
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
5 Mart 2008 Çarşamba
28 Şubat 2008 Perşembe
Futbol Filmleri Geliyor!..

Herhangi bir turnuvada dünya çapında milyarları çeken, manyaklık derecesinde sevilen futbol temalı film sayısı ne yazıkki çok az, belki de bu işe girmeye çekiniyolar beğenilmeyeceği korkusuyla ki doğruluk payı var.
Tam anlamıyla futbol filmi örneği çok az, genelde savaş, aşk, işsizlik gibi ana temaların işlendiği filmlerde yan unsur olarak destekleyicci bir rol oynuyor futbol.
Savaşın gölgesinde Zafere Kaçış gibi ya da mahalle-semt kültürünün buram buram koktuğu melankolik aşkların anlatıldığı Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi...
Futbolun aşırı derecede sevilmesi nedeniyle yapılan filmlere çok rahat burun kıvırabiliyoruz bu da futbol filmi yapmayı nerdeyse olanaksız kılıyor. Futbol yaşanır en gerçekçiliğiyle belki de beyazperdeye yakıştıramadığımızdan tüm bunlar. Belki de futbolu bilen biri çok sağlam bir projeyle taş gibi bir film yapar o da istisna olarak yazılır heralde sinema tarihine.
Özellikle Ankara'lılara bir müjde. Bu yıl 19.su gerçekleştirilecek olan Ankara Film Festivali kapsamında özel bir bölüm ayrılan Futbol Filmleri gösterimleri gerçekleştirilecek. Onunla da kalmayıp panel ve festival konuklarının katılımıyla da bir futbol turnuvası gerçekleştirilecek.
Şöyle baktığımızda gözüme ilk çarpan efsane Zoltan Fabri'nin Cehennemde İki Devre'si oldu ki kaçıranı döverler heralde.
Meraklılar için festival tarihleri 13-23 Mart tarihlerinde ve filmler Kızılay Büyülü Fener ve Çağdaş Sanatlar Merkezinde gerçekleştirilecek.
26 Şubat 2008 Salı
Oscar goes to...

Senaryo yazarlarının ses getiren haklarını aradıkları, sektörü sekteye uğratan grevlerinin bitmesinin ardından Akademi ödüllerinin 80.yılında ödüller dağıtıldı.
Oscar ödülleri gerçek sinemasever için asla ölçü olmamıştır zaten ödüller de bu sektör içinde oyuncuların ödülle birlikte fiyatlarını arttırdığı yada filmlerin dvd satışlarında patlama yapmaları dışında pek bir işe yaramaz.
Özellikle yapım şirketlerinin baskıları, bazı isimleri ön plana çıkartmaları yüzünden sayısız kere hakeden isimler ödül kazanamadı ki buna en iyi örnek Taxi Driver, Raging Bull gibi bir ton kült filme burun kıvıran Akademi geçen yıl Hongkong uyarlaması Departed'e ödül vererek bir nevi günah çıkarmıştı.
Marion Cotillard

Velhasıl kırmızı halısıyla, 24 ayar altın heykelciği ,le bir şov durumundaki oscar ödülleri bu sene Avrupa'lılara giderek tarihinde belki de akademi üyelerinin eğilimlerinin değiştiğini gösterdi.
1964'ten beri ilk defa en iyi kadın, erkek, yardımcı kadın ve yardımcı erkek kategorilerinde ödüller Abd'li olmayan oyunculara gitti.
En büyük sürprizlerden biri Julie Christie'nin kazanmasına kesin gözüyle bakılan En iyi Kadın Oyuncu kategorisinden geldi ve ilk kez ödül adaylığı olan Marion Cotillard nutku tutularak ödülü aldı. Ayrıca Julie Christie'nin göğsünde Guantanamo'yu protesto eden kurdele ile katılması ve bunu dile getirmesi belki de en güzel şeydi.
Beni en sevindiren hadise güzel insan, çok yönlü oyuncu Javier Bardem'in No Country for Old Men'deki rolü ile yardımcı oyuncu oscarını almasıydı. Ödül kadar konuşulan şey Bardem'in filmdeki akıllara zarar saç kesimiydi ki hak vermemek elde değil.
Ödüllerdeki en başarılı kişi ise şüphesiz sunucu, komedyen Jon Stewart idi. Özellikle Amerika'nın anlamsız politikalarına ve sn dönem gündemin ilk maddesi olan başkan adaylarına taş üstüne taş yağdırdı.

Ödüller içinde arka planda kalan En İyi Belgesel Ödülünü de Amerikan üssünde bir Afgan'a yapılan işkenceleri konu alan "Taxi to the Dark Side" filmi aldı. Afgan bir vatandaşın gözaltında işkenceyle öldürüldüğü hayatı anlattığı filmin ödül almasının ardından yönetmen Alex Gibney, küresel büyük şirketlerin güdümündeki Amerika'nın karanlıktan bir gün aydınlık günlere gideceğini umuyor...

4 dalda ödül alan No Country for Old Men'in Coen biraderlerin bol kanlı, romandan uyarladıkları filmin oscar alması akademinin bu tarz filmlere yanaşmayan yapısını da değiştirmişe benziyor.
Son birkaç yıldır mütevazı küçük bütçeli filmleri ödüllendirmesiyle de ödül törenleri olumlu puan aldı diyebiliriz ki bu sene Juno En iyi özgün senaryo ile geçen yıl da Little Miss Sunshine'da ödül alarak taçlandırılmıştı.
İşte adaylar ve kazananların genel listesi
En iyi film
Kazanan - No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok)
Diğer adaylar
Atonement
Juno
Michael Clayton
There Will Be Blood
En iyi yönetmen
Kazanan - Joel ve Ethan Coen, No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok)
Diğer adaylar
Julian Schnabel, The Diving Bell and the Butterfly
Jason Reitman, Juno
Tony Gilroy, Michael Clayton
Paul Thomas Anderson, There Will Be Blood
En iyi erkek oyuncu
Kazanan - Daniel Day-Lewis, There Will Be Blood (Kan Dökülecek)
Diğer adaylar
George Clooney, Michael Clayton
Johnny Depp, Sweeney Todd
Tommy Lee Jones, In the Valley of Elah
Viggo Mortensen, Eastern Promises
En iyi kadın oyuncu
Kazanan - Marion Cotillard, La Vie en Rose (Kaldırım Serçesi)
Diğer adaylar
Cate Blanchett, Elizabeth: The Golden Age
Julie Christie, Away from Her
Laura Linney, The Savages
Ellen Page, Juno
En iyi yardımcı kadın oyuncu
Kazanan - Tilda Swinton, Michael Clayton
Diğer adaylar
Cate Blanchett, I’m Not There
Ruby Dee, American Gangster
Saoirse Ronan, Atonement
Amy Ryan, Gone Baby Gone
En iyi yardımcı erkek oyuncu
Kazanan - Javier Bardem, No Country For Old Men
Diğer adaylar
Casey Affleck, The Assassination of Jesse James...
Philip Seymour Hoffman, Charlie Wilson’s War
Hal Holbrook, Into the Wild
Tom Wilkinson, Michael Clayton
En iyi yabancı film
Kazanan - The Counterfeiters (Kalpazanlar) - Avusturya
Diğer adaylar
Beaufort (İsrail)
Katyn (Polonya)
Mongol (Kazakistan)
12 (Rusya)
En iyi animasyon film
Kazanan - Ratatouille
Diğer adaylar
Persepolis
Surf’s Up
En iyi uyarlama senaryo
Kazanan - No Country For Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) ile Joel ve Ethan Coen
Diğer adaylar
Atonement
Away from Her
The Diving Bell and the Butterfly
There Will Be Blood
En iyi özgün senaryo
Kazanan - Juno
Diğer adaylar
Lars and the Real Girl
Michael Clayton
Ratatouille
The Savages
En iyi film müziği
Kazanan - Atonement
Diğer adaylar
The Kite Runner
Michael Clayton
Ratatouille
3:10 to Yuma
En iyi film şarkısı
Kazanan - Falling Slowly - Once (söyleyenler Glen Hansard ve Marketa Irglova)
Diğer adaylar
Happy Working Song - Enchanted (söyleyen Amy Adams)
Raise It Up - August Rush (söyleyenler Jamia Simone Nash ve Impact Repertory Theatre)
So Close - Enchanted (söyleyen Jon McLaughlin)
That’s How You Know - Enchanted (söyleyenler Amy Adams)
En iyi belgesel film
Kazanan - Taxi to the Dark Side
Diğer adaylar
No End in Sight
Operation Homecoming: Writing the Wartime Experience
Sicko
War/Dance
En iyi kısa belgesel
Kazanan - Freeheld
Diğer adaylar
La Corona (The Crown)
Salim Baba
Sari’s Mother
En iyi görsel efektler
Kazanan - The Golden Compass
Diğer adaylar
Pirates of the Caribbean: At World’s End
Transformers
En iyi sinematografi
Kazanan - There Will Be Blood
Diğer adaylar
The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford
Atonement
The Diving Bell and the Butterfly
No Country For Old Men
En iyi sanat yönetimi
Kazanan - Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street
Diğer adaylar
American Gangster
Atonement
The Golden Compass
There Will Be Blood
En iyi animasyon kısa film
Kazanan - Peter and the Wolf
Diğer adaylar
I Met the Walrus
Madame Tutli-Putli
Meme Les Pigeons Vont au Paradis (Even Pigeons Go to Heaven)
My Love (Moya Lyubov)
En iyi kısa film
Kazanan - Le Mozart des Pickpockets
Diğer adaylar
At Night
Il Supplente
Tanghi Argentini
The Tonto Woman
En iyi kostüm tasarımı
Kazanan - Elizabeth: The Golden Age
Diğer adaylar
Across the Universe
Atonement
La Vie en Rose
Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street
En iyi makyaj
Kazanan - La Vie en Rose
Diğer adaylar
Norbit
Pirates of the Caribbean: At World’s End
En iyi ses miksajı
Kazanan - The Bourne Ultimatum
Diğer adaylar
No Country For Old Men
Ratatouille
3:10 to Yuma
Transformers
En iyi ses kurgusu
Kazanan - The Bourne Ultimatum
Diğer adaylar
No Country For Old Men
Ratatouille
There Will Be Blood
Transformers
En iyi kurgu
Kazanan - The Bourne Ultimatum
Diğer adaylar
The Diving Bell and the Butterfly
Into the Wild
No Country For Old Men
There Will Be Blood
16 Şubat 2008 Cumartesi
14 Şubat 2008 Perşembe
Drakula İstanbul'da

Drakula İstanbul'da Dvd'si hoşgeldi sefageldi...
Abd ve Avrupa dışında çekilen ilk Drakula filmi olan 1953 yılı yapımı, ülkemizde eski filmlere dair negatiflere ulaşılamaması gibi birçok nedenden ötürü yurtdışında özellikle Abd'de fantastik Türk sinemasına dair örnekler bizden daha çok. Bu filmde en az Dünyayı Kurtaran Adam kadar büyük ilgi toplamış, korku filmi festivallerinde gösterilmiş, video dükkanlarında aranır hale gelmiş zamanla ve kült olmuş çıkmış.
Bu tarz filmlere ne yazıkki çok sınırlı şekilde ulaşıoruz, öyle ki birçok film Yunanistan'da bir şirket tarafından basılıyo ve dünyaya satışı yapılıyor.
Filme dönecek olursak Drakula filmi olarak Dünyayı Kurtaran Adam'ın yaptığı gibi orjinalini taklit etme hatta sahneleri kesip koyma gibi işlerin tam aksine bizim uyarlamada özgün bir eser çıkması, farklı bir film olması ününü pekiştirmiş.
Drakula romanındaki birçok husus Hollywood uyarlamalarında yer almazken, Türk versiyonunda romana sadık kalınmış, ilk kez uzun vampir dişleri bizdeki filmle literatüre girmiş ve daha sonra taklit edilmiş, bizde haç yerine onun yerini sarımsak almış ayrıca:)
Filmin tek irkiltici tarafı ise kötü müzikleri olmuş.
Drakula İstanbul’da”nın, gölge ve ışığı çok başarılı biçimde kullanan görüntü yönetmeni Özen Sermet, 1950′li yılların başında Türkiye’de birkaç filmde daha çalıştıktan sonra Amerika’ya giderek meslek yaşamını orada başarıyla sürdürmüş, hatta Amerikan yapımı büyük bütçeli bir Tarzan filmini çekmiş.

• İlk Türk Korku filmidir.
• Danyal Topatan'ın ilk filmidir
• Avrupa ve Amerika dışında Drakula üzerine film yapan ilk müslüman ülkeyiz ve haç yerine sarımsak kullanılmıştır.
• Mezarlık sahnesindeki "sis" efekti için; ekipte çalışan 30/40 işi aynı anda üç dört sigara içerek gerçekleştirmişlerdir.
• Filmin; Annie Ball'ın yatak odası sahnesi Turgut Demirağ'ın köşkünde çekilmiştir. Şatonun geneli için ise maket hazırlanmıştır, zırhlar ise kalın tel iskelet üzeri alçı ve bronz renkte boya ile yapılmış filmin oynadığı sinemanın girişinde ise sergilenmiştir. Atıf Kaptan (Drakula)'ın şatonun duvarlarından çıktığı sahne; boya ile hazırlanmış bir dekor üzerinde sürünerek gerçekleştirilmiştir...
31 Ocak 2008 Perşembe
30 Ocak 2008 Çarşamba
The Constant Gardener

Brezilya varoşları ve suçun içinde sinemanın en güzel halini bizlere sunan Fernando Meirelles'in ikinci harikası The Constant Gardener.
Dvd'si ülkemizde birkaç gün önce (nihayet) çıkan filmde bu kez yönetmen Kenya'yı, ilaç sektörünü, sözde yardım derneklerini, ulusal yöneticileri, bürokratları mercek altına tutuyo, tabiki fonda muhteşem Afrika manzaralarıyla birlikte...
Başrollerde Ralph Fiennes'in abartısız ve kusursuz harika performansına Rachel Weisz de eşlik ediyor.
Yönetmenin çıkış noktası ve dayanağı aynı adlı roman ve ilaç sektörüne yönelik kitap olmuş ve yazarla birlikte çalışılmış, çekimler tamamaıyla Kenya'da gerçekleşmiş, Kenya halkı ve büyüklerinin izni alınmış, bu insanların o kadar acıya rağmen nasıl bu kadar güleryüzlü, hesapsız, insan olabildiklerini dvd ekstralarında daha yakından görmek mümkün...
Filmin yapı ve konusu itibariyle Lord of War ile benzerliği gözden kaçmıyor. Fakat vuruculuğu, slogansız salt gerçeklikle mesajını verişi, görselliği, harika müzikleri ve oyunculuk itibariyle The Constant Gardener kuşkusuz çok daha iyi ve gerçekçi bir film...
28 Ocak 2008 Pazartesi
Zoltan Gera

Zoltan Gera geçtiğimiz trnsfer dönemlerinde özellikle Beşiktaş için sık sık gündeme gelse de bizim kulüplerimizin Gera gibi becerikli ve ucuz oyuncular alacağına ihtimal vermek zor.
Macar futbolcu çok değil 3-4 yıl önce 1,5 milyon pound civarı bir paraya, son yılında şampiyonluğunda 29 maçta 10 gol 11 asist yaparak büyük katkı yaptığı ülkesinin takımlarından Frencvaros'tan West Bromwich Albion'a transfer oldu. Hücum hattında ve orta sahada da görev yapabilen çok yönlü, teknik kapasitesi yüksek, liderlik özellikleri taşıyan ve milli takımı da zaman zaman sırtlayan bir isim.
Hayranlarından biri ortaya karışık Gera klibi yapmış, sunmak farz oldu;
Bir Fenomen: Şişko Nuri

Türk Sinemasında kafalara kazınan birçok karakter vardır halen repliklerini ezbere biliriz, misal ayı Ejder lakaplı Yadigar Ejder efsanedir, hayvani fiziği, kötü adamlıktan sıkılmaması, canavarımsı görüntüsüyle unutmak mümkün değildir Yeşilçamda...Mimikleri, o frankeştayn havasıyla çoğu zaman güldürse de gerçek hayatta bir bankta donarak ölmüştür bu abimiz, bu da ülkemizin acı bir gerçeği olsa gerek. Sanat her daim gereksiz bulunmuş ne hikmetse geçen yıllara rağmen zihniyet değişmedi, sansürcü, yasakçı tükürürüm böyle sanata diyen bürokratlarımız çok yaşasın!
yadigar ejder

Bunun son örneğini devlet tiyatrolarında yaşadık, tiyatrocular vasıfsız işçi olarak ancak işe alınabildi, mesleğe başlarken peşin peşin açlığa varım diyen yeldeğirmenleriyle dövüşen tiyatroculara bize özel ödüllendirme şekli bu heralde...
Konuya dönecek olursak fenomen kardeşimiz ayı Ejder kadar fenomen olmuş Şişko Nuri...
Ses tonu, hareketleri, kıkır kıkır gülüşüyle videodaki vurucam kırbacı, vurucam kırbacı deyişiyle bizi bizden almıştır...
Şişko Nuri - Öksüzler
19 Ocak 2008 Cumartesi
...

Tam bir yıl oldu bağıra bağıra katledilişinin, pisliklerin üzeri örtülüşünün, polisin jandarmaya, jandarmanın polise suç atışının, İstanbul Emniyet Müdürü'nün olay olur olmaz Organize bir eylem değil, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet deyişinin, muhbir kişilerinin onlarca kez istihbarat vermesine rağmen Trabzon, İstanbul ve Merkez Emniyetlerin görmezden gelişinin, valilerin, emniyet müdürlerinin, jandarmanın, herkesin katliama izin verişinin...
Her nedense Hrant Dink'in öldürüldüğü caddedeki işyerleri güvenlik kameralarının öğleden önceki kayıtlarının silinişinin, beyaz bereli bir hapçının her nasılsa istanbul'u avcunun içi gibi bilip en güzel yollardan kaçışının, öldürülmeden önce tüm Pelitli'nin olayı önceden bildiğinin, sokaklarda bile konuşulduğunun, tosuncuk abilerin, bombacılara reis diye seslenenlerin, yıllardır beslenerek büyütülen, desteklenen farklılıklara tahammülsüzlüğün, Türkiye'yi Türkiye yapan en önemli özellik olan çok kültürlülüğün,azınlıkların,sürüden farklı olanların tükenişini adım adım izliyoruz.
301.madde dolayısıyla yargılanırken günlerce Türk düşmanı diye lanse eden holding medyasının öldürüldükten sonra, bir de delik ayakkabı mevzusunun üzerine nasıl 180 derece döndüğünü de hatırlıyoruz. Sayfa sayfa yazılanlardan cımbızla bir iki cümlesini alıp internet köşelerinde insanlara o mail forwardalamak denen gerizekalı yazıları da...
Gerçek şu ki ölene kadar Hrant Dink'i doğru düzgün tanımıyorduk bile, yetimhanede büyüyüşünden, askerlikte sırf Ermeni diye rütbe alamayışından, her yurtdışına çıktığında ülkemi özledim deyişinden, o sözde yurtseverlerden binkat daha ülkesini sevdiğinden.
Çok zor değil insan olmak ya da onun son yazısını bile okusalar belki insan olduklarını hatırlayacaklari sürülerin yarattığı linç ortamından sıyrılabileceklerdi...
Hrant Dink'in Agos gazetesindeki "Ruh halimin güvercin tedirginliği" başlıklı son yazısı şöyle:
Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım.
2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum. Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim.
Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
"Ya sabır" çeke çeke...
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim.
Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı.
Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. "Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
"Türk Devleti adına"
İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu.
Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı? Başsavcının çabasına rağmen.
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı.
Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler.
Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?"
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...
İşte size bedel... İşte size bedel...
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
"Ölüm-Kalım" dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...
O noktada hep çaresiz kaldım.
"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek.
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
9 Ocak 2008 Çarşamba
Bab-ı Esrar

Her albümü apayrı tada sahip, akşamları bilhassa gece vakitlerinde bir doz alınası harika oluşum Yansımalar...
Sözkonusu parça ise Derviş Zaim'in binbir zorlukla ve Tuncel Kurtiz, Ahmet Uğurlu gibi isimlerle hatır gönül ilişkileri uğruna oynatabildiği ilk filmi Tabutta Röveşata'da Babazula'ya ait çoğu müzik eserlerinin yanında komalara sokan, akıllara kazınan esas parça Yansımalar'a ait Bab-ı Esrar.
Film gösterildiği zaman özellikle saçma sapan eleştiriler almış yanılmıyosam 20bin küsür kişi tarafından izlenmişti, son dönem sömestır filmleri diye adlandırılan Neşeli Gençlik gibi gudik filmleri ise 1milyon civarı izleyici bilet alarak izliyor. Sinema endüstrisinin acı bir gerçeği olsa da bu kadar saçma seçimler yapmak, sinema biletlerinin fiyatından yakınıp parayı sokağa atmak akıl alır gibi değil açıkçası...
akılda kalan replikler;
-mahsun beni taksim'e götür
-arkadaşlar iyidir
mezara dökülen şaraplar, sokaklarda yitip giden hayatlar, tavus kuşları, kıyıda kalmış bireysel hikayeler, yönetmenin başarıyla kurduğu karamsar, siyahı bol, en çok ödül alan türk filmlerinin başında geliyor. Ödül alıp almaması pek birşey ifade etmiyo tabi önemli olan belli bir altkültüre ait olan, benimsenmiş, sinemamızda iz bırakmış bir film olması esas olan.
Filmden bir kesit ve parçanın bir kısmı ahanda aşağıda, devamı için aynı adı taşıyan Bab-ı Esrar albümü ve tüm Yansımalar albümleri şiddetle tavsiye edilir...
8 Ocak 2008 Salı
6 Ocak 2008 Pazar
Guillermo Arriaga


"Sen evinde oturmuş haşlanmış patetesleri soyarken tokyodaki iki adam sevişiyor ,columbiada öğrenciler katlediliyo, londrada akşam yemeği saati.olaylar birbirlerine sadece anlarla bağlanıyor.kimse zamanın hayatımız üzerindeki arsız hükmünü kabullenmek istemiyor!!
farkında değilsin! ne yaşamak istediğin gelecegin, ne de kaybolmaya kabuk bağlamış hayallerin.bedenin tesadüfen yokuştan kaybettiğin maaşın mutsuzluğunun başlangıcı .dibini göremediğin denizlerde yüzmekten korkuyorsun..
Susma ,vazgeç,eski sevglini unut! inatlaşmak kimseyi hayata bağlamıyor.
Seçim yap! karmaşayı, içkiyi, seni bekleyen kadını ,taburedeki orospuyu,binanın on sekizinci katını ,manzaralı yatak odasını...
Artık olası yaşamdan tükenene geç!
kolay değil biliyorum ,sinsi zaman oyalanıyor.sen yüksek mertebe flört dönemindeyken o başka bir oyuncak buluyor.artık onunla yaşayamayacağını kabullenip ,ona rağmen var olmayı deneme vakti .Herşey güzel olucak..."
GUILLERMO ARRIAGA
5 Ocak 2008 Cumartesi
Lake Titicaca
4 Ocak 2008 Cuma
Sean Penn / Biyografi
Sean Penn, 1960 doğumlu aktör-yönetmen. Bukowski'nin Amerika semalarında sevdiği belki de tek sinemacı, yakın arkadaşı. Öyle ki Sean Penn'de Crossing Guard filmini Charles Bukowski'ye adamıştır, filmin başında net bir şekilde görmek mümkün.
Amerikan hükümet politikalarını her daim eleştiren, savaş karşıtı duruşu, metot oyunculuğun belki de son temsilcilerinden olması, Madonna ile olan kısa süreli evliliği, basına ve Hollywood'a karşı sağlam duruşu, etkileyici oyunculuğu ve bir çırpıda sayılabilecek I am Sam, Dead Man Walking, The Game, Thin Red Line, harika bir kara film örneği U Turn, 21 Gram, Mystic River ve Carlito's Way gibi akılalmaz performanslar...
Oscar adayı olduğu zaman törene katılmayıp şapka çıkarttığımız kişi olmuştur, lakin Mystic River'da heykelciği kucakladığı filmin yönetmeni Clint Eastwood'un ısrarları üzerine törene katılıp global tehditlerden, dünyanın sorunlarından bahsederek salondakileri sıksa da mesajını en güzel haliyle vermiştir.

Yazar gerçekten de çok iyi bir iş yapıp böyle bir insanı hem kendi ağzından hem de neredeyse tüm tanıdıklarından sorup soruşturarak sinemaseverleri mest edecek bir çalışmaya imza atmış. Kitapta Penn’in ailesi, oyuncu arkadaşları, yönetmenler, rolüne hazırlanırken tanıştığı çeşitli meslek gruplarından insanlar, savaşı protesto için gittiği Irak’ta beraber çalıştığı sivil toplum kuruluşlarının gönüllüleri, Woody Harrelson, Jack Nicholson, Woody Allen, Charles Bukowski’nin eşi Linda Lee Bukowski gibi isimler var. Bütün bu isimler aslında sıfatları ya da ‘şöhret’leri dolayısıyla değil, Penn’in, etrafında oluşturduğu geniş dostluk halkasının parçaları olarak bulunuyor kitapta. Yine bu halkaya katılmış ve Penn’in, Irak’ta tanışıp oğlu Mustafa’nın tedavisi için Amerika’ya gelmesine yardımcı olduğu, sonrasında da dostluğunu sürdürdüğü Iraklı Ümmü Haydar ise kitapta bizzat yer almamış; ama onun da şu cümlesini Penn’le Irak’a giden Cole Miller aktarıyor: “Sean Penn’i seviyorum. O sözünün eri bir adam, bana ve Mustafa’ma yardım etti.”

bunlar da kitabın arka kapağından;
Sean Penn Marlon Brando ve Robert De Niro geleneğinin temsil ettiği Hollywood karşıtı efsanaler zincirlerinin en genç üyesi. Oscar ödülü kazanmasına rağmen basında daha çok kavga dövüşleriyle anılan oyuncu Mystic River, The Interpreter ve Dead Man Walking gibi çok önemli filmlerde oyunculuk yaptı. Bu kitapta Penn hakkında görüş bildirenler arasında Jack Nicholson'dan Dennis Hopper'a, Wooody Allen'dan Bono'ya kadar çok çarpıcı isimler yer almakta...
3 Ocak 2008 Perşembe
Charlie Chaplin

Erişilemeyecek bir zirve, Charles Spencer Chaplin (1889 - 1977)
Türk filmi tadında, inişleri ve çıkışları bol bir hayat, annesi operet şarkıcısı, babası da eski bir güldürü ustasıdır ama kendisini içkiye verince yoksulluk da beraberinde gelir.
Charles kardeşiyle bir tas çorba için hayır kurumlarının kapısını aşındırır ama bu işi beraber yapamazlar çünkü giydikleri ayakkabı aynıdır.
Ardından babasının ölümü ve bitmeyen yoksulluk...
Binbir çırpınıştan sonra tiyatro kumpanyasında iş bulur Chaplin.Tiyatro o anda onun için bir idealdan çok ölüm kalım meselesidir başarısızlık halinde açlık ve sefalet onu ve ailesini beklemektedir.
Bir rol kapar ve İngiltere'de salaş tiyatrolarda koşturup durur. Peşisıra birkaç rol ve bir topluluğa girer, sarhoş rolü oynadığı oyun tutar, yüzlerce kez sahnelenir, Avrupa'yı dolaşır dururlar.
Kimsenin dikkatini çekmeyen onlarca kısa film de çekmiştir o sıralar, bu filmler de beğenilince yadsınamayacak bir başarıya kavuşmuştur ve kendi yapımevini kurar.
1920'de ilk uzun süreli bir film yapar (The Kid/Yumurcak). Bu filmi The Pilgrim, a Woman of paris, The Gold Rush( Altına Hücum 1925) ve The Circus izler.
Bu arada iki kez evlenir, annesi akıl hastanesine kaldırılır, sanıldığı gibi bu adam 24 saat gülmemekte aksine çalkantılı bir hayat sürmektedir.
İki evlilik daha yapar, ardından City Lights ve Limelight gibi iki başyapıtı insanlara sunar.
Oynadığı ikinci film olan Kid Auto Races at Venice(1914)'te kendisini üne kavuşturan kılığa büründü.

Bu imajı; ayaklarını sağa sola açarak yürüyen, duygularını yüzüyle açığa vurabilen ve vücudunu ustalıkla kullanan Chaplin'in kıyafetleri de sette diğer oyuncuların kullandığı giyeceklerden kendi kendine yarattığı söylenir.
zamanla Şarlo kimliği olgnlaşır, en başta basit güldürü ögeleri varken şimdi toplumsal sorunlar, toplumsal engeller karşısında insanları güldürebilen bir adam vardır.
Artık filmlerinde kenar mahalle sorunları, yoksulluk da vardır, en önemli atağı The İmmigrant filminde düşlenen mutluluğun yine yoksulluk, işsizlik, yalnızlık getireceğini vurgulayarak toplumsal eleştirinin yoğunluğunu arttırır.
The adventurer'da da eski bir kürek mahkumunun hayatını anlatırken baskıcı toplum düzenine de göndermeler yapar.
Şarlo Asker'de ise savaş karşıtı barışçıl bir içerik vardır. Chaplin'inartık kapitalist Amerikan siteminin çelişkilerini vurgulamaya başlaması, birçok çevre tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Ardından güldürüyü dramla yoğurduğu birçok film peşinden gelir.
Chaplin'in sinemaya ses ögesi girdikten sonra çekmesine karşın, konuşmaya yer vermediği Cty lights(Şehir ışıkları,1931) çekilir çekilmez bir sinema klasiği olmuştur zaten.
Aklımıza gelecek, mesajı olan-olmayan, ringde boks yaparken, The Kids'te polisten kaçarken, bir çiçekçi kıza aşık olurken yada 1930 bunalımına göndermeler yaparken, Modern Zamnalar'da toplum düzenine tokat atarken, hele 1940'da Büyük Diktatör filmindesinema tarihinin benzersiz siyasal taşlamasınıyapar, içten ve alışılmadık tarzıyla selamlar herkesi Chaplin.

Normal durumda hiç gülünmeyecek bir durumu Chaplin sayesinde kıs kıs gülerek izleyebilirsiniz.
Ya da otorite figürü olan polisler su dolu çukura düşerken, Şarlo meşhur bastonuyla sakarlık yaparken, karşıtlıklar ve çelişkilerle bezeli yapıtlarına kendinizi kaptırabilirsiniz.
Chaplin güldürü ustasıdır ama aşırı güldürmekten kaçınır. Seyirciyi dakikalarca güldürmektense, içtenlikli kahkahaları yeğler.
Fransız sinema kuramcıları Chaplin'i Moliere'e ya da Shakespeare' e benzetir. Chaplin sinemanın, güldürüyle hüznü birleştirmeyi başaran tek ustasıdır.
Sıradan insanların karşı karşıya kaldığı baskıları, haksızlıkları, herkese hitab edengüldürüyle hüznün içiçe geçtiği, insan sevgisinin ağır bastığı filmlerinde, benzeri olmayan bir eleştiri anlayışıyla sinemanın dahisidir şüphesiz

Türk sinemasında başta The Kid filmindeki sahipsiz kız ve gariban bir adam tiplemesi birçok filmde işlenmiştir, Chaplin bütün dünyayı etkilemiştir, çağının çok ilerisinde olduğu tartışılmaz, bütün olanaksızlıklar ve kısırlık içinde çevirdiği akılalmaz filmler, göndermeler, bütün diplomatik engellemelere karşı diktatörlere en iyi cevabı veren, insanları kış uykusundan kaldıran büyük insan.
İlgilenenlere Chaplin'in hayatını anlatan, başrolde Robert Downey Jr.'nin döktürdüğü Chaplin filmini tavsiye ederim, çok nadir de olsa Cnbc-e'de gösteriyo, dvd'sini de bulmak zor değil. Filmde Robert Downey makyajın güzelliği bir yana oyunculuğuyla modern zaman Chaplin'i olmuş adeta, zaten burdaki rolüyle de Bafta ödülü kazandığını da ekleyelim.