Futbol için her daim doğrularını savunan, düşündüğünü söylemeyi esirgemeyen, yönetici zamanlarında kendisini pek anlatma şansı yakalayamasa da Radikal aracılığıyla çok sevdiğimiz insan, Sinan Engin, Fatih Terim ve türevleri gibi şahıslara karşı gerçek bir duruş segileyen- tıpkı Cem Dizdar gibi-, korkmayan nadir yazarlardan İbrahim Altınsay'dan yine ortaya karışık;
Yılın futbolcusu: Andre Luis Garcia
‘İki büyük’, ‘üç büyük’ tartışmaları hikâye... İktidarın merkezine yürüdükçe muktedirler tekçiliğe, mutlakiyetçiliğe doğru evriliyor. Fenerbahçe ve Galatasaray yöneticilerine göre tek büyük var: Kendileri... Baş başa kalsalar birbirlerini yerler, memlekette futbol falan kalmaz.. Denizli’de şampiyonluğu kaybedeli beri Fener yönetiminin yaptıklarını bir hatırlayın. Ali Sami Yen’deki ‘Pet Şişe Derbisi’ni de...
Bu kafadaki yöneticilere kalsa, takımı onlar yönetecek, sahada onlar oynayacak, tribünlerde kopyaları oturacak. Bir hareketleriyle tribünler susacak, bir hareketleriyle bağıracak. Ancak o zaman rahat edecekler.
Aziz Yıldırım, rüyasında Şampiyonlar Ligi finalini falan değil, sadece Fenerbahçe’nin ve kendi kurduğu takımların oynadığı bir lig görüyor olabilir. Ne güzel; ‘tek başkan, tek takım, tek şampiyon!’
Tekçiliğe mutlakiyetçilik eşlik ediyor. Her yere egemen olacaksınız. Her kurula ve kuruma adamlarınızı koyacaksınız. Herkes sizin küçük bir kopyanız olacak. Sahada ve saha dışında sizin doğrularınız işleyecek, borunuz ötecek. ‘Kural hatası-Hakem hatası ayrımı’, ‘kart isteyene kart göster’ gibi saçmalıklar boşuna icat edilmiyor. Böylece sahadaki hakemin üzerinde bir otorite kuruyorsunuz. Oyun Kuralları kitabındaki “Hakemin kararları nihai ve kesindir” hükmü bir şey ifade etmiyor. Hakem kurmalı bir robota dönüyor. “Kart işareti gördüğünde kartı otomatik çıkarması” isteniyor. Yoksa ağbiler kızar. En ideali, hakemlerin kulaklıklarını MHK Başkanı’na, ya da yorumculara ya da kulüp yöneticilerine bağlamak... Ya da hakemleri uzaktan kumandayla yönetmek. Siz o zaman görün protokol tribünündeki ‘kumanda kapma’ savaşlarını!
Bir top, bir saha, bir de...
Haydi ekonomide, siyasette tekçilik ve mutlakiyetçilik peşinde koşun ama futbolda bu mümkün mü? Futbol zaten yarışma demek değil mi? Öteki takımlara gerek duyan bir oyun değil mi? Hem de öyle bir oyun ki, futbolculara satranç taşları gibi hükmedemiyorsunuz. Sizin iradeniz dışında gelişen sayısız etmen yazıyor bir maçın senaryosunu...
O zaman şöyle bir akıl yürütelim: “Futbol ne olmazsa oynanamaz?”
FIFA’lar, Federasyonlar, PFDK’lar olmazsa oynanır mı? Oynanır; futbol çıktığında bunlar var mıydı?
Başkanlar, yöneticiler olmazsa oynanır mı? Oynanır; yöneticiler mi sahaya çıkıp top koşturuyor? Yöneticiler olmazsa futbol, daha iyi oynanır mı bilemem ama kesin daha huzurlu oynanır.
Basın, televizyonlar, naklen yayınlar olmazsa oynanır mı? Oynanır. Üstelik herkes çoluğuyla çocuğuyla maç izlemek için statlara gider,
yerel takımların gücü artar. Futbol o yitik altın çağına geri döner.
Ya hakemler olmazsa? Hemen ‘oynanmaz’ demeyin. Mahalle maçlarına bakın. O hakemsiz maçlarda daha fazla mı tartışma oluyor?
Zaten tartışmalar çığırından çıkınca iş futbol olmaktan çıkıyor, maç yarıda kalıyor. ‘Pet
Şişe derbisi’nde olduğu gibi zorla maç bitirtilmiyor. Yabancılaşma yok.
Futbol için olmazsa olmazlar çok az yani: Bir top, biraz düzce bir alan ve iki takıma bölünmüş oyuncular... Zaten bu yüzden bu oyun her insan evladı tarafından oynanıyor, seviliyor.
Yoldan geçerken top oynayanlara gözünüz takıldığında futbolun ikinci temel öğesi devreye giriyor: Seyirci... Zevk aldığı için futbolu izleyen seyirciler bir sonraki aşamada, değişik takımlara gönül vermiş taraftarlara evriliyor.
İşte çağdaş futbol bu iki temel öğeden, yani futbolcudan ve seyirciden oluşuyor. Okul avlularında, sokaklarda hava kararına kadar top peşinde koşan çocuklar olmasa, her hafta ekmek parasından ayırıp maçlara giden seyirciler olmasa ne Aziz Yıldırım’lar olur,
ne ‘kral’ Hakan Şükür’ler, ne federasyonlar, MHK’lar, ne de yorumcular, televizyonlar...
Dokunmayın Luis’ime
Muktedirler, teklik ve mutlakiyet peşinde koşarken aslında futbolun temel öğelerinin, yani futbolcuları ve taraftarların sırtına basarak, onları ezerek yapıyorlar bunu. Bu süreç ilerledikçe şampiyonluğa oynayan takımların bile tribünleri boşalıyor. ‘Dünya derbisi’ denilen maçlar tek taraftarlı maçlara dönüşüyor. (Dünya Derbisi görmek isteyenler
Boca Juniors - River Plate rekabetinin anlatıldığı belgesele baksınlar lütfen. Boca’lılar, River’ın stadına kaç kişi ve nasıl gidiyor?)
Muktedirler ‘kulübün ortak çıkarı’ gibisinden şeyleri öne sürerek öteki takımlara karşı
düşmanlık körüklüyor. Böylece kendi yetersizliklerinin üzerini örtüyor. Borç paraya, kongre oyunlarına, sınırlı bir ‘ayrıcalıklı üye’ grubuna, belediye bütçesine falan dayanarak ele geçirdikleri iktidarlarını dokunulmaz ve ebedi hale getiriyorlar.
Oysa futbolcuların ve taraftarların tek bir çıkarı var. Futbolun çeşitlilik içinde, hakça bir yarışma olarak oynanması... Sadece sizin tuttuğunuz takımdan oluşan bir lig olur mu?
O zaman futbolculara ve seyircilere isyandan başka bir şey kalmıyor. Futbolun daha saydam, daha demokratik, daha katılımcı, daha yarışmacı ve daha adil oynanmasını isteyecekler. Futbol ekonomisinin dev boyutlara ulaştığı, taraftarı ve futbolcuyu baştan çıkaracak bir sürü elma şekerinin uzatıldığı günümüzde güçlerini göstermeleri zor bu ama başka çare var mı?
Bu bakımdan benim için 2008’in futbolcusu Botafogo’lu Andre Luis Garcia... Hatırlarsanız, Estudiantes’le oynadıkları Güney Amerika Kupası maçında hakemden ikinci sarıyı gördü. O da gitti, hakemin elinden sarı kartı çekip aldı, hakeme gösteriverdi... Gerçi bu ilk sabıkası değilmiş, bir keresinde kırmızı görünce polis zoruyla sahayı terk etmiş. Olsun, o hareketiyle, “O kadar uzun boylu değil kardeşim, biz de futbolcuyuz, bırak oynayalım, ona kart, buna kart, ne oluyor” der gibiydi.
Doğru yanlış böyle içinden geleni yapan futbolcular hoşuma gidiyor. Sarı kart göstermek için çağıran hakeme “Sen gel” diye dayılanan ama sonra kuzu kuzu giden futbolcular gibi yapmıyorlar. Çaktırmadan bir şeyler yapıp sonra “N’oldu?” diye numara çekmiyorlar. Sadece kazandıkları maçlardan sonra ‘melek’ kesilmiyorlar... Bizim Hasan Şaş gibi ne hissediyorlarsa öyle davranıyorlar.
Yılın futbolcusunu seçince seyircisini seçmemek olmaz. Yılın seyircisi, Trabzonspor maçının ikinci yarısında, takımına katı defans oynattığı için teknik direktörünü istifaya çağıran Bursaspor seyircisi... Ne yaptılar? Küfür etmediler, ırkçılık yapmadılar, kan davası gütmediler. Sadece takımlarının kale önüne kapanmasını kabul etmediklerini ilan ettiler. Hem de bütün bir stat olarak...
Maçtan sonra teknik Direktör Kurtar, “Ben Emrah’a savunmadan ayrılma demiştim, o takım çıkmasın anlamış” gibisinden topu futbolcuya atan ama asıl niyetini itiraf eden bir şeyler söyledi zaten.
Cepler ve yıllar
İşte böyle... Parayla büyüklük olmuyor. Tek ya da iki takım kalınca zaten büyüklük bile kalmıyor. Birbiriyle büyüklük kavgası yapan iki küçük kalıyor sadece... Kriz var. İhsanlar, sadakalar, bir yerden gelen çıkmalar olmazsa muktedirlerin cebinde para olmayacak yeni yılda.
Sizin ise bir cebinizden tuttuğunuz takımın, öteki cebinizden isyanın bayrağı eksik olmasın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder