek Adam'a daha çok benziyor, hatta Wesley Gibson karakteri çok daha hayatın içinden-kaybeden bir karakter. Bu açıdan filmi daha da izlenirliğini arttırıyor. Aksiyon sahneleri gayet başarılı, Angelina abla haddinden fazla çekici, Morgan Freeman zaten aynı çizgide, başroldeki sıradan vatandaş konumunda seçilen James McAvoy ise çok başarılı, karakterin gelişimini, kaybeden loser halini izleyenlere rahatça geçiriyor.
Wanted güzel bir uyarlama olmuş lakin diğer çizgiroman uyarlamaları gibi çizgiromanı elimize alıp okumak ardından filmi izlemek çok daha keyifli olacaktır keza filmde mutlaka kullanılmayan birçok olay, karakterler, hede'ler çizgiromanlarda olmakta, her sayfayı çevirişte o kağıt kokusuyla insanı kendinden geçirmekte efenim... Özellikle Frank Miller'ın muhteşem çizgileriyle Sin City serisi kitapları hararetle tavsiye edilenzi...
Chiko
Türk işi Scarface olarak lanse edilmiş, Berlin'de tanıtılıp Altın Ayı kovalamıştı geçtiğimiz yıl.
Yapımcı koltuğunda ve verdiği destekle Fatih Akın'ın bu filmin arkasında olup afişlerde Fatih Akın sunar yazması bile büyük artıdır yönetmen Özgür Yıldırım ve ilk filmi için.
Yönetmenin Fatih Akın ile ortak noktaları epeyce mevcut. İkisi de Hamburglu, gurbetçi dediğimiz Türk-Alman yönetmenler. Filme baktığımızda da Fatih Akın'ın en sevdiğim filmlerinden olan Kısa ve Acısız'a benzeyen birçok yönü de gözden kaçmıyor, yiine müziklere gösterilen ilgi ve alaka da aynı şekilde... Fatih Akın'ın favorilerinden meşhur Alaman oyuncu Moritz Bleibtreu'nun uyuşturucu baronu rolünde görmek de filmin artılarından.
Kenar mahallede sıfırdan imparator olma sevdasıyla uyuşturucu işine hızlı giriş yapan Chiko (İsa) ve kankası Tibet ile Curly'nin arkadaşlıkları merkezli anlatan bir dibe vurma hikayesi.
Hiç de fena olmayan hatta başarılı bir ilk film, özellikle başrolde Arda Turan'a benzerliğiyle dikkat çeken, Chiko yani İsa'yı canlandıran Dennis Moschitto ve kankardeşi Tibet rolünde Volkan Özcan çok başarılı, son sahnesi de ayrı bir güzel ve iç burkan cinsten...
Cat on a Hot Tin Roof
Bizdeki pek bilinen ismile !Kızgın Damdaki Kedi'.
Tennessee Williams'ın oyunundan Richard Brooks'un beyazperdeye aktardığı, mükemmel oyuncu ve oyunculukların filmi alıp götürdüğü başarılı bir klasik. Mekan açısından tek mekanda vuku bulmasına rağmen zerre sıkıcı olmayan, diyalogları ve akılda kalıcı replikleriyle fazlasıyla etkileyici bir film. Başrolde hastası olduğum Paul Newman ve Elizabeth Taylor oyunculuk dersi verircesine filmi film yapan unsurların başında geliyor keza Big Daddy rolünde Burl Ives hemen hemen her konuşmasında izleyenlere birşeyler çıkarmasını sağlayan çok başarılı oyuncular.
Riya, ikiyüzlülük, kendinden nefret etme hali ve alkolizmin bir bünyede buluşturduğu Brick Pollitt karakteri ise Paul Newman'ın herzamanki usta işi yorumuyla akıllara kazınıyor. Çıkarlara, aileye, para ve sevgi ikilemine, baba-oğul ilişkisinin temellerine, ölüme ve birçok kafa yorulası mevzuya dair pek dillendirilen ifadeyle bir başyapıt...
Caro Diario
Nanni Moretti'nin biyografik denilebilecek, yönetip-başrolde oynadığı filmdir.
Vespa üzerinde İtalya sokaklarında püfür püfür gezen vatandaşın fenomenvari hareketleriyle başlar, üç bölüme ayrılmış olan filmin ilk bölümü; vespa'mın üzerinde, ikincisi; Adalar, üçüncü bölüm ise doktorlar.
Vespa üzerinde gezerken çalan enfes şarkılar, Pasolini usta ve mezarına yapılan yolculuk ve saygı duruşu, pastanede televizyonda çıkan ve moretti'nin dükkanın ortasında mambo yapışı, adalarda futbol sahasında deli gibi futbol topunu havaya dikip peşinden koşturuşu, insanı ekran başına çivileyen birbirinden güzel manzaraları, vapurları ve hayat aşkıyla izlenmesi farz diye fetva verilmesi gerektiğini düşündüğüm film...
Özellikle klasikler açısından eksikleri kapatmaya özen gösterirken bir yandan da son dönem kaçırdığım ya da sinemaya gitmeye değer görmediğim filmlere daldık bu aralar.
Wanted
Mark Millar'ın pek bilinmeyen daha doğrusu diğerleri kadar popüler olmayan çizgiromanı Wanted'in beyazperdeye uyarlanmış, aksiyon filmi nasıl olur'un cevabı niteliğinde.
Bu tarz filmleri çok sevmesem de kendi tarzını ortaya koyan orjinal işler olunca izlemeden olmuyor.
Yönetmen koltuğunda hacı sakallarıyla Timur Bekmambetov Day Watch ve Night Watch filmlerinin ardından kendisine teslim edilen proje için biçilmiş kaftan.
Öncelikle sağda solda yapılan yorumlara bakıyorum yok efendim kurşunlar falso alırmıymış falan filan. Bir kere bu çizgiroman uyarlaması en başta, bilindik tarzda olmasa da süper kahraman filmi. Yani süpermanin uçması ne kadar mantıklıysa ki zaten fantastik alemden, çizgiromandan bahsediyoruz bu arkadaşların kurşunları, hal ve hareketleri de o kadar normal.
Wanted çizgiroman olarak ve başkahramanına baktığımızda Örümcek Adam'a daha çok benziyor, hatta Wesley Gibson karakteri çok daha hayatın içinden-kaybeden bir karakter. Bu açıdan filmi daha da izlenirliğini arttırıyor. Aksiyon sahneleri gayet başarılı, Angelina abla haddinden fazla çekici, Morgan Freeman zaten aynı çizgide, başroldeki sıradan vatandaş konumunda seçilen James McAvoy ise çok başarılı, karakterin gelişimini, kaybeden loser halini izleyenlere rahatça geçiriyor.
Wanted güzel bir uyarlama olmuş lakin diğer çizgiroman uyarlamaları gibi çizgiromanı elimize alıp okumak ardından filmi izlemek çok daha keyifli olacaktır keza filmde mutlaka kullanılmayan birçok olay, karakterler, hede'ler çizgiromanlarda olmakta, her sayfayı çevirişte o kağıt kokusuyla insanı kendinden geçirmekte efenim... Özellikle Frank Miller'ın muhteşem çizgileriyle Sin City serisi kitapları hararetle tavsiye edilenzi...
Chiko
Türk işi Scarface olarak lanse edilmiş, Berlin'de tanıtılıp Altın Ayı kovalamıştı geçtiğimiz yıl.
Yapımcı koltuğunda ve verdiği destekle Fatih Akın'ın bu filmin arkasında olup afişlerde Fatih Akın sunar yazması bile büyük artıdır yönetmen Özgür Yıldırım ve ilk filmi için.
Yönetmenin Fatih Akın ile ortak noktaları epeyce mevcut. İkisi de Hamburglu, gurbetçi dediğimiz Türk-Alman yönetmenler. Filme baktığımızda da Fatih Akın'ın en sevdiğim filmlerinden olan Kısa ve Acısız'a benzeyen birçok yönü de gözden kaçmıyor, yiine müziklere gösterilen ilgi ve alaka da aynı şekilde... Fatih Akın'ın favorilerinden meşhur Alaman oyuncu Moritz Bleibtreu'nun uyuşturucu baronu rolünde görmek de filmin artılarından.
Kenar mahallede sıfırdan imparator olma sevdasıyla uyuşturucu işine hızlı giriş yapan Chiko (İsa) ve kankası Tibet ile Curly'nin arkadaşlıkları merkezli anlatan bir dibe vurma hikayesi.
Hiç de fena olmayan hatta başarılı bir ilk film, özellikle başrolde Arda Turan'a benzerliğiyle dikkat çeken, Chiko yani İsa'yı canlandıran Dennis Moschitto ve kankardeşi Tibet rolünde Volkan Özcan çok başarılı, son sahnesi de ayrı bir güzel ve iç burkan cinsten...
Cat on a Hot Tin Roof
Bizdeki pek bilinen ismile !Kızgın Damdaki Kedi'.
Tennessee Williams'ın oyunundan Richard Brooks'un beyazperdeye aktardığı, mükemmel oyuncu ve oyunculukların filmi alıp götürdüğü başarılı bir klasik. Mekan açısından tek mekanda vuku bulmasına rağmen zerre sıkıcı olmayan, diyalogları ve akılda kalıcı replikleriyle fazlasıyla etkileyici bir film. Başrolde hastası olduğum Paul Newman ve Elizabeth Taylor oyunculuk dersi verircesine filmi film yapan unsurların başında geliyor keza Big Daddy rolünde Burl Ives hemen hemen her konuşmasında izleyenlere birşeyler çıkarmasını sağlayan çok başarılı oyuncular.
Riya, ikiyüzlülük, kendinden nefret etme hali ve alkolizmin bir bünyede buluşturduğu Brick Pollitt karakteri ise Paul Newman'ın herzamanki usta işi yorumuyla akıllara kazınıyor. Çıkarlara, aileye, para ve sevgi ikilemine, baba-oğul ilişkisinin temellerine, ölüme ve birçok kafa yorulası mevzuya dair pek dillendirilen ifadeyle bir başyapıt...
Caro Diario
Nanni Moretti'nin biyografik denilebilecek, yönetip-başrolde oynadığı filmdir.
Vespa üzerinde İtalya sokaklarında püfür püfür gezen vatandaşın fenomenvari hareketleriyle başlar, üç bölüme ayrılmış olan filmin ilk bölümü; vespa'mın üzerinde, ikincisi; Adalar, üçüncü bölüm ise doktorlar.
Vespa üzerinde gezerken çalan enfes şarkılar, Pasolini usta ve mezarına yapılan yolculuk ve saygı duruşu, pastanede televizyonda çıkan ve moretti'nin dükkanın ortasında mambo yapışı, adalarda futbol sahasında deli gibi futbol topunu havaya dikip peşinden koşturuşu, insanı ekran başına çivileyen birbirinden güzel manzaraları, vapurları ve hayat aşkıyla izlenmesi farz diye fetva verilmesi gerektiğini düşündüğüm film...
Bir Fotoğraf
24 Aralık 2008 Çarşamba
VHS ve Eski Günlere Veda
Ajanslara bir efsanenin bitişi düşüverdi bugün.
Bize eski güzel günleri hatırlatan en güzel örneklerden Vhs kasetler tarihe karıştı, gitti birçokları gibi.
Halbuki çok yakındaymış gibi hatırlıyorum mahalle aralarındaki video kaset dükkanlarını, Vhs mi Beta mı sorularını...
Bizde Sony'nin geliştirdiğiBeta (Betamax) vardı, Toshibanın piyasaya sürüp betayı tarihe gömen Vhs ise daha çok bulunurdu sağda solda, kasetleri de... bilumum Türk filmlerini, Freddy gibi fenomen korku filmlerini video kasetlerle tanımıştık vesselam.
Kemal Sunal filmlerinin ilerde binlerce kez gösterileceğinden bir haber şekilde nerdeyse hergün Kapıcılar Kralı, Orta Direk Şaban, hala izlemeye doyamadığım Düttürü Dünya ve Kiracı gibi bence rahmetlinin kendini en güzel ifade ettiği dram türü filmleri defalarca izler izler dururduk.
80ler denince ilk akla gelenlerden şahsım için, hızla ilerleyen teknolojinin ardından 90'larda yavaş yavaş tozlu raflarda ya da çöplerde kendini bulmuş, Amerikalı DVA firmasının duyurusuyla da tarih sayfalarında yerini bulmuştur.
beta
Vhs ya da o günleri anmada tabi sürekli komşularla, aile bireyleriyle, akrabalarla içiçe oturulması, salonun ortasında kurulu sobanın üstünde pişen kestaneler, şimdi saçma gelen oyunlar, hikayeler, en önemlisi de modern şehir insanınınköşesine çekilen, birbirine yabancı şu anki durumuna öfke olsa gerek maziyi aratan.
Grişte yazdığım Vhs, betamaax ve Toshiba-Sony çekişmesinin bir benzerini de son 1-2 yıl içinde yaşadık, bunun galibi ise bu sefer Sony oldu.
Toshiba'nın Hd-Dvd ve Sony'nin Blueray'i kapışırken, Sony sağlam tanıtım ve Play Station 3'ün blueray çalıştırması gibi kurnazlıklarla optik video format savaşını kazandı, ülemizde de blueray filmler satışa sunuldu, lakin işin sonu geçmişteki gibi olacak, teknoloji alayını bir kalemde silip atacak orası kesin.
Bize eski güzel günleri hatırlatan en güzel örneklerden Vhs kasetler tarihe karıştı, gitti birçokları gibi.
Halbuki çok yakındaymış gibi hatırlıyorum mahalle aralarındaki video kaset dükkanlarını, Vhs mi Beta mı sorularını...
Bizde Sony'nin geliştirdiğiBeta (Betamax) vardı, Toshibanın piyasaya sürüp betayı tarihe gömen Vhs ise daha çok bulunurdu sağda solda, kasetleri de... bilumum Türk filmlerini, Freddy gibi fenomen korku filmlerini video kasetlerle tanımıştık vesselam.
Kemal Sunal filmlerinin ilerde binlerce kez gösterileceğinden bir haber şekilde nerdeyse hergün Kapıcılar Kralı, Orta Direk Şaban, hala izlemeye doyamadığım Düttürü Dünya ve Kiracı gibi bence rahmetlinin kendini en güzel ifade ettiği dram türü filmleri defalarca izler izler dururduk.
80ler denince ilk akla gelenlerden şahsım için, hızla ilerleyen teknolojinin ardından 90'larda yavaş yavaş tozlu raflarda ya da çöplerde kendini bulmuş, Amerikalı DVA firmasının duyurusuyla da tarih sayfalarında yerini bulmuştur.
beta
Vhs ya da o günleri anmada tabi sürekli komşularla, aile bireyleriyle, akrabalarla içiçe oturulması, salonun ortasında kurulu sobanın üstünde pişen kestaneler, şimdi saçma gelen oyunlar, hikayeler, en önemlisi de modern şehir insanınınköşesine çekilen, birbirine yabancı şu anki durumuna öfke olsa gerek maziyi aratan.
Grişte yazdığım Vhs, betamaax ve Toshiba-Sony çekişmesinin bir benzerini de son 1-2 yıl içinde yaşadık, bunun galibi ise bu sefer Sony oldu.
Toshiba'nın Hd-Dvd ve Sony'nin Blueray'i kapışırken, Sony sağlam tanıtım ve Play Station 3'ün blueray çalıştırması gibi kurnazlıklarla optik video format savaşını kazandı, ülemizde de blueray filmler satışa sunuldu, lakin işin sonu geçmişteki gibi olacak, teknoloji alayını bir kalemde silip atacak orası kesin.
23 Aralık 2008 Salı
Sonbahar, Bisiklet Hırsızları ve Diğerleri
"Sabırsız zamanın güzel çocuklarına..."
Genç yönetmen Özcan Alper'in ilk filmi olan Sonbahar, F tipi cezaevi sistemini protesto etmek için ölüm orucuna katılan Yusuf'un ciğerleri iflas ettikten sonra hapisten çıkıp memleketine döndüğünde yaşadıklarını anlatırken, hayatının son demlerini geçiren Yusuf'un iç dünyasını Karadeniz'in dalgalarında resmediyor.
Kısaca filmin hikayesi bu lakin filmin başrolünde bir isim değil Karadeniz var, yönetmenin ilk filmi olarak şahane bir iş çıkarmış, karakterin yalnızlığı ve Karadeniz'in o yalnızlığı, el değmemişliğiyle harika bütünleşmiş. Çok kolayca suistimal edilebilecek bir hikayeyi hiç ayak oyunlarına girmeden bu kadar güzel katarılması Türk sineması adına sevindirici. Hem trajik olması hem de politik bir alt metine sahip oluşuyla kimi popüler ellerde salya sümük ağlatacak, kitleleri mendil içinde yüzdürecek samimi olmayan bir film rahatlıkla çıkardı bu çok açık.
Özcan Alper'in yaklaşımıyla, hikaye anlatışı ve yalnız karakterleriyle tarzı Zeki Demirkubuz'a epeyce benziyor. İkisi de edebiyattan bolca beslenen yönetmenler, umarım devamı gelir, ben de salonda tek başıma mis gibi yine izlerim bu arkadaşın filmlerini.
Sonbahar'ın akılda kalan birçok sahnesi ve saygı duruşu babında sekanslar mevcut. İskelede kırmızı yağmurluğuyla aşık olduğu Gürcü kızı Eka ile denize karşı durukları sahne Requiem for a Dream gibi birçok filme gönderme babında sanki. Ülkemizin o inanılmaz bakış açısına da filmdeki çok az diyalogdan birinde rastlamak mümkün, Eka ile Yusuf'un ilk karşılaştıkları yer olan kitapçıdan bir Rus romanı alarak çıkan Eka'nın ardından kitapçının sahibinin "Adamlarının orospuları bile kültürlü arkadaş" sözleri çok şey anlatıyor aslında.
Filmde politik mevzulara çok az değiniliyor, F tipi olayları, açlık grevleri ve Hayata Dönüş olsada adı bir kıyıma dönüşen olaylar yeterince akla geliyor zaten.
Sonbahar'ın aslında hiçbir olayı bile olmasa Karadeniz'in eşsiz güzelliğine bile gidilir dediğim film oldu lakin tüm haliyle, duruluğuyla, abartısız başarılı oyunculukları, imkansız aşka değinişi, iç burkan öyküsü, muhteşem müzikleri ve filmin muhteşem son sahnesi bile izlemek için yeterli.
Tabi bu dediklerim ortalama sinema seyircisi olarak kendini kabul eden, her filmde birilerinin ölüp dirilmesini, her sahnede ekşın bekleyenleri kapsamıyor.
Adım adım ölüme giden, yaptıklarından pişman olmayan karakterin deniz kenarında gün bayarken buluştuğu abi tadındaki arkadaş da KAradenizli ve 68 kuşağının önderlerinden Cihan Alptekin ki o sahne de şahane, iki nesli birarada yitip gidenlerin ardından izlemek çok keyifli.
Zekice kotarılmış, yürek burkan finaliyle de her daim hikaye anlatıp aceleye getirlen ya da izleyiciye dönük bir hareket yapılması için heba edilen onlarca filmin ardından Sonbahar kutupta yaz gibi geldi...
Bisklet Hırsızları
Yıllarca bekleyişin ardından ülkemizde dvdsi raflara yerleşmiş, İtalyan sinemasının yeni düzen akımlarına ilham veren, İkinci DÜnya Savaşı sonrası İtalyasını tüm çıplaklığıyla gösteren, müzikleriyle, atmosferiyle, inanılmaz etkileyici hikayesi ve baba-oğul temelinde yaşananlarıyla sinema dünyasının ilk 100'ünde görüldüğünde şaşırılmayacak, hep hatırlanacak filmlerden.
Çaresiz likten ev eşyalarını satan insanlar, soluğu falcılarda alan evin kadınları, sokakalrda sürekli iş arayan adamlar ve çocuklar... Babanın dayak yiyip oğlu Bruno'un onun elinden tutup yürüdükleri ve filmin sonunu da getiren sahne yumruk gibi oturur insanın boğazına, hasta eder.
the others
Sonbahar öncesi sinemada izleyebildiğim Dünyanın Durduğu Gün adlı film oldu.
Buz adam kıvamında her daim tepkisizliğiyle aşina olduğumuz Keanu Reeves'in başrolde olduğu film çok eski bir Amerikan yapımının tekrar çevrimi ki orjinal senaryolar üretemeyen Hollywood'un son dönemde sıkça başvurduğu bir yöntem bu.
İlk uyarlamanın pek yanına yaklaşamayan, Armegeddon ve Dünyalar Savaşı gibi türün diğer filmlerinin bir harmanı tadında bir film olmuş, daha fazlası değil...
Je T'aime Paris
Amelie'nin yapımcısı ve yirmi usta yönetmenden ortak muhteşem bir proje, harika bir Paris filmi. Coen Biraderler, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron, Gus VAn Sant, Wes Craven gibi birçok büyük ustanın kısa filmlerinin, kendi zihinlerindeki Paris'in ardarda görüntülerinden oluşan gerçekten tavsiye edilesi, bunun İStanbul versiyonu neden olmaz dedirten pek güzel bir film.
Time of the Wolf
Kurdun Günü olarak bizde gösterilen, Haneke ustanın alışılageldik şekilde minimalist filmlerinin belki de en ağır olanı, izlemesi zor olanı denebilir.
Filmin çoğunda sadece olaylara kamera tutulur, diyalog yoktur. Kapitalist düzende kısır bir dünyada, kriz olursa ki günümüze ne kadar da benziyo, insanların temel ihtiyaçları karaborsa durumuna gelirse neler olur'un resmini çizmiş yönetmen. Küreselleşme ve kapitalizmin bireyselliği ön plana çıkaran, benmerkezci yapısı, kültürleri silip tek tip yığınlar oluşturan düzenin bu tarz bir olayda nasıl da insanları vahşileştirdiği, yalnızlaştırdığı çok güzel anlatılmış lakin minimalist filmlere alışkın bünyeler bile zaman zaman sıkılıyor, izlemesi zor bir film o açık...
Genç yönetmen Özcan Alper'in ilk filmi olan Sonbahar, F tipi cezaevi sistemini protesto etmek için ölüm orucuna katılan Yusuf'un ciğerleri iflas ettikten sonra hapisten çıkıp memleketine döndüğünde yaşadıklarını anlatırken, hayatının son demlerini geçiren Yusuf'un iç dünyasını Karadeniz'in dalgalarında resmediyor.
Kısaca filmin hikayesi bu lakin filmin başrolünde bir isim değil Karadeniz var, yönetmenin ilk filmi olarak şahane bir iş çıkarmış, karakterin yalnızlığı ve Karadeniz'in o yalnızlığı, el değmemişliğiyle harika bütünleşmiş. Çok kolayca suistimal edilebilecek bir hikayeyi hiç ayak oyunlarına girmeden bu kadar güzel katarılması Türk sineması adına sevindirici. Hem trajik olması hem de politik bir alt metine sahip oluşuyla kimi popüler ellerde salya sümük ağlatacak, kitleleri mendil içinde yüzdürecek samimi olmayan bir film rahatlıkla çıkardı bu çok açık.
Özcan Alper'in yaklaşımıyla, hikaye anlatışı ve yalnız karakterleriyle tarzı Zeki Demirkubuz'a epeyce benziyor. İkisi de edebiyattan bolca beslenen yönetmenler, umarım devamı gelir, ben de salonda tek başıma mis gibi yine izlerim bu arkadaşın filmlerini.
Sonbahar'ın akılda kalan birçok sahnesi ve saygı duruşu babında sekanslar mevcut. İskelede kırmızı yağmurluğuyla aşık olduğu Gürcü kızı Eka ile denize karşı durukları sahne Requiem for a Dream gibi birçok filme gönderme babında sanki. Ülkemizin o inanılmaz bakış açısına da filmdeki çok az diyalogdan birinde rastlamak mümkün, Eka ile Yusuf'un ilk karşılaştıkları yer olan kitapçıdan bir Rus romanı alarak çıkan Eka'nın ardından kitapçının sahibinin "Adamlarının orospuları bile kültürlü arkadaş" sözleri çok şey anlatıyor aslında.
Filmde politik mevzulara çok az değiniliyor, F tipi olayları, açlık grevleri ve Hayata Dönüş olsada adı bir kıyıma dönüşen olaylar yeterince akla geliyor zaten.
Sonbahar'ın aslında hiçbir olayı bile olmasa Karadeniz'in eşsiz güzelliğine bile gidilir dediğim film oldu lakin tüm haliyle, duruluğuyla, abartısız başarılı oyunculukları, imkansız aşka değinişi, iç burkan öyküsü, muhteşem müzikleri ve filmin muhteşem son sahnesi bile izlemek için yeterli.
Tabi bu dediklerim ortalama sinema seyircisi olarak kendini kabul eden, her filmde birilerinin ölüp dirilmesini, her sahnede ekşın bekleyenleri kapsamıyor.
Adım adım ölüme giden, yaptıklarından pişman olmayan karakterin deniz kenarında gün bayarken buluştuğu abi tadındaki arkadaş da KAradenizli ve 68 kuşağının önderlerinden Cihan Alptekin ki o sahne de şahane, iki nesli birarada yitip gidenlerin ardından izlemek çok keyifli.
Zekice kotarılmış, yürek burkan finaliyle de her daim hikaye anlatıp aceleye getirlen ya da izleyiciye dönük bir hareket yapılması için heba edilen onlarca filmin ardından Sonbahar kutupta yaz gibi geldi...
Bisklet Hırsızları
Yıllarca bekleyişin ardından ülkemizde dvdsi raflara yerleşmiş, İtalyan sinemasının yeni düzen akımlarına ilham veren, İkinci DÜnya Savaşı sonrası İtalyasını tüm çıplaklığıyla gösteren, müzikleriyle, atmosferiyle, inanılmaz etkileyici hikayesi ve baba-oğul temelinde yaşananlarıyla sinema dünyasının ilk 100'ünde görüldüğünde şaşırılmayacak, hep hatırlanacak filmlerden.
Çaresiz likten ev eşyalarını satan insanlar, soluğu falcılarda alan evin kadınları, sokakalrda sürekli iş arayan adamlar ve çocuklar... Babanın dayak yiyip oğlu Bruno'un onun elinden tutup yürüdükleri ve filmin sonunu da getiren sahne yumruk gibi oturur insanın boğazına, hasta eder.
the others
Sonbahar öncesi sinemada izleyebildiğim Dünyanın Durduğu Gün adlı film oldu.
Buz adam kıvamında her daim tepkisizliğiyle aşina olduğumuz Keanu Reeves'in başrolde olduğu film çok eski bir Amerikan yapımının tekrar çevrimi ki orjinal senaryolar üretemeyen Hollywood'un son dönemde sıkça başvurduğu bir yöntem bu.
İlk uyarlamanın pek yanına yaklaşamayan, Armegeddon ve Dünyalar Savaşı gibi türün diğer filmlerinin bir harmanı tadında bir film olmuş, daha fazlası değil...
Je T'aime Paris
Amelie'nin yapımcısı ve yirmi usta yönetmenden ortak muhteşem bir proje, harika bir Paris filmi. Coen Biraderler, Tom Tykwer, Alfonso Cuaron, Gus VAn Sant, Wes Craven gibi birçok büyük ustanın kısa filmlerinin, kendi zihinlerindeki Paris'in ardarda görüntülerinden oluşan gerçekten tavsiye edilesi, bunun İStanbul versiyonu neden olmaz dedirten pek güzel bir film.
Time of the Wolf
Kurdun Günü olarak bizde gösterilen, Haneke ustanın alışılageldik şekilde minimalist filmlerinin belki de en ağır olanı, izlemesi zor olanı denebilir.
Filmin çoğunda sadece olaylara kamera tutulur, diyalog yoktur. Kapitalist düzende kısır bir dünyada, kriz olursa ki günümüze ne kadar da benziyo, insanların temel ihtiyaçları karaborsa durumuna gelirse neler olur'un resmini çizmiş yönetmen. Küreselleşme ve kapitalizmin bireyselliği ön plana çıkaran, benmerkezci yapısı, kültürleri silip tek tip yığınlar oluşturan düzenin bu tarz bir olayda nasıl da insanları vahşileştirdiği, yalnızlaştırdığı çok güzel anlatılmış lakin minimalist filmlere alışkın bünyeler bile zaman zaman sıkılıyor, izlemesi zor bir film o açık...
20 Aralık 2008 Cumartesi
Türkiye Brezilya Olur mu?
Ülke genelinde yakın zamanda Türkiye Malezya olur mu gibi gudik tartışmalar yapılmıştı, Terim'in benzetmesi de ona benzemiş...
Geçtiğimiz hafta Fatih Terim'İn basın toplantısında Türkiye mevcut potansiyeliyle Brezilya olabilir tadında bir açıklama yapmıştı, çok yankı bulmasa da bazı çevrelerce konuşuldu tartışıldı.
Bu kadar büyük potansiyel var madem elinde nasıl kullandın, naptın demezler mi adama.
Yıllardır kanat oyuncusu ve ön libero yetiştirememişsin, diğer sporlarda olduğu gibi kolaya kaçıp devşirme sporcu yoluna gitmişsin. Herşeye rağmen birde bu milli takımı kurtaran bence Almanyada yetişmiş gurbetçi sporcuların da varlığıdır, o disiplinle adamların yetiştirdiği topçuları alma şansın var ki onları bile elinden kaçırıyorsun.
Bu kadar büyük ekonomisi olan bir endüstri olan futbolda hala okullarda yönlendirmeyle sporcu kazandırmaya dair çalışmalar yok. Spor Akademileri hele profesyonel spor yapanlar için okumak imkansız, devam zorunluluğu var-dersler zor falan filan. Hem spor yapıp hem okumak ise liseden başlayarak, öss illeti nedeniyle de çok zor....
Terim'in sarfettiği sözler üzerine futbola dair kelam edenlerden bazı yorumlar şu şekilde;
Türkiye Brezilya mı olur Kosta Rika mı?
Terim’in “Türkiye yeni Brezilya olabilir” açıklaması farklı yankılar buldu: “Aurelio’nun yerine oynayacak futbolcu bulamayan bir ülke nasıl Brezilya olur?” “Türkiye Peru, Şili, Kosta Rika olabilir ama Brezilya...”
LEVENT BIÇAKÇI: PAZAR FARKINA BAKMAK YETERLİ
“Şu anki sistemle Brezilya olmamız mümkün değil. En başta spor algılarımız çok değişik Brezilya ile. Bizim futbola bakışımızla Brezilyalıların futbola bakışı çok farklı. Onlar çok genç yaşta futbola atılıyorlar ve çok genç yaşta pazar buluyorlar. Bizde ise genç futbolcularımızın böyle bir pazarları yok. Alt yapıda yetişen oyuncular takımlarında oynayamazlar, kendilerini geliştirme imkanı bulamazlar ve dolayısıyla bir pazar oluşturamıyorlar.
Bizim en iyi oyuncularımız yurtdışında oynayabiliyor, Nihat, Tuncay, Hamit... Brezilya’dan her yıl gencecik oyuncular Avrupa’nın en üst düzey liglerinde forma şansı buluyor ve dünya çapında birer yıldıza dönüşüyor. 70 milyonluk Türkiye’de şu an 200 bin kişi futbol oynuyor, bu sayıyı en azından 1 milyona, daha sonra 2 milyona çıkarmamız gerekiyor ki futbolcu ihraç edebilelim. 200 milyonluk Brezilya’da kaç kişi futbol oynuyor, bir düşünün.”
MEHMET DEMİRKOL: ALMANYA’YI ÖRNEK ALMALIYIZ
“Terim’in söylediklerini uzun süre önce köşemde yazmıştım. Merhum federasyon başkanı Hasan Doğan’la bu konuyu konuşma şansı bulmuştum ve o da aynı fikirdeydi. Türkiye Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip, kalabalık nüfus Avrupa ölçeğinde fakir de aynı zamanda. Ve Brezilya gibi gençler için futbol bir umut. Doğru altyapı ile her ligde 50-60 Türkiye’de yetişmiş Türk oyuncu var olabilir. Eğer Almanya 3 milyonluk Türk nüfusundan bu kadar fazla futbolcu çıkarabiliyorsa biz de 70 milyondan da doğru altyapı ile Brezilya’nın Avrupa’ya gönderdiği futbolcu kadar genç çıkarmak mümkündür. Zaten UEFA size size neyin nasıl yapacağınızı gösteriyor ama önce öğretmen veya antrenör yetiştirmeniz gerekir sonuca ulaşmak için.”
CEM DİZDAR: MAHİR AYAKLARLA BENZEYEMEYİZ
“Eldeki kurumsallaşmayla Brezilya olmamız imkansız. Barış Özbek olayı var gündemde. Bu meselelerle herhalde batıda teknik direktörler veya yardımcı antrenörler ilgilenmez, başka birimler veya organizasyonlar bu tür sorunları çözer.
Türkiye’de teknik oyuncular vardır, ayağına mahir oyuncular vardır diyebiliriz ancak bu tür oyuncuların öğrenme kapasitelerini ölçecek bir birim var mı? Bu metotlara sahip miyiz? Ümit milli oyuncular önce büyük takımlar tarafından kapışılır, sonra diğer takımlara dağılırlar ve harcanırlar. Milli takım kurarken Aurelio’nun yerine orta sahada oynayacak adam bulamıyorsak, sınırlı sayıda sağ bek ve sol bek çıkarabiliyorsak, ciddi bir kaleci sorunumuz varsa, her kaleci akıl almaz hatalar yapıyorsa... Bu sistemle ve verilerle Brezilya olmamız mümkün mü?
Ayrıca bizim ülkemizde herhangi bir takımda psikologlar veya uzmanlar olduğunu bilmiyoruz. Arda yere yığılıp kalıyor, ruhsal sorunları olduğu ortaya çıkıyor. İngiltere’de veya Almanya’da bu işin bilimsel uzmanları kulüpler ya da takımlarda görev alırlar, oyunculara destek verirler. Türkiye’de Arda profesyonel bir yardım alma imkanına sahip değil.
Türkiye, Peru, Şili veya Kosta Rika olabilir ama Brezilya olamaz. Brezilya’nın futbol iklimi veya mantalitesine sahip değiliz.”
HAKAN ÜNSAL: ÜST TARAF REZİL, ALTTAN NE BEKLİYORUZ?
“Brezilya’da futbol bir hayat... Biz sadece futbolu izlemeyi seviyoruz, futbol orada bir yaşam biçimi. Brezilya’da aileler en çok çocuklarının futbolcu olmasını isterler, ki ülkede çocuklar sabahtan akşama kadar futbol oynuyor. Bizim yaşam biçimimiz böyle değil.
Bizim ülkemizde altyapıdan üst düzey yetenekli oyuncumuz yetişmiyor. Şöyle düşünelim, Brezilya’dan her yıl kaç tane yıldız çıkıyor? Sadece Brezilya da değil, Arjantin’den sürekli çok yetenekli oyuncular dünya gündemine damga vuruyor. Türkiye’de son on yılda çıkan yetenekli oyuncularımıza bakalım, bir ya da iki tanedir. Arjantin’e veya Brezilya’ya bakıyorsunuz Robinho, Messi veya başka isimler, saymakla bitmez.
Biz en önemlisi altyapı veya mental olarak buna hazır değiliz. Aşağıdan gelen özel yetenekler kendilerine A takımlarda yer bulamaz, üst düzey futbol oynayan gençler ancak kendi çabalarıyla bir yere gelebilir Türkiye’de çünkü sürekli önünde engel çıkarırlar. Normal yetenekli oyunculara da zaten sistem izin vermez.
Brezilya olmamız sosyal-kültürel yaşamla da ilgilidir. Bizde 16 yaşındaki çocuk biraz iyi oynamaya başlarsa basın hemen üzerine çullanır, ‘Süper yıldız’, ‘Müthiş oyuncu’ diye lanse edilir. Bunda basının da suçu yoktur, çünkü başka malzeme yok ellerinde. Böylece çocuğa en büyük kötülük yapılır, olmayan payeler veriyoruz. Türkiye’de nice genç isim vardır, bu şekilde parlatılıp sonra unutulan.
Bir diğer fark, bizde 16-17 yaşındaki futbolcular Brezilya’daki iyi bir oyuncunun aldığı parayı kazanabilir. Çünkü Güney Amerika’dakiler ekonomik olarak zor durumda ve kurtuluşu ancak futbolcu olarak bulabiliyorlar.
En önemlisi de bizim Süper Lig’imize bakalım... Üst taraf rezil, altyapıdan ne bekliyoruz ki?”
MERT AYDIN: BİZDE FUTBOL DEĞİL FANATİZM YAŞAM BİÇİMİ
“Fatih Terim’le Türkiye’deki futbolseverlerin ‘Brezilya olma’ algılayışı arasında fark var. Terim’in kastettiği tıpkı Brezilya tarzı futbol oynayarak, göze hoş gelen futbol ortaya koymak ve Avrupa’da fark yaratmak.
Ancak Brezilya’da futbol bir yaşam biçimi Türkiye’de ise fanatizm bir yaşam biçimi. Türkiye’de futbola olan ilgi yapay ve tutulan takımın başarısına endeksli. Brezilya’da ise bireylerin hepsi hem futbol oynamaktan hem de futbol izlemekten sonsuz zevk alıyor. Onlar kadar yetenekli oyuncu çıkarsak da Brezilya gibi olmamız bu yüzden mümkün değil.”
BANU YELKOVAN: ‘İYİ DENEMEYDİ’ DİYECEK HOCA YOK
“Federasyondaki Ar-Ge departmanında yapılan çalışmalar futbolu daha alt kademelere indirmeyi amaçlıyor. Ta Gündüz Tekin Onay döneminden başlayan hamleler devam ediyor. Ampute milli takımlarının elde ettiği başarılar, diğer amatör branşlardaki çalışmalar bu anlayışın sonucu. Beylerbeyi’ne Fatih Terim’den önce gitmiş olanlar ve Terim’den sonra gitmiş olanlar aradaki farkı anlayacaktır. Yerdeki taşlardan ve bahçedeki bitkilerden tutun çevresindeki her şeyin düzgün olmasını isteyen birisidir Terim, çok detaycı olduğunu düşünüyorum.
Merhum Gündüz Tekin Onay, bir spor okulunun açılışında “Bu ülkede biz yetenekli çocuklara spor yaptıramıyoruz ama bizim hedefimiz yeteneksiz çocuklara da spor yaptırabilmek...” diye konuşmuştu. Bu söz Türkiye’nin tüm gerçeğini özetliyor ve Onay’ın söyledikleri başarıldığında Türkiye Brezilya olur.
Yurtdışında şöyle bir ünümüz var: “Çok yeteneklisiniz ama kaybetmeyi bilmiyorsunuz” Çünkü biz kaybedenin de aynı oranda saygıdeğer olduğunu, ter akıttığını anlayamıyoruz, spor yapmadığımız için kaybedene saygı duymuyoruz. Kaybedene saygı duyduğumuz gün ve yeteneksize de spor yaptırtabildiğimiz gün olumsuz bir dönem kapanacaktır.
Fatih Terim’in kişiliğini sevmeyebiliriz, buna hepimizin hakkı var ancak ortadaki projeleri de yok sayamayız. Milli takımı pazarlık konusu yapmamasını da destekliyorum. Oraya birçok mektup geliyor, mesela ‘Ümit Milli takımda oynamazmış, direkt A Milli takımda oynarmış’. Fatih Terim incelik gösterip bu tür şeyleri açıklamıyor ancak milli takımın pazarlık konusu yapılamayacağını düşünemiyorum.
Altyapılarda dikkat çekici bir başka nokta da şu: Yabancı koçlar çocuk bir hareketi yapamadığında ‘iyi denemeydi’ der, bizde aynı durumda hoca küfreder veya hakaret eder çocuğa. Bu tabloda kimse bizim çocuklardan başarı bekleyebilir mi?”
Geçtiğimiz hafta Fatih Terim'İn basın toplantısında Türkiye mevcut potansiyeliyle Brezilya olabilir tadında bir açıklama yapmıştı, çok yankı bulmasa da bazı çevrelerce konuşuldu tartışıldı.
Bu kadar büyük potansiyel var madem elinde nasıl kullandın, naptın demezler mi adama.
Yıllardır kanat oyuncusu ve ön libero yetiştirememişsin, diğer sporlarda olduğu gibi kolaya kaçıp devşirme sporcu yoluna gitmişsin. Herşeye rağmen birde bu milli takımı kurtaran bence Almanyada yetişmiş gurbetçi sporcuların da varlığıdır, o disiplinle adamların yetiştirdiği topçuları alma şansın var ki onları bile elinden kaçırıyorsun.
Bu kadar büyük ekonomisi olan bir endüstri olan futbolda hala okullarda yönlendirmeyle sporcu kazandırmaya dair çalışmalar yok. Spor Akademileri hele profesyonel spor yapanlar için okumak imkansız, devam zorunluluğu var-dersler zor falan filan. Hem spor yapıp hem okumak ise liseden başlayarak, öss illeti nedeniyle de çok zor....
Terim'in sarfettiği sözler üzerine futbola dair kelam edenlerden bazı yorumlar şu şekilde;
Türkiye Brezilya mı olur Kosta Rika mı?
Terim’in “Türkiye yeni Brezilya olabilir” açıklaması farklı yankılar buldu: “Aurelio’nun yerine oynayacak futbolcu bulamayan bir ülke nasıl Brezilya olur?” “Türkiye Peru, Şili, Kosta Rika olabilir ama Brezilya...”
LEVENT BIÇAKÇI: PAZAR FARKINA BAKMAK YETERLİ
“Şu anki sistemle Brezilya olmamız mümkün değil. En başta spor algılarımız çok değişik Brezilya ile. Bizim futbola bakışımızla Brezilyalıların futbola bakışı çok farklı. Onlar çok genç yaşta futbola atılıyorlar ve çok genç yaşta pazar buluyorlar. Bizde ise genç futbolcularımızın böyle bir pazarları yok. Alt yapıda yetişen oyuncular takımlarında oynayamazlar, kendilerini geliştirme imkanı bulamazlar ve dolayısıyla bir pazar oluşturamıyorlar.
Bizim en iyi oyuncularımız yurtdışında oynayabiliyor, Nihat, Tuncay, Hamit... Brezilya’dan her yıl gencecik oyuncular Avrupa’nın en üst düzey liglerinde forma şansı buluyor ve dünya çapında birer yıldıza dönüşüyor. 70 milyonluk Türkiye’de şu an 200 bin kişi futbol oynuyor, bu sayıyı en azından 1 milyona, daha sonra 2 milyona çıkarmamız gerekiyor ki futbolcu ihraç edebilelim. 200 milyonluk Brezilya’da kaç kişi futbol oynuyor, bir düşünün.”
MEHMET DEMİRKOL: ALMANYA’YI ÖRNEK ALMALIYIZ
“Terim’in söylediklerini uzun süre önce köşemde yazmıştım. Merhum federasyon başkanı Hasan Doğan’la bu konuyu konuşma şansı bulmuştum ve o da aynı fikirdeydi. Türkiye Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip, kalabalık nüfus Avrupa ölçeğinde fakir de aynı zamanda. Ve Brezilya gibi gençler için futbol bir umut. Doğru altyapı ile her ligde 50-60 Türkiye’de yetişmiş Türk oyuncu var olabilir. Eğer Almanya 3 milyonluk Türk nüfusundan bu kadar fazla futbolcu çıkarabiliyorsa biz de 70 milyondan da doğru altyapı ile Brezilya’nın Avrupa’ya gönderdiği futbolcu kadar genç çıkarmak mümkündür. Zaten UEFA size size neyin nasıl yapacağınızı gösteriyor ama önce öğretmen veya antrenör yetiştirmeniz gerekir sonuca ulaşmak için.”
CEM DİZDAR: MAHİR AYAKLARLA BENZEYEMEYİZ
“Eldeki kurumsallaşmayla Brezilya olmamız imkansız. Barış Özbek olayı var gündemde. Bu meselelerle herhalde batıda teknik direktörler veya yardımcı antrenörler ilgilenmez, başka birimler veya organizasyonlar bu tür sorunları çözer.
Türkiye’de teknik oyuncular vardır, ayağına mahir oyuncular vardır diyebiliriz ancak bu tür oyuncuların öğrenme kapasitelerini ölçecek bir birim var mı? Bu metotlara sahip miyiz? Ümit milli oyuncular önce büyük takımlar tarafından kapışılır, sonra diğer takımlara dağılırlar ve harcanırlar. Milli takım kurarken Aurelio’nun yerine orta sahada oynayacak adam bulamıyorsak, sınırlı sayıda sağ bek ve sol bek çıkarabiliyorsak, ciddi bir kaleci sorunumuz varsa, her kaleci akıl almaz hatalar yapıyorsa... Bu sistemle ve verilerle Brezilya olmamız mümkün mü?
Ayrıca bizim ülkemizde herhangi bir takımda psikologlar veya uzmanlar olduğunu bilmiyoruz. Arda yere yığılıp kalıyor, ruhsal sorunları olduğu ortaya çıkıyor. İngiltere’de veya Almanya’da bu işin bilimsel uzmanları kulüpler ya da takımlarda görev alırlar, oyunculara destek verirler. Türkiye’de Arda profesyonel bir yardım alma imkanına sahip değil.
Türkiye, Peru, Şili veya Kosta Rika olabilir ama Brezilya olamaz. Brezilya’nın futbol iklimi veya mantalitesine sahip değiliz.”
HAKAN ÜNSAL: ÜST TARAF REZİL, ALTTAN NE BEKLİYORUZ?
“Brezilya’da futbol bir hayat... Biz sadece futbolu izlemeyi seviyoruz, futbol orada bir yaşam biçimi. Brezilya’da aileler en çok çocuklarının futbolcu olmasını isterler, ki ülkede çocuklar sabahtan akşama kadar futbol oynuyor. Bizim yaşam biçimimiz böyle değil.
Bizim ülkemizde altyapıdan üst düzey yetenekli oyuncumuz yetişmiyor. Şöyle düşünelim, Brezilya’dan her yıl kaç tane yıldız çıkıyor? Sadece Brezilya da değil, Arjantin’den sürekli çok yetenekli oyuncular dünya gündemine damga vuruyor. Türkiye’de son on yılda çıkan yetenekli oyuncularımıza bakalım, bir ya da iki tanedir. Arjantin’e veya Brezilya’ya bakıyorsunuz Robinho, Messi veya başka isimler, saymakla bitmez.
Biz en önemlisi altyapı veya mental olarak buna hazır değiliz. Aşağıdan gelen özel yetenekler kendilerine A takımlarda yer bulamaz, üst düzey futbol oynayan gençler ancak kendi çabalarıyla bir yere gelebilir Türkiye’de çünkü sürekli önünde engel çıkarırlar. Normal yetenekli oyunculara da zaten sistem izin vermez.
Brezilya olmamız sosyal-kültürel yaşamla da ilgilidir. Bizde 16 yaşındaki çocuk biraz iyi oynamaya başlarsa basın hemen üzerine çullanır, ‘Süper yıldız’, ‘Müthiş oyuncu’ diye lanse edilir. Bunda basının da suçu yoktur, çünkü başka malzeme yok ellerinde. Böylece çocuğa en büyük kötülük yapılır, olmayan payeler veriyoruz. Türkiye’de nice genç isim vardır, bu şekilde parlatılıp sonra unutulan.
Bir diğer fark, bizde 16-17 yaşındaki futbolcular Brezilya’daki iyi bir oyuncunun aldığı parayı kazanabilir. Çünkü Güney Amerika’dakiler ekonomik olarak zor durumda ve kurtuluşu ancak futbolcu olarak bulabiliyorlar.
En önemlisi de bizim Süper Lig’imize bakalım... Üst taraf rezil, altyapıdan ne bekliyoruz ki?”
MERT AYDIN: BİZDE FUTBOL DEĞİL FANATİZM YAŞAM BİÇİMİ
“Fatih Terim’le Türkiye’deki futbolseverlerin ‘Brezilya olma’ algılayışı arasında fark var. Terim’in kastettiği tıpkı Brezilya tarzı futbol oynayarak, göze hoş gelen futbol ortaya koymak ve Avrupa’da fark yaratmak.
Ancak Brezilya’da futbol bir yaşam biçimi Türkiye’de ise fanatizm bir yaşam biçimi. Türkiye’de futbola olan ilgi yapay ve tutulan takımın başarısına endeksli. Brezilya’da ise bireylerin hepsi hem futbol oynamaktan hem de futbol izlemekten sonsuz zevk alıyor. Onlar kadar yetenekli oyuncu çıkarsak da Brezilya gibi olmamız bu yüzden mümkün değil.”
BANU YELKOVAN: ‘İYİ DENEMEYDİ’ DİYECEK HOCA YOK
“Federasyondaki Ar-Ge departmanında yapılan çalışmalar futbolu daha alt kademelere indirmeyi amaçlıyor. Ta Gündüz Tekin Onay döneminden başlayan hamleler devam ediyor. Ampute milli takımlarının elde ettiği başarılar, diğer amatör branşlardaki çalışmalar bu anlayışın sonucu. Beylerbeyi’ne Fatih Terim’den önce gitmiş olanlar ve Terim’den sonra gitmiş olanlar aradaki farkı anlayacaktır. Yerdeki taşlardan ve bahçedeki bitkilerden tutun çevresindeki her şeyin düzgün olmasını isteyen birisidir Terim, çok detaycı olduğunu düşünüyorum.
Merhum Gündüz Tekin Onay, bir spor okulunun açılışında “Bu ülkede biz yetenekli çocuklara spor yaptıramıyoruz ama bizim hedefimiz yeteneksiz çocuklara da spor yaptırabilmek...” diye konuşmuştu. Bu söz Türkiye’nin tüm gerçeğini özetliyor ve Onay’ın söyledikleri başarıldığında Türkiye Brezilya olur.
Yurtdışında şöyle bir ünümüz var: “Çok yeteneklisiniz ama kaybetmeyi bilmiyorsunuz” Çünkü biz kaybedenin de aynı oranda saygıdeğer olduğunu, ter akıttığını anlayamıyoruz, spor yapmadığımız için kaybedene saygı duymuyoruz. Kaybedene saygı duyduğumuz gün ve yeteneksize de spor yaptırtabildiğimiz gün olumsuz bir dönem kapanacaktır.
Fatih Terim’in kişiliğini sevmeyebiliriz, buna hepimizin hakkı var ancak ortadaki projeleri de yok sayamayız. Milli takımı pazarlık konusu yapmamasını da destekliyorum. Oraya birçok mektup geliyor, mesela ‘Ümit Milli takımda oynamazmış, direkt A Milli takımda oynarmış’. Fatih Terim incelik gösterip bu tür şeyleri açıklamıyor ancak milli takımın pazarlık konusu yapılamayacağını düşünemiyorum.
Altyapılarda dikkat çekici bir başka nokta da şu: Yabancı koçlar çocuk bir hareketi yapamadığında ‘iyi denemeydi’ der, bizde aynı durumda hoca küfreder veya hakaret eder çocuğa. Bu tabloda kimse bizim çocuklardan başarı bekleyebilir mi?”
18 Aralık 2008 Perşembe
Son İzlenenler, Falanlar Filanlar
Bir iki hafta boş vakit buldummu yumulduk filmlere günde en kötü 2-3 filmle bazı bazı açılan arayı kapattık, yeri geldi beynimizi zonklattık...
Son günlerde bazı izlenen filmlerden kısa kısa bir özet babında konuşacak olursak;
Ivan's Childhood
7.Sanatın büyük ustası Tarkovski'nin ilk uzun metraj filmi Ivan'ın çocukluğu. Savaşın gölgesinde büyüyen, ailesini savaşa teslim etmiş bir çocuğun hikayesi. Aynı zamanda öyle büyük prodüksyonlarınki gibi bol patlamalı, efektli falan değil anlatılabilcek en duru halde savaşın anlamsızlığına dair söylenmesi gerekenleri söylüyor. Daha açılış sahnesiyle bile kalitesini belli eden, güzel bir film.
Stalker
Yine Tarkovski'den bu kez aşmış, zihin açıcı ya da gebertici bir yumruk Stalker. İz sürücüler, ideal yaşam alanlarına umutla yapılan yolculuklar, yolculuk esnasında sinema tarihine kazınan replikler, felsefenin dibine vuraraktan sanatçı-yönetici ve bilimadamını simgeleyen üç karakter etrafında muhteşem karelerle her bünyeye göre olmayan hakkaten acayip bir film. Ülkemizin son dönem gururu Nuri Bilge Ceylan'ın KOza filmi dahil birçok filminde bu filmden izler bulmak mümkün. Hatta tarzıyla, fotoğraf karesini andıran kareleriyle Nuri Bilge Ceylan'ın Tarkovski'den öykündüğü, fazlasıyla etkilendiği bir gerçek ki bunu kendi söyleşilerinde bizzat söylemiştir.
Suspiria
Eskilere yolculuk babında diğer bir film korku sinemasının ustalarından Dario Argento'nun başyapıtı bir korku klasiği Suspiria. Konuyu okuduğumda bale okulu, Amerikadan Almanyaya gelen bir kız falan pek içime sinmese de film ilerledikçe günümüzde korku filmi diye yutturulmaya çalışılan filmlerin hikaye olduğunu bir kez daha görüyoruz. O nasıl bir tasarımdır, atmosferdir, bu nasıl manyak bir film müziğidir ki Goblins adlı grubun yaptığı müzikler tartışmasız sinema tarihinin en iilerinden. Gece izlenirse etkisi katlanacak, ışık kullanımıyla, kırmızı rengin fonda bolca görünmesiyle, müzikleri ve oyunculuklarıyla gerçek bir korku filmi bir fenomen denebilir.
Filmin sloganı da şu şekilde; "bu filmin son 12 dakikasından daha korkunç bir şey varsa; o da ilk 92 dakikasıdır!"
Traffic
Uzun zaman direnip yeni izleyebildiğim 4 oscar ödüllü Steven Soderbergh filmi.
Oyuncu kadrosu çok başarılı Michael Douglas, C.Zeta-Jones, Don Cheadle, Dennis Quaid ve her filmde hayran bırakan ve bu filmdeki rolüyle en iyi yardımcı oyuncu oscarını kucaklayan Benicio Del Toro ki bu filmi o ve Don Cheadle kotarmış kesinlikle.
Tam 142 dakika boyunca farklı karakterler ve olaylar etrafında dolanna, Meksika-Amerika uyuşturucu mevzusu üzerine kurulmuş, biraz karışık görünse de filmin sonunda çözülen kurgusuyla çok da zor olmayan, ağır işleyen ve bu nedenle ortalama sinema izleyicisinin çabuk sıkılabileceği bir yapıda ama güzel bir film, ne daha az ne de daha fazla.
Michael Clayton
Tony Gilroy'un yönetmenliğini yaptığı, oscar adaylıklarıyla ve konusuyla geçtiğimiz yıl epey konuşulan filmlerden biriydi bizdeki ismiyle Avukat.
Başrolde pek haz etmesem de Syriana'dan beri izlenebilir bulduğum George Clooney yine ona benzer gergin atmosferin altından kalkmış. Oyuncu performansı babında en çok konuşulması gereken filmin en heyecanlı anlarında dev oyunculuğuyla Tom Wilkinson olağanüstü başarılı. Keza yine itici bir karakterle karşımıza çıkan Tilda Swinton ve Sydney Pollack da gayet izlenebilir kılmışlar filmi. Hukuk firmalarının kızgın savaşı, acımasız firmaların su yüzüne çıktığı keyif veren bir film. Hollywood olarak çok aşırı muhalif söylemler zaten beklemiyoruz ama bu film kadar duyarlı olsunlar yeter dedirten bir film.
Los Amentes Del Circulo Polar
Bizde Kutup Çizgisi Aşıkları olarak gösterilmiş, son yıllarda büyük atılım gerçekleştiren İSpanyol sinemasından muazzam bir film daha. BAştan sona ya da sondan başa anlatılabilecek bir aşk hikayesi...
Madrid'de başlayıp, kutup çizgisinde Finlandiya'da son bulan harika bir aşk filmi, tüm başarılı oyuncuları, enteresan hikayesi, güzel görüntüleri ve kurgusuyla tam bir arşivlik.
Ek olarak Norveçli sinemacı Bent Hamer'in üç filmlik yönetmen setinde bulunan Yumurtalar, Mutfak Hikayeleri ve Güneşli Bir Gün filmleri farklı tarzda filmler ,zlemek, ayrı tad arayanlara tavsiye edilir. Hep soğuk insanlar, yabancılar diye tanıdığımız kuzey insanının en sıcak hal ve durumlarda orjinal filmlerde görmek mümkün.
17 Aralık 2008 Çarşamba
Bir Müzik Arası - Dido
Epey uzunca bir isme sahip olan kısaca Dido diye anılan, 95 yılından itibaren piyasalara ses getirmiş pek bir müstesna İngiliz şarkıcıdır kendisi.
Müziğe girişi de Faithless grubunun simgesi ve yapımcısı Rollo'nun kardeşi olması vasıtasıyla bu grupla çalışmalar yaptıktan sonra nihayet beklenen patlamayı yapar ve 99 yılında 15 milyon satıp rekorlar kıran'No Angel' albümünü çıkartır. İçerisinde Here With Me, Don't Think of Me ve Eminem'in Stan parçasının da etkisiyle büyük ün yapan Thank You adlı parçaların önderliğinde ödüllere doymaz.
2003 yılında ikinci albüm olan Life for Rent de başarının tesadüf olmadığını kanıtlar nitelikte başarı yakalar, hataa birçok parça nedeniyle daha olgun müzik emareleri gösterir.
5 yıl özlemle beklendikten sonra geçtiğimiz günlerde üçüncü albüm olan 'Safe Trip Home' piyasadadır artık, ikinci albümde hissedilen üstüne koymuş hissi yine mevcuttur, pek güzel olmuş-dido'nun teline sağlık dedirtir.
Kısaca bu insanın içini rahatlatan güzel sesli İngiliz ablamızın hikayesi budur, hunter ve ikinci albümü ilk klibi White Flag videoları aşağıda, albümleri ediin,indirin, ısrarla isteyin klişe tabirle...
Wants to be a hunter again
I want to see the world alone again
To take a chance on life again
So let me go... Let me leave ...
Hunter
White Flag
16 Aralık 2008 Salı
Do What I Say - Arsenal
djorou-clichy-adebayor
Arsenal ve Wenger futbolun salt kazanmaktan öte birşey olduğunu kanıtlamaya devam ediyor.
Bergkamp'lı, Tony Adams'lı, Kanu'lu dönemden beri her daim pozitif futboluyla İngiltere'de favorim olan Arsenal güzel futboluna birlikte yılları devirdikleri güzel insan Arsene Wenger ile devam ederken bazılarını öğrendiğimiz çok azını öğrendiğimiz birçok yardım kampanyasına da öncülük ediyor. Aşağıda tanıtım videosu ve kareler var, mevzu kanser ve yapılan hareket çok şık. Umarım bizde onlarca sorunu olan bu milletin sesine kulak verebilen teknik adamlar, robot misali klişe sözlerden çıkabilen, az buçuk kültür sahibi futbolcular ve spor adamlarına birgün şahitlik ederiz, ölsek de gam yemeyiz...
Arsenalli futbolcular ve Arsenal Teknik Direktörü Arsene Wenger, Pazar günü alacakları parayı kanserle mücadele kurumuna bağışlayacaklarını açıkladılar.
İngiltere Premier Ligi'nde beşinci sırada yer alan Arsenal futbol takımı, bir karar alarak önümüzdeki Pazar günü oynayacakları maç sonunda günün tüm gelirini yardım kurumuna bağışlayacaklarını açıkladı.
Önümüzdeki Pazar günü çıkacakları Liverpool karşılaşmasında yevmiyeleri dahil günün bütün gelirini genç kanserlilere yardım derneği olan 'Teenage Cancer Trust' a bağışlayacaklarını açıklayan sporcular, bir gün içinde 300 bin sterlin (yaklaşık 700 bin YTL) toplamayı hedeflediklerini ifade ettiler.
adebayor&gallas
Bir günlük gelirinin tamamını bağışlayarak, sporcuların başlattığı yardım kampanyasına destek vereceğini açıklayan teknik direktör Arsene Wenger, "Birçok olayda kanser hastaları ile bir araya geldik, verdikleri yaşam mücadelesini destekliyor ve bu mücadelede biraz da olsa katkımız olması için önümüzdeki hafta oynayacağımız maçın gelirlerini ve yevmiyelerimizi vakfa bağışlıyoruz" diye konuştu.
Arsenal'in kaptanı Ces Fabregas da, pazar günü maça gelecek olan taraftarlardan kampanyalarına destek vermelerini isteyerek, gerçekleştirdikleri organizasyonun tüm takımlara örnek olmasını istedi.
Arsenal ve Wenger futbolun salt kazanmaktan öte birşey olduğunu kanıtlamaya devam ediyor.
Bergkamp'lı, Tony Adams'lı, Kanu'lu dönemden beri her daim pozitif futboluyla İngiltere'de favorim olan Arsenal güzel futboluna birlikte yılları devirdikleri güzel insan Arsene Wenger ile devam ederken bazılarını öğrendiğimiz çok azını öğrendiğimiz birçok yardım kampanyasına da öncülük ediyor. Aşağıda tanıtım videosu ve kareler var, mevzu kanser ve yapılan hareket çok şık. Umarım bizde onlarca sorunu olan bu milletin sesine kulak verebilen teknik adamlar, robot misali klişe sözlerden çıkabilen, az buçuk kültür sahibi futbolcular ve spor adamlarına birgün şahitlik ederiz, ölsek de gam yemeyiz...
Arsenalli futbolcular ve Arsenal Teknik Direktörü Arsene Wenger, Pazar günü alacakları parayı kanserle mücadele kurumuna bağışlayacaklarını açıkladılar.
İngiltere Premier Ligi'nde beşinci sırada yer alan Arsenal futbol takımı, bir karar alarak önümüzdeki Pazar günü oynayacakları maç sonunda günün tüm gelirini yardım kurumuna bağışlayacaklarını açıkladı.
Önümüzdeki Pazar günü çıkacakları Liverpool karşılaşmasında yevmiyeleri dahil günün bütün gelirini genç kanserlilere yardım derneği olan 'Teenage Cancer Trust' a bağışlayacaklarını açıklayan sporcular, bir gün içinde 300 bin sterlin (yaklaşık 700 bin YTL) toplamayı hedeflediklerini ifade ettiler.
adebayor&gallas
Bir günlük gelirinin tamamını bağışlayarak, sporcuların başlattığı yardım kampanyasına destek vereceğini açıklayan teknik direktör Arsene Wenger, "Birçok olayda kanser hastaları ile bir araya geldik, verdikleri yaşam mücadelesini destekliyor ve bu mücadelede biraz da olsa katkımız olması için önümüzdeki hafta oynayacağımız maçın gelirlerini ve yevmiyelerimizi vakfa bağışlıyoruz" diye konuştu.
Arsenal'in kaptanı Ces Fabregas da, pazar günü maça gelecek olan taraftarlardan kampanyalarına destek vermelerini isteyerek, gerçekleştirdikleri organizasyonun tüm takımlara örnek olmasını istedi.
Bush ve Ayakkabı Sorunsalı
Irak'a veda etmeye geldin ha, al sana veda öpücüğü bağırışıyla birlikte ayakkabılarına davranıp Bush denen zavallı adamı 12den vurmaya çeyrek kala direkten dönen gazeteci Muntazar El Zeydi şimdiden kahraman oldu. Kukla Irak yönetimi ve Kürt yönetimi utanıyoruz, kınıyoruz gibi kendilerinden beklenen utanmazlıkla açıklamalar yaparken yıllardır süre gelen özgürlük götürme vaadiyle ocaklara incir ağacı diken Abd ve Bush yönetimine sonunda tepkiler su yüzüne çıkmaya başladı.
Ayakkabı fırlatmanın bu kadar aşşağılama anlamına geldiğini pek bildiğimiz söylenemez. En son Beşiktaş-Sivasspor maçında Numaralı tribünden bir taraftar ayakkabısını atmış Sivas antrenörü asker Bülent de ayakkabıyı alıp, atan kişiye aynen geri vermişti, bizde işler böyle yürüyor:)
Olay hala sıcaklığını korurken gazeteci gözaltında lakin şimdiden bilgisayar oyunları, mevzuyu ti'ye alan fotoğraflar piyasaya çıktı bile. Hatta türkiyeden iki ayakkabı firması atılan ayakkabı bizim ürünümüz diyerek sahiplendiler bile...
Ayakkabı fırlatmanın bu kadar aşşağılama anlamına geldiğini pek bildiğimiz söylenemez. En son Beşiktaş-Sivasspor maçında Numaralı tribünden bir taraftar ayakkabısını atmış Sivas antrenörü asker Bülent de ayakkabıyı alıp, atan kişiye aynen geri vermişti, bizde işler böyle yürüyor:)
Olay hala sıcaklığını korurken gazeteci gözaltında lakin şimdiden bilgisayar oyunları, mevzuyu ti'ye alan fotoğraflar piyasaya çıktı bile. Hatta türkiyeden iki ayakkabı firması atılan ayakkabı bizim ürünümüz diyerek sahiplendiler bile...
15 Aralık 2008 Pazartesi
İmanımıza Yettin Issız Adam
Film bitti, sahaflar doldu taştı, plaklar ve eski artistler birden bire kıymete bindi; ilerde tekrar unutulmak üzere...
Ya arkadaş neymiş bizdeki bu salya sümük ağlama merakı, eskileri deşme, eski kır arkadaşları aramak için bahane etme, filmin ve içindeki birçok ögenin ki özellikle anlamazdın anlamazdın şarkısıyla insanları kusturmanın son demindeyiz.
Çağan Irmak Babam ve Oğlum ile hiç reklam yapmadan kulaktan kulağa yayılıp büyüyen, ağlamayan kalmayacak sloganıyla epey bir başarı kazandı. Bu filmde de çok fena damardan yakaladı, gafil avladı insanları. Kendisine suç bulmak istemiyorum keza yönetmenin de eski plakları yıllardır topladığını nostalkjisever olduğunu biliyorum.
Lakin film müziklerinin de piyasaya çıkışıyla adım başı her yerde, her televizyon kanalında öhh dedirten bir abartma sözkonusu. Anladık film güzel, etkileyici, filmin sonu yoruma açık o da güzel, müzikler şahane. Müziklerin özellikle annelerimizin dönemine ait oluşu ve birçok unsuruyla o yaş grubunun daha bu filmi tutacağına inanırken yeni yetme kuşak birden sahipleiverdi o yaşamadığı günleri ve ilişkileri, çok yaşamış çok görmüş gibi embesilce davranarak.
Televizyonların aç gözlülüğü ise mide bulandırıcı. Yaşadığı dönemde insanların yüzüne bakmayan, güzel seslerin-gerçek emekçilerin kıymetini bilmeyen bu adamlar bir filmin ardından hepsi kaymağı yeme derdine düşüp insanların eski günleri arayışını, özlemini, nostaljiyi bir güzel kullanmaktalar. Okan Bayülgen dahil birçok televizyoncu rahmetli olmuş Ayla Dikmen'İn ölümünden bile habersiz onu programlarına davet etme girişimlerinde bulunduklarını utanarak itiraf etti ki gitgide sapıtan, kültürünü-benliğini kaybeden, herşeyi en kısa zamanda tüketen a acayip bir toplum haline gelişimizin güzel bir örneği olsa gerek bu yaşananlar.
Bu filmin boku çıkınca da başka bir damar bulup ordan bir iki eski şarkı ve şarkıcıyı bulup orayı eşelenir, bu emektarlar tekrar unutulup yeni yeni macerlara yelken açılır.
Düşündüklerini dile getirmekte zorlanan biri olarak, birşeyler anlatabildikse ne mutlu bana. Sıkılan, bunalan, hani klişe tabirle kalabalıklar içinde yalnız bir adam olarak, tutunacak dal bulamayan kayıpp kuşan generation X mensubu olarak, olayın artık memleketi-dünyayı güzelleştirmek kurtarmak olmadığı, kendini kurtarmanın tabiri caizse 'yırtmanın' bir numaralı gündem olduğu ortamda ne yapacağı şaşırmış eblek eblek bakan, her an intihar edecekmiş gibi bakan, övüne övüne psikolojik tedavisini anlatan, aldığı anti-depresanlarıyla gurur duyan, hiçbir sorunu olmamasına karşın her an küçük emrah bakışı yapmaya ve ağlamaya hazır gelen nesillere ağzı açık anlamsız bakan, eskiye her daim özlem duyan, düşündükçe hani ayva yiyip de boğazına durur ya tam o şekil donup kalan bir insan olarak, no future diyerekten hayırlı traşlar diliyorum...
Ya arkadaş neymiş bizdeki bu salya sümük ağlama merakı, eskileri deşme, eski kır arkadaşları aramak için bahane etme, filmin ve içindeki birçok ögenin ki özellikle anlamazdın anlamazdın şarkısıyla insanları kusturmanın son demindeyiz.
Çağan Irmak Babam ve Oğlum ile hiç reklam yapmadan kulaktan kulağa yayılıp büyüyen, ağlamayan kalmayacak sloganıyla epey bir başarı kazandı. Bu filmde de çok fena damardan yakaladı, gafil avladı insanları. Kendisine suç bulmak istemiyorum keza yönetmenin de eski plakları yıllardır topladığını nostalkjisever olduğunu biliyorum.
Lakin film müziklerinin de piyasaya çıkışıyla adım başı her yerde, her televizyon kanalında öhh dedirten bir abartma sözkonusu. Anladık film güzel, etkileyici, filmin sonu yoruma açık o da güzel, müzikler şahane. Müziklerin özellikle annelerimizin dönemine ait oluşu ve birçok unsuruyla o yaş grubunun daha bu filmi tutacağına inanırken yeni yetme kuşak birden sahipleiverdi o yaşamadığı günleri ve ilişkileri, çok yaşamış çok görmüş gibi embesilce davranarak.
Televizyonların aç gözlülüğü ise mide bulandırıcı. Yaşadığı dönemde insanların yüzüne bakmayan, güzel seslerin-gerçek emekçilerin kıymetini bilmeyen bu adamlar bir filmin ardından hepsi kaymağı yeme derdine düşüp insanların eski günleri arayışını, özlemini, nostaljiyi bir güzel kullanmaktalar. Okan Bayülgen dahil birçok televizyoncu rahmetli olmuş Ayla Dikmen'İn ölümünden bile habersiz onu programlarına davet etme girişimlerinde bulunduklarını utanarak itiraf etti ki gitgide sapıtan, kültürünü-benliğini kaybeden, herşeyi en kısa zamanda tüketen a acayip bir toplum haline gelişimizin güzel bir örneği olsa gerek bu yaşananlar.
Bu filmin boku çıkınca da başka bir damar bulup ordan bir iki eski şarkı ve şarkıcıyı bulup orayı eşelenir, bu emektarlar tekrar unutulup yeni yeni macerlara yelken açılır.
Düşündüklerini dile getirmekte zorlanan biri olarak, birşeyler anlatabildikse ne mutlu bana. Sıkılan, bunalan, hani klişe tabirle kalabalıklar içinde yalnız bir adam olarak, tutunacak dal bulamayan kayıpp kuşan generation X mensubu olarak, olayın artık memleketi-dünyayı güzelleştirmek kurtarmak olmadığı, kendini kurtarmanın tabiri caizse 'yırtmanın' bir numaralı gündem olduğu ortamda ne yapacağı şaşırmış eblek eblek bakan, her an intihar edecekmiş gibi bakan, övüne övüne psikolojik tedavisini anlatan, aldığı anti-depresanlarıyla gurur duyan, hiçbir sorunu olmamasına karşın her an küçük emrah bakışı yapmaya ve ağlamaya hazır gelen nesillere ağzı açık anlamsız bakan, eskiye her daim özlem duyan, düşündükçe hani ayva yiyip de boğazına durur ya tam o şekil donup kalan bir insan olarak, no future diyerekten hayırlı traşlar diliyorum...
Liderlik ve Del Piero Gerçeği
Nam-ı diğer Alex abimiz, bayrak adam nasıl olunur, ya da liderlik nasıl olunur mevzularında tezlere konu olacak yüce bir insan olarak son demlerinde daha da güzel şeyler yaşatıyor izleyenlere.
Dünkü Juve-Milan maçı da gösterdi ki Del Piero bu takım için vazgeçilmez. Küme Düşmeden önce hayvani transferlerle, all-star takımını andıran koca takımdan geriye tek tük tanınmış isimler kalsa da bu adamın önderliğinde tamamlayıcı takım oyuncularıyla, Sİssoko gibi asker karıncalarla Juventus çok daha gerçek bir takım, tüm itibar, para, yayın geliri ve yıldızlarını kaybetmesine rağmen...
Milan karşısında 4 gol atıp birçoğunu kaçıran, ekran başında ağzımızın suyunun akmasına neden olan fantastik şekilde pas yapan, rakibin başını döndüren, makine edesaıyla işleyen şahane bir ekip olmuş. Kadrosu şampiyonluğu ya da avrupayı kaldırırmı tartışılır ama İtalyan futbolunu görür görmez kumandasına davranan, sıkıntıyı çağrıştıran kısır futbola inat yaşasın hayat, yaşasın Juve diyesi geliyor insanın.
Keza Napoli gibi mafya ve çöplerle, kuzeyle soruu bitmeyen, aşağılanmış ama Maradona'nın can verdiği, bir yanıp bir sönen şehrin ışıkları ışıl ışıl bu sezon bu da Juve'nin de düşüşüyle ortalığı boş bulan Inter'in işini zorlaştırıp ligi renklendiren güzel hadiselerden. Yine Fiorentina'nın oldum olası sevdiğim güzel futbolu ve favori takımlarımın öncüsü Atalanta'nın da ülkenin en sağlam tribünlerinden birine sahip Bergamo'lulara yakışan futboluyla yoluna devam edişi Beşiktaş'tan ve uzatmalarını oynayan tribünlerinden sıkılan ben gibi bünyelere ilaç tadında olmuş, çok şükür dedirtmiştir.
Juve rakibi geberten paslarına, savunmada manyakça presine, Del Piero'da enfes tekniğini birleştirdiği vücut çalımlarına, frikiklerine, asistlerine devam etsin, hiç bitmesin!..
Dünkü Juve-Milan maçı da gösterdi ki Del Piero bu takım için vazgeçilmez. Küme Düşmeden önce hayvani transferlerle, all-star takımını andıran koca takımdan geriye tek tük tanınmış isimler kalsa da bu adamın önderliğinde tamamlayıcı takım oyuncularıyla, Sİssoko gibi asker karıncalarla Juventus çok daha gerçek bir takım, tüm itibar, para, yayın geliri ve yıldızlarını kaybetmesine rağmen...
Milan karşısında 4 gol atıp birçoğunu kaçıran, ekran başında ağzımızın suyunun akmasına neden olan fantastik şekilde pas yapan, rakibin başını döndüren, makine edesaıyla işleyen şahane bir ekip olmuş. Kadrosu şampiyonluğu ya da avrupayı kaldırırmı tartışılır ama İtalyan futbolunu görür görmez kumandasına davranan, sıkıntıyı çağrıştıran kısır futbola inat yaşasın hayat, yaşasın Juve diyesi geliyor insanın.
Keza Napoli gibi mafya ve çöplerle, kuzeyle soruu bitmeyen, aşağılanmış ama Maradona'nın can verdiği, bir yanıp bir sönen şehrin ışıkları ışıl ışıl bu sezon bu da Juve'nin de düşüşüyle ortalığı boş bulan Inter'in işini zorlaştırıp ligi renklendiren güzel hadiselerden. Yine Fiorentina'nın oldum olası sevdiğim güzel futbolu ve favori takımlarımın öncüsü Atalanta'nın da ülkenin en sağlam tribünlerinden birine sahip Bergamo'lulara yakışan futboluyla yoluna devam edişi Beşiktaş'tan ve uzatmalarını oynayan tribünlerinden sıkılan ben gibi bünyelere ilaç tadında olmuş, çok şükür dedirtmiştir.
Juve rakibi geberten paslarına, savunmada manyakça presine, Del Piero'da enfes tekniğini birleştirdiği vücut çalımlarına, frikiklerine, asistlerine devam etsin, hiç bitmesin!..
Korsan'ın Seyir Defteri
Bir Korsan'ın Seyir Defteri ya da binlercesinin:)
hep legal rakamlara, top 10'lara şunlara bunlara bakacak değiliz. Bir de günümüz gerçekleri var, internet ortamında çatır çatır inen filmler, albümler malumunuz. Film endüstrisi dev altyapısıyla ayakta kalabilirken müzik piyasası albüm satışı diye bir kavramı unutur duruma geldi.
Topiğin mevzusu ise bu sene bilgisayar başından lıkır lıkır inen filmler, en çok indiirlen filmler...
Özellikle sınırsız internet geldi geleli nice yiğit delikanlılar kompüter başında harcandı gitti, neler gördü bu gözler. Ahanda listenin aslı aşağıda, bir numara rekorlara doymayan ve büyük olasılıkla bir süper kahraman filmi olarak(kara film daha uygun aslında) oscar heykelciklerini kucaklaması muhtemel Batman serisini küllerinden doğurtan Nolan'ın ikinci filmi The Dark Knight...
Bu projeyi her filminde zeka pırıltılarıyla dolu Christoper Nolan'a teslim eden elleri de öpmek farz bu arada. Son film büyük olay yaratsa da bu filmi de güzelleştiren en önemli faktör bundan önceki Batman filmi Batman Begins'tir hiç kuşkusuz. Hikayeyi inanılmaz anlatan, karanlık atmosferi ve Batman'in itibarını kazanmasıyla sonuçlanan şahane filmdir kendisi, kıymeti bilinmelidir. The Dark Knight ise Batman'in daha insani yönlerini ortaya koyan, ismiyle de bunu kanıtlayan-isminde Batman geçmemesi durumu- Joker adlı manyak karakteri sinema tarihi boyunca yankılanacak olağanüstü karakter ve oyuncu performansıyla başarısını katlamaya devam edecektir.
best of korsan, liste pek iç açıcı değil lakin düşük bütçeli, şahane soundtrack sahibi güzel film, her filminde geleceğe umutla baktıran Ellen Page'li Juno'yu görmek sevindirici unsur olarak yer almakta;
1. The Dark Knight, 7.03 million
2. The Incredible Hulk, 5.84 million
3. The Bank Job, 5.41 million
4. You Don't Mess With the Zohan, 5.28 million
5. National Treasure: Book of Secrets, 5.24 million
6. Juno, 5.19 million
7. Tropic Thunder, 4.90 million
8. I Am Legend, 4.87 million
9. Forgetting Sarah Marshall, 4.40 million
10. Horton Hears a Who!, 4.36 million.
hep legal rakamlara, top 10'lara şunlara bunlara bakacak değiliz. Bir de günümüz gerçekleri var, internet ortamında çatır çatır inen filmler, albümler malumunuz. Film endüstrisi dev altyapısıyla ayakta kalabilirken müzik piyasası albüm satışı diye bir kavramı unutur duruma geldi.
Topiğin mevzusu ise bu sene bilgisayar başından lıkır lıkır inen filmler, en çok indiirlen filmler...
Özellikle sınırsız internet geldi geleli nice yiğit delikanlılar kompüter başında harcandı gitti, neler gördü bu gözler. Ahanda listenin aslı aşağıda, bir numara rekorlara doymayan ve büyük olasılıkla bir süper kahraman filmi olarak(kara film daha uygun aslında) oscar heykelciklerini kucaklaması muhtemel Batman serisini küllerinden doğurtan Nolan'ın ikinci filmi The Dark Knight...
Bu projeyi her filminde zeka pırıltılarıyla dolu Christoper Nolan'a teslim eden elleri de öpmek farz bu arada. Son film büyük olay yaratsa da bu filmi de güzelleştiren en önemli faktör bundan önceki Batman filmi Batman Begins'tir hiç kuşkusuz. Hikayeyi inanılmaz anlatan, karanlık atmosferi ve Batman'in itibarını kazanmasıyla sonuçlanan şahane filmdir kendisi, kıymeti bilinmelidir. The Dark Knight ise Batman'in daha insani yönlerini ortaya koyan, ismiyle de bunu kanıtlayan-isminde Batman geçmemesi durumu- Joker adlı manyak karakteri sinema tarihi boyunca yankılanacak olağanüstü karakter ve oyuncu performansıyla başarısını katlamaya devam edecektir.
best of korsan, liste pek iç açıcı değil lakin düşük bütçeli, şahane soundtrack sahibi güzel film, her filminde geleceğe umutla baktıran Ellen Page'li Juno'yu görmek sevindirici unsur olarak yer almakta;
1. The Dark Knight, 7.03 million
2. The Incredible Hulk, 5.84 million
3. The Bank Job, 5.41 million
4. You Don't Mess With the Zohan, 5.28 million
5. National Treasure: Book of Secrets, 5.24 million
6. Juno, 5.19 million
7. Tropic Thunder, 4.90 million
8. I Am Legend, 4.87 million
9. Forgetting Sarah Marshall, 4.40 million
10. Horton Hears a Who!, 4.36 million.
11 Aralık 2008 Perşembe
Coen Biraderler ve Arıza Karakterleri
Ethan ve Joel Coen kardeşlerin özellikle Amerikan sinemasındaki ününü aşıp tüm dünya üzerinde hayran kitlesini oluşturan muazzam bir sinaması var kuşkusuz.
Kara filmlerle başlayan Blood Simple, mafya hesaplaşmasının en güzel örneği Miller's Crossing, John Goodman, John Turturro gibi aktörlere hayranlık yratan birçok sahnesiyle hafızalara kazınan Barto Fink, Frances Mcdormand ile birçok genç bünyeyi tanıştıran manyak film Fargo, hastası olduğum-bowling, geberten diyalogları ve The Dude (Ahbap) karakteriyle bir fenomen haline gelen The Big Lebowski, oyuncu kadrosuyla ve enfes film müzikleriyle O Brother Where Art Thou?, Billy Bob Thonton'a hayran olma sebebi, siyah beyaz muhteşem kareleriyle The Man Who Wasn't There, roman uyarlamasıyla mevzuya giren zaten hastası olduğumuz Tommy Lee Jones'in se4siyle giriş yapıp içinde kaybolduğumuz, Javier Bardem'in saç kesimi dahil manyak karakteriyle dehşete düştüğümüz, geçen yılın oscarını kapan No Country For Old Men ve bu yıl gösterime giren Brad Pitt'li Burn After Reading'e uzanan olağanüstü bir filmografi sözkonusu.
Her filmde müzikleriyle, absürd karakterleriyle, Steve Buscemi, John Turturro gibi favori oyuncularıyla, akıl dolu gödermeleriyle diyaloglarıyla vazgeçilmez haline gelen biraderlerin karakterlerine şöyle bir bakoş atalım;
John Turturro
Jesus (Big Lebowski)
Javier Bardem
Anton Chigurh (İhtiyarlara Yer Yok)
Steve Buscemi - Peter Stormare
Carl Showalter - Gaear Grimsrud (Fargo)
John Goodman
Charlie Meadows (Barton Fink)
Billy Bob Thornton
Ed Crane (Orada Olmayan Adam)
John Goodman
Walter Sobchak (Büyük Lebowski)
George Clooney- John Turturro- Tim Blake Nelson
Everett- Pete - Delmar (Neredesin Be Birader)
Brad Pitt
Chad Feldheimer (Burn After Reading)
Jeff Bridges - Steve Buscemi
Jeffrey Lebowski The Dude - Theodore Donald 'Donny' Kerabatsos (Büyük Lebowski)
John Turturro
Barton Fink (Barton Fink)
Kara filmlerle başlayan Blood Simple, mafya hesaplaşmasının en güzel örneği Miller's Crossing, John Goodman, John Turturro gibi aktörlere hayranlık yratan birçok sahnesiyle hafızalara kazınan Barto Fink, Frances Mcdormand ile birçok genç bünyeyi tanıştıran manyak film Fargo, hastası olduğum-bowling, geberten diyalogları ve The Dude (Ahbap) karakteriyle bir fenomen haline gelen The Big Lebowski, oyuncu kadrosuyla ve enfes film müzikleriyle O Brother Where Art Thou?, Billy Bob Thonton'a hayran olma sebebi, siyah beyaz muhteşem kareleriyle The Man Who Wasn't There, roman uyarlamasıyla mevzuya giren zaten hastası olduğumuz Tommy Lee Jones'in se4siyle giriş yapıp içinde kaybolduğumuz, Javier Bardem'in saç kesimi dahil manyak karakteriyle dehşete düştüğümüz, geçen yılın oscarını kapan No Country For Old Men ve bu yıl gösterime giren Brad Pitt'li Burn After Reading'e uzanan olağanüstü bir filmografi sözkonusu.
Her filmde müzikleriyle, absürd karakterleriyle, Steve Buscemi, John Turturro gibi favori oyuncularıyla, akıl dolu gödermeleriyle diyaloglarıyla vazgeçilmez haline gelen biraderlerin karakterlerine şöyle bir bakoş atalım;
John Turturro
Jesus (Big Lebowski)
Javier Bardem
Anton Chigurh (İhtiyarlara Yer Yok)
Steve Buscemi - Peter Stormare
Carl Showalter - Gaear Grimsrud (Fargo)
John Goodman
Charlie Meadows (Barton Fink)
Billy Bob Thornton
Ed Crane (Orada Olmayan Adam)
John Goodman
Walter Sobchak (Büyük Lebowski)
George Clooney- John Turturro- Tim Blake Nelson
Everett- Pete - Delmar (Neredesin Be Birader)
Brad Pitt
Chad Feldheimer (Burn After Reading)
Jeff Bridges - Steve Buscemi
Jeffrey Lebowski The Dude - Theodore Donald 'Donny' Kerabatsos (Büyük Lebowski)
John Turturro
Barton Fink (Barton Fink)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)