12 Ekim 2007 Cuma

Scousers

Scouser kısaca Liverpool bölgesinde takılan o bölgenin aksanıyla konuşan, harbiden ve gönülden Liverpool'lular, Liverpool çocukları:)



Liverpool Sokakları


KOP Fenomeni


Liverpool Semtleri Şampiyonlar ligi finalinde/ Pankart Pazarı


11 Ekim 2007 Perşembe

Mourinho; Yalnız Bir adam



Futbolun acımasızlığına dair: “Ben dokuz-10 yaşlarındayken babam bir Noel günü işinden kovuldu. O bir menajerdi. Son zamanlarda sonuçlar pek iyi değildi. Aralığın 22’si ya da 23’ünde bir maç kaybettiler ve ayın 24’ünde, Noel gününde, telefon çaldı. Biz öğle yemeği yediğimiz sırada sepetleyiverdiler.

Birçoklarının nefretini kazanmış, antipatikliğiyle, megaloman demeçlerle, kendisine aşırı güveniyle, sivri demeçleri, hal ve hareketleriyle şimşekleri üzerine çekmiş ama kıstas başarıysa tartışmasız tarihe geçecek bir isimdir Mourinho.

Sporting Lisbon'da ingiliz teknik direktor Bobby Robson'nin tercumanliğini yaparken, Bobby Robson'un Barcelona'ya gitmesiyle birlikte onuda yanında götürmesi ile teknik direktörlük yaşantısı gerçek anlamda başlayan teknik adam için Fc Porto'ya gidişi milat olmuş.
Görevde kaldığı iki yıl içinde, art arda iki yıl FC Porto`yu Portekiz liginde şampiyon yaptı. İlk yılın sonu UEFA Kupası şampiyonluğu, ikinci yılın sonunda ise Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazandırdı!
Jose Mourinho’nun bir lider, koç, ezber bozan bir stratejist olarak yaptıkları, kırdığı yenilmeme rekorları, kısıtlı zamanda başardıklarıyla en azından takdiri hakettiği kesin.
Sheva'nın transferi ve akabinde rus milyarder patronuyla sorunlar sonun başlangıcı olsa da kaybeden acaba Mourinho mu yoksa Chelsea mi oldu?

İhaneti Gördüm



Irak'a girelim mi? bayramdan önce bayramdan sonra tartışmaları devam ederken geçtiğimiz günlerde kitabı yayımlanan doğuda yıllarca görev yapmış Emekli Albay Erdal Sarızeybek'in İhaneti Gördüm kitabına dikkat çekmek gerek.

Onlarca yıldır dönen siyasi oyunlar, yurtiçi ve yurtdışında destek mevzusu, 92 yılında neredeyse çökertilen örgütün ciddiye alınmayışı ve bazı yazarların da vasıtasıyla ateşkes yapılıp tekrar güçlendikten sonra başaçıkılamaz hale gelmesi, öcalan'ın yakalandıktan sonraki açıklamalarına rağmen Suriye'de bulunan bir kişideki örgütün arşivinin ele geçirilmemesi! gibi birçok olaya parmak basıyor.
Kitapta bazı husular var ki şaşırmamak elde değil; 1992 yılında Şemdinli'ye kendi kendilerinin ateş açarak, çatışma havası yarattıklarını belirtmiş..
Terörden rant kazananlar, örgütün kaçakçılıktan götürdüğü paralar, Özal ve Tayyip'in terörü durdurma gibi niyetlerinin olmadığını belirterek okunması farz yaşanmış hikayeleri aktarmış.
Israrla okumak gerek; bize zorla verileni değil gerçekleri görmek için en azından.

Susuzluğa, Küresel Isınmaya Karşı Bira Kültürü!..



Yukarıdaki fotoğraf Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin sloganı olabilirdi mesela...
Şaka değil çünkü birkaç ay önce yaşadıklarımız bundan da beter trajik olaylar zinciriyle dolu değil miydi?
Melih Bey'in ankaralıları şehir dışına akraba ziyaretlerine gitme yönünde telkin etmesi, kendisinin ayaklarını kovaya sokup yıkandığı ve o suyu tuvalette kullandığı ve o sözde 2 günlük rezil kesintiler.
Ardından geçtiğimiz günlerde Ankara'nın hala birkaç aylık suyu olduğunu söyleyen de yine aynı beyefendi o samimiyetsiz surat ifadesi ve sırıtışıyla.
Bu adamın yerel seçimlerde herşeye rağmen toplu sünnetlerle, yardım kolileriyle, dağıtacağı plastik toplarla eşşek kadar oy alacağını bilmek insanı çıldırtıyo açıkçası.
Emin Çölaşan'ı bile arayacağız galiba önümüzdeki süreçte...

Zeki Demirkubuz / Top

Son dönem Türk sinemasının yüzakı, insanı ve çıkmazlarını en kral şekilde beyazperdeye aktaran, edebiyat ve Dostoyevski kaynaklarıyla yola çıkmış, futbola ve Beşiktaş'a da bağlı güzel abimizin az sayıda ulaşabildiğimiz yazılarından bir tanesi...

Top


Çocuktuk, top oynardık. Yırtık, patlak, içine paçavra basılmış toplarla koşup dururduk tarlalarda. Çamurda, tozlu arazilerde, yaban otlu çimenliklerde... Günün birinde bir top gelirdi mahalleye. Siboblu, sarı güzel lastikten içliği olan. Dışı boyasız parçalı meşin. Makinayla dikilmiş, dikişleri güven veren bir top gelirdi mahallemize... Lastikçi el pompasıyla özenle sişirirdi topumuzu. Hem överdi hem havasını basardı. Basıldıkça pompa, büyürdü top, yusyuvarlak olurdu. Denerdi şöyle eliyle yerde zıplatarak. Dimdik sekerdi top yukarıya doğru, sağa sola kaymam şut atanı aldatmam der gibi. Sibob bağlanır, ülük meşinin altına gömülürken heyacan, umut ve sevinç son noktaya gelirdi. Biraz sonra Rıfkı’nın arazisine gidilecek, biraz sonra takımlar kurulacak, biraz sonra mahallede maç yapılacak... Ama o son anda hep biri çıkardı öne. Şöyle şişmanca, gözlüklü, kırmızı yanak, büzük dudaklı. Hep bir memnuniyetsizlik yüzünde. Bu çocuk hiç mutlu olmazdı. Züccaciyeci Vehbi'nin oğlu, Aziz mi, Adnan mı bişeydi adı... Bu çocuk bizi hep aşağılardı. Yukarıdan bakardı, bıdı bıdı hep bişeyler mırıldanırdı. Bu irice, güzel kazaklı, mahalledeki tek spor ayakkabılı çocuk topun sahibiydi ve Fener'liydi...

Benim adım Zeki'ydi, öbür kavruk arkadaşımın adı Ahmet. Ama o bize hep kara derdi. Ahmet'i arada bir affeder kaleye geçirirdi ama beni hiç sevmezdi, hiç affetmezdi. Kara derdi, sen dışarıya... Ne Ahmet, ne öbür arkadaşlarım Vehbi'nin oğluna hiç itiraz etmezdi. Takımlar yapılır, kaleler kurulur, oyun başlardı. O sarı içlikli, dışı boyasız makina dikişli top bir öbür kaleye uçardı bir Ahmet'in kalesine. Yağmur da yağardı bazen, çocuklar yağmurda top oynardı. Çocuklar yağmurda mutlu, çocuklar yağmura hiç aldırış etmeden ıslanırken ben uzaktan onlara bakar hayaller kurardım. Niko'yu düşünürdüm, Sanlı'yı, Vedat'ı düşünürdüm. Ama en çok da kör Tuğrul'u. Kör Tuğrul'a hayrandım, hastaydım...Cikletlerden çıkan fotoğraflarını kimse beğenmediğinden ben yerlerden toplardım...

Sonunda bir gün dayanamadım, gözlüğü okulda yakaladım. Bak gözlük dedim o topla ben de oynayacağım, senin takımını istemiyorum zaten, zaten iyi oyuncuları seçiyorsun, gol yiyince değil diyorsun, atmadığın golleri yazıyorsun, bari karşı takımda oynayayım, oynatmazsan topunu keserim dedim. Nah kesersin dedi bana, iyi o zaman dedim. O gün bir bıçak aldım evden. Kale arkasındaki yokuşa gidip bekledim. Top auta ilk gittiğinde de yakalayıp kestim. Hem de ülüğünden, hem de bir daha tamir olmamacasına...

O günden sonra böyle çok top kestim. İçim yana yana çok top patlattım. Kırmızı yanaklı, büzük dudaklı çocukları çok ağlattım. Çok da dayak yedim ama, çok şikayetçi geldi kapımıza.. Ben böyle böyle büyüdüm, oyuna böyle dahil oldum. Böyle böyle karardım, böyle Beşiktaş'lı oldum...

10 Ekim 2007 Çarşamba

Bir İkon'un Anatomisi


"hayat biz gelecek hakkında planlar yaparken başımızdan geçenlerdir"
john lennon


John Lennon, bugün ölümünün 27. yılında New York başta olmazk üzere dünyanın çeşitli yerlerinde özlemle anılan bir efsane.

İşçi bir aileden gelen, 1940 Liverpool doğumlu, Beatles efsanesinin en meşhur üyelerinden biriydi. Yoko Ono ile olan aşkı ve en önemlisi de aktivist kimliği, hayatı sorgulayışı, dünya barışı için yarattığı kamuoyu kimileri tarafından durdurulmak istendi.
1980 yılında New York'ta evine dönmek üzereyken arkasından ateş edilerek öldürüldü, Amerika tarihinde birşeyleri değiştirmek ya da yanlış giden şeylere parmak basmak isteyenlerin ülkede hangi kademede olursa olsun John f. Kennedy örneğinde gördüğümüz gibi bir şekilde yokedildiği gerçeği apaçık ortadayken, sürüye katılmayı reddeden, düşünen, sorgulayan bu dünya insanını minnetle anıyoruz...

John Lennon - Working Class Hero

9 Ekim 2007 Salı

Amy Winehouse - Back to Black



Amy Winehouse İngilizlerin yeni yıldızı, aylardır amerika'da ve dünya genelinde de büyük yankı uyandıran ikinci albümü olan Back to Black ile gerçek patlamayı yaptı.

Ailesinden de miras kalan caz kültürü, R&B ve soul ile harmanlanmış birbirinden güzel parçalar ve harika sesiyle müzik ziyafeti çekiyor herkese.
Şu sıralar dizi jeneriklerine, dergilere, gazetelere kimi zaman da uyuşturucu sorunu yüzünden tivi'lerde boy göstermekte ve ertelediği konserlerin ardından süpermarketlerdeki içki reyonlarında enteresan şekilde karşımıza çıkmakta kendisi.
Müziğin Pascal Nouma'sı gibi fotomaç tadında başlıklar fena olmazdı hani, herşeye rağmen amy winehouse dinleyelim, kendimize gelelim.

Buyursunlar bu da albümün çıkış parçası ki mükemmel bir seçim olduğu açık;

Amy Winehouse - You Know I'm No Good


8 Ekim 2007 Pazartesi

Bergman & Antonioni Koyverdin Gittin Bizi


7. Sanat diye tabir edilen Sinema'nın sinema olmasında kuşkusuz büyük katkıları olan iki büyük usta İngmar Bergman ve Michelangelo Antonioni.
Birçok filme, yönetmene, sinema türüne ilham kaynağı olmuş işlere imza atan, halen yeni dönem sinemasında da birçok filmde bu yapıtlara göndermeler bulunan geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz, kimisi için sıkıcı kimisi için kafa açan kimileri için de ders olarak okutulan filmlerdi yaptıkları ama unutulmaz işlere imza attıkları bir gerçek...

Yukarıdaki foto Antonioni'nin meşhur blow up filminden, hala ülkemizde dvd'si dahi çıkmamış olan efsane filmdir, dvd şirketleri gudik gençlik filmleri ya da iğrenç istismar, şiddet filmlerini getireceklerine şu filmlere el atsalar ne olur.

Alttaki foto da Bergman ustanın birçokları için en sağlam başyapıtı dicem çünkü her filmi başyapıt olarak anılıyor, malum sahnesiyle The Seventh Seal/Yedinci Mühür...

Sokaklarda Görmek İstediğimiz Hareketler

The Most Amazing Graffiti Street Art From Around the World



















7 Ekim 2007 Pazar

Fifa World Cup Alternative Balls

Her şampiyona öncesi yeni turnuvanın topu tanıtılır kod adı eşliğinde ve tartışmalar başlar, futbola fazlasıyla müdehale derdinde olan Fifa'nın topların ağırlığında, şeklinde yaptığı değişiklikler özellikle geçtiğimiz Dünya Kupası'nda kaleciler tarafından lanetlenmişti adeta.

Buyrun bunlar da alternatif şampiyona topları;



Work Is Not A Childrens Game



Brezilya'dan dünya üzerindeki milyonlarca çocuk işçiye dair bir kampanya fotoğrafları,
Brezilya gibi bizde ve nüfus yoğunluğu çok olan, halen gelişmeye çalışan ülkelerde çocuk işçi sayıları inanılmaz boyutta.





5 Ekim 2007 Cuma

Dünyanın bütün kaçakları, birleşin!


Hikâye bu ya, 2001 yılının yazında Jose-Manuel Thomas Artur Chao’nun en büyük derdi, yakında çıkaracağı albümüne bir isim bulmakmış. Bir sürü isim gelmiş akıllara, ama olmayınca olmuyor işte! Bir türlü albüme yaraşır, akılda kalacak türden bir sözcük dizesi bulunamıyormuş…

Ta ki, düşünmekten yorulup da bir akşam son metroyla stüdyodan eve dönme saati gelinceye kadar. Jose-Manuel Thomas Artur Chao yine böyle geçen günlerden birinin sonunda, Cezayir futbol milli takımının [1] üniforması üzerinde, yorgun bir şekilde çıkmış stüdyodan. Metroya binmiş evine gitmek için. Evine doğru yaklaşırken, her durakta bir sonraki istasyonun adını söyleyen metalik ses zıplatmış onu yerinden:

“Proxima Estacion: Esperanza!”[2]

(..)

Her neyse, José-Manuel Thomas Artur Chao ya da daha bilinen adıyla Manu Chao, adını Barselona metrosundaki bu anonstan alan “Proxima Estacion: Esperanza” ile Fransa tarihinin en çok satan albümlerinden birine imza attı. Parçalarının MP3 formatında paylaşım ağlarında dolaşmasına karşı olmadığını açıklayan ve Virgin Records ile özel bir anlaşma yaparak Avrupa’nın en ucuz albümlerine imza atan Manu Chao, yedi ay içinde 2,5 milyon satışı yakaladı!

Peki, Manu Chao bu paraları ne yaptı?

Hemen söyleyeyim: “Afiyetle yedi…”

İyi ama nasıl?

Öykümüzün “şenlikli” kısmı tam da burada başlıyor :). Ama önce biraz geriye gidelim. Mesela 1961′e.. 1961… İspanya bir 14 yıl daha Generalissimo Franco’nun faşizminin yönetiminde kalacaktı. O yıl Galiçyalı gazeteci bir baba ve Bask bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Manu Chao, doğduktan birkaç gün sonra mülteciliği tatmak zorunda kalır. Faşist İspanyol polislerinden kaçan aile, Paris’in fakir bir gettosunda mülteci olarak yaşamaya başlar. Tanımadığı bir ülkeye gelen küçük çocuğun mahalle arkadaşları artık Perulu, Kolombiyalı, Cezayirli, Senegalli, Faslı, Tunuslu göçmenlerdir. Berberi çobanlarının müziği Rai, 90′ların başında Paris gettolarını ele geçirirken Manu Chao’yu da derinden etkiler.
1968′teki “güzel isyan” ve 2005 yılındaki hepimizin hatırlayacağı o büyük çatışmalar başta olmak üzere, sayısız kere ayaklanan bu mahalleler, Manu Chao ve grubu Mano Negra’ya müzikleri için esin kaynağını verdi. “Mülteci halkların Babil Kulesi” de denen Paris’in polis giremeyen gettolarından çıkan bu çocuğun müziği de kendisi gibi son derece keskindi ve çok açık bir politik mesaj taşıyordu: “Dünyanın bütün kaçakları, birleşin!

Nitekim, şarkılarında bunu çok açık bir şekilde görürüz:

—clandestino—
yalnız acılarımla giderim cezam yalnız gider kaçmak benim kaderimdir kanunla dalga geçerim çünkü babil kulesinin kalbinde bir haylazım bana clandestino(kaçak) derler çünkü kimliğim yok

kuzeyde bir şehre çalışmaya gittim
hayatımı cebelitarık ve ceuta arasında bıraktım
denizde bir ışık(işaret)
şehirde bir hayaletim
benim yaşamım yasaktır
öyle der kanunlar

yalnız acılarımla giderim
cezam yalnız gider
kaçmak benim kaderimdir
çünkü kimliğim yok
babil kulesinin kalbinde bir haylazım
bana clandestino derler
ben kanunları bozarım

mano negra clandestina
perulu clandestino
afrikalı clandestino
marihuana illegal!

(…)

Gariptir, Türkiye’de 90′ların başında moda olan tekerlekli el arabalarıyla kaset satışı, Paris’i de sarmıştır. Cheb Hasni’nin kasetinin Paris’teki el tezgahlarında 250 bin adet sattığı zamanlar; müziğin, satış kanallarının ve hatta dinleyicinin bile “kaçak ve yasadışı” olanının makbul olduğu bir güzel dönemdir yaşanan…

İşte böyle bir dönemde Manu Chao, Garcia Lorca’nın “İnsanın iyi bir İspanyol olması için işin içinde mutlaka Latin Amerikalıların olması gerekir” sözünü doğrularcasına, bir Güney Amerika turnesine çıkar. Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını keşfedişinin ve Amerika kıtasının yerli halklarının soykırımının 500. yıldönümünde, 1992′de Mano Negra (1984-1995 arasındaki müzik grubu) ile alternatif bir fetih hârekatına girişir! Eski bir tanker konser platformuna dönüştürülerek; Venezüela, Kolombiya, Meksika, Dominik Cumhuriyeti, Küba, Brezilya, Ekvator, Uruguay ve Arjantin kıyıları boyunca yerli halka bedava konserler verilir! Ada ada, kasaba kasaba Karayipler ve Güney Amerika kıtasını dolaşan grup, o güne kadar kazandıkları parayı, yukarda da ipucunu verdiğimiz üzere “afiyetle yer”!

Manu Chao’nun kazandığı paraları yeme yöntemlerinden bir diğeri ise, Cenova’daki G8 ve küreselleşme karşıtı eylemler sırasında yaptığı gibi, konserlere gelen eylemcilere kumanya dağıtmaktır.

Virgin Records ile anlaşmasına rağmen “ruhunu satmayan” Manu Chao, konserler ve kaset satışlarından gelen parayı “afiyetle yer” ve bunu kollektif bir eğlenceye dönüştürür. Son aldığım haberler, grubun arada sırada Barselona’daki bir yaşlılar evi/hastaneye gidip, onlar için çaldıkları yönünde :)

Yıllarca Fransa’da “bir mülteci, bir kaçak” olarak yaşayan Manu Chao, uzun bir süredir dünya medyasının dikkatini üzerine topluyor; boş vakitlerinde Le Canard Enchaine‘den[3] tanıdığımız ünlü karikatürist Jacek Wozniak ile şarkılı/şiirli bir kitap çıkarmaktan Emir Kusturica ile birlikte Maradona[4] üzerine film yapmaya kadar pek çok projede çalışıyor.

Ya yeni albüm? Ufukta yeni bir çalışma yok gibi. Korkarım, Manu Chao’nun bu işlerden sıkılıp, 1992′deki gibi yeniden kaçakların ve yasadışıların yanına kaçmasını bekleyeceğiz…

(…)

Peki, siz kimlerden kaçıyorsunuz?

Zorunlu askerlikten, ev sahibinden, polisten, BSA’dan, zabıtadan, evlenmekten, devletten… Kimden?

Hayatının bir döneminde “kaçak” olmamış hiç kimse yoktur. Ve Manu Chao müziğini kaçaklar, asiler ve yasadışı olanlar için yapar.

Dünyanın tüm kaçakları, birleşin! Ve bunu son derece eğlenceli bir müzik eşliğinde yapmayı unutmayın…


Alıntı: .moleschino.

4 Ekim 2007 Perşembe

The Death Match


Hitler Almanya'sının 2.Dünya savaşı sırasında Ukrayna'yı işgali akabinde gelişen yaşanmış dramatik bir hikaye ve futbolun hikayedeki rolü birçok kaynakta çok güzel anlatılmış.
Olayın gerçekleşmesinden günümüze kadar da iki güzel filme ilham kaynağı olmuş.
İlki Zoltan Fabri'nin yönetmenliğinde 1962 yılında çekilen "Ket felido a pokolban", ikincisi ise hepimizin artık ezberlediği yıldızlar geçidi misali "Escape to Victory"
**

2. Dünya savaşında alman orduları o zamanlar sovyetler birliğine bağlı olan Ukrayna'yıda işgal etmişlerdi. Hitler'in emriyle Alman milli takımı Ukrayna'da bir maç yapacaktı. Ukraynalıların bir takım çıkarmasını istediler. Ukraynalılar Dinamo Kiev takımını çıkardılar. Takımda bir kaç tanede başka takımdan oyuncular vardı. Takımın adınını yeni bir başlangıcı simgelemesi için FC Start olarak değiştirdiler.

Maç günü gelip çattı. Maç sıcak bir ağustos günü oynanıyordu. Alman milli takımının üstünde yeni yazlık formaları vardı. Kievlilerde ise eski kışlık yün formalar vardı. Hitler Kiev'den gelicek zaferi dört gözle bekliyordu. Trübünlerde ise bir çok üst düzey nazi subayı vardı. Bir çok Kievli taraftar trübünleri doldurmuştu. trübünlerde ayrıca silahlı bir çok alman askeri vardı. Maçın hakemi ise bir almandı. Ve maç başladı ilk atak almanlardan gelmişti. Daha sonra yavaş yavaş topla oynayan Dinamo Kievliler oldu. Ama alman takımı çok faul yapıyordu ve hakem de buna göz yumuyordu. Kaleye yaklaşamıyacaklarını anlayan Kievliler uzaktan şut atmaya başladılar. O zamanlar Sovyetlerin altın çocuğu olarak adlandırılan Kuscmenko ilk golü attı. İlk yarı bittiğinde Kievliler iki gol daha bulmuş almanlar ise sadece 1 gol bulmuştu. Soyunma odasına Dinamo Kievliler 3-1 önde gitmişti. Bütün oyuncular sevinç içerisindeydi. Derken soyunma odasının kapısı açıldı ve içeriye bir nazi subayı girdi. Dinamo Kievin çok iyi oynadığını söyledi. hatta onlara iltifat bile etti. Fakat odadan çıkarken savaşın keskin yüzünü gösteren şu sözleri söyledi: Ancak kazanmayı aklınıza pek getirmeyin. Kievli oyuncular birbirlerinin yüzüne baktılar ve gülümsediler ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı. İkinci yarı oldukça tutuk geçti Dinamo Kievlielr iki gol daha bulmuştu almanlarda bir gol atmıştı. Maç 5-2 Dinamo Kiev'in üstünlüğüyle sona erdi. Maç bittiğinde Trübünde oluşacak bir isyandan korkan alman askerleri kievli oyuncuların gitmelerine izin verdi.

Maçın üstünden 6 ay geçmişti ve Kievli oyuncular bir fırında çalışıyorladı. Fakat almanlar hezimeti unutmamışlardı. Dinamo Kievli oyuncuları bir toplama kampına götürdüler. Bir gün bir olay olmuştu bir alman aracı kamp çevresinde bombalanmıştı. Üst düzey bir alamn subayı bunları Kievli oyuncuların yaptığını söyledi ve hepsini sıraya dizdirdi. Ve şöyle söyledi: eğer kimin yaptığını söylemezseniz her üç kişiden biriniz ölücek. İlk kurşun o zaman bir deri bir kemiğe dönmüş olan Kuscmenko'nun başına sıkıldı. Her üç kişiden birisi teker teker ölüyordu. Sıranın sonunda takımın kaptanı vardı. silah onun başına dayandığında şöyle dedi: Kızıl sporu asla öldüremiyeksiniz ve cansız bedeni yere düştü. Üstünde ise ağustos ayındaki ölüm maçında giydiği yün forması vardı.

2 Ekim 2007 Salı

Henry Bereketi ve Fabregas


Birçokları için Premier Ligi izleme sebebi olmuş olan, Arsenal'de oynadığı 8 senede 226 birbirinden nefis gollere imza atıp bir takımın nasıl bir kişi tarafından sürüklendiğinin resmidir Henry.
Fuleli adımlar, topla inanılmaz sürati, estetik, ince bilekler ve zekasıyla akıllara kazındı adeta, burda Wenger'in de büyük payını unutmamk gerek.
Arsenal bitti oğlum muhabbetlerine nazie yaparcasına geçtiğimiz dönemde Arsenal güzel futboluna tam gaz devam ederken Adebayor 6 gol atarak çok iyi bir çıkış yakalarken, patlamayı yine yeri dolmaz denilen Patrick Vieira'nin 4 numaralı formasını da devralan Fabregas yaptı.
Arsenal'in attığı 10 golde 4 gol 6 asist yaparken, Henry'nin gidişiyle stresten kurtulup daha yaratıcı olduk tadında açıklama yapmış.
Yıllardır güzel futbolundan ödün vermeyen Arsenal'i izlemekten bıkmayacağımız kesin...

Diğer tarafta Henry'li Barcelona ise geçtiğimiz hafta Levante'ye gol yağdırırken Henry hat-trick yaprı ve Messi ile uyumu inanılmaz ölçüdeydi, velhasıl anlaşılan alan da satan da memnun görünüyor.