29 Eylül 2010 Çarşamba

Beleştepe Nostalji


Antalya maçında karşıya baktım Beleştepe yine eskilerdeki gibiydi, kalabalık, durum olarak baktığınızda sonuçta imkansızlıkların doğurduğu bir durum olsa da hala amatör yanımızı sembolize eden bir tarih, kültürümüzün, farklılığın güzel bir parçası. Es kaza yeni stat yapılır diye korkuyorum, en son ihtiyacımız bana kalırsa hele ki bu yönetimin yapacağını taahhüt ettiği güdük, ne idüğü belirsiz stat olacaksa hiç olmasın.
Yarım porsiyonda olsa aydınlığın adı beleştepe, bitmesin...

26 Eylül 2010 Pazar

Yüksek Sadakat - Babamın Evinde

 Katil&maktul albümü yanında grubun ve son yılların en güzel şarkılarından...


bahçede durdum az önce
kapının tam önünde
bunca yıldan sonra babamın evinde
her şey eski yerinde

bana bakmış gülerek duvardaki resminde
anlatıyor kuma harfler çizerek denizin tam önünde
rüzgar var sesinde
sahile koşan bu dalgalar, dörtnala atlar gibi
özgürce yaşa hayatı, süzülen kuşlar gibi
kaybolma, adressiz mektuplar gibi
kaybolma, kumlardaki harfler gibi

ve artık gün solarken
unutulan bu bahçede
anlıyorum resme son kez bakarken
babam benim içimde
rüzgar var sesinde

sahile koşan bu dalgalar, dörtnala atlar gibi
özgürce yaşa hayatı, süzülen kuşlar gibi
kaybolma, adressiz mektuplar gibi
kaybolma, kumlardaki harfler gibi

sahile vuran bu dalgalar
günleri sayar gibi
geç kalma yaşa hayatı
sanki yarın yokmuş gibi
kaybolma, adressiz mektuplar gibi
kaybolma, benim gibi

A Serious Man

"ben ciddi bir adamım."


 Coen biraderler son filmleri Ciddi Bir Adam'da Fargo'da olduğu gibi büyüdükleri bölgeye Minnesota'ya götürüyorlar izleyenleri. Bu sefer daha da derinlere inerek tıpkı büyüdükleri yer gibi epeyce geniş nüfusa sahip bir Yahudi cemaati barındıran banliyölere çocukluklarının geçtiği döneme...
Çocukluklarının geçtiği çevreden ilham alarak çektikleri film Yahudi kültürüne, referanslarına, bu kültüre ait ironik durumlara, ayrıntılara odaklanıyor. Her filmlerinde olduğu gibi bu durum karşımıza birbirinden farklı, fenomen karakterler çıkarıyor, komik durumlara yol açıyor, her ne kadar olaylar trajik bir seyir izlese bile.
Filmdeki karakterler o kadar gerçek ki, başroldeki Larry Gopnik karakteri gibi biraderlerin ailesi de akademisyenmiş efendim, hatta filmdeki karakterlerin  çoğu Coen'lerin çocukluk arkadaşlarının adlarını taşıyor. Önceki filmlerinin aksine ünlü yıldız isimler yerine tanınmayan yüzlere yer vermişler, daha çok da tiyatro kökenli, şahsen güzel olmuş, roller yakışmış filmdeki oyunculara.

Film ortalama sinema izleyicisi için kahır anlamına geliyor, çok ağır işleyen temposu olmayan bir film desek yeridir. Anlattığı şeyler ve filmin sonunun zorlama bir son olmaması ve birşeye doğrudan bağlamadan bitmesi de çoğu kişiyi tatmin etmiyor lakin yönetmenlerin böyle bir kaygısı yok zaten olmamalı. Açık söylemek gerekirse vakit geçtikçe güzelleşen bir film, yönetmenlerin sinemasına alışıksanız bira farklı da gelse sevdiriyo ki önceki filmleri Burn After Reading'den daha çok sevdim bu filmi. Biraderlere, absürd karakterlerine ve başlarına gelen olaylara alışık olmayan, ilgi duymayanların sıkılacağı filmdir ki normal birşey olsa gerek.
Yalnız bu filme hakim olabilmek, çoğu şeyi anlayabilmek için Yahudi kültürünü bilmek şart hakkaten birçok ayrıntıyı, olayı, durumu, göndermeyi anlayamıyosunuz haliyle. Ona rağmen aile kavramını gözler önüne seren, Yahudi kültürüne de eleştiri babında, sorular eve buna cevap arayan profesörün trajedisi, gelenek ile idealizmin çatışması, yine bomba karakterler, Coenvari durumlar, kara mizah, enteresan bir film efendim. Bu adamlar ne çekse izlerim diyenler için özellikle tavsiye edilir ki şahsım adına filmin başındaki kısa hikaye, hahamın anlattığı sonuçsuz diş mevzusu ve Sy Ableman karakteri için bile izlenir.

 
 Hayatın fizik gibi, profesörün koreli öğrencisine matematikten konuştuğu gibi bir teorisi olmaması, belirsizlik durumu, kitaplarda yazdığının aksine yaşanan olayların, başımıza gelenlerin bir nedeninin çoğu zaman olmaması. Karakterlerin falasıyla ciddi insanlar olamaları, yaşadıklarını birşeylere bağlama isteği, iyi giden işlerin birden sarpa sarıp üstüste yaşanan trajikomik hadiseler ve hayat gibi yine kestirilemeyen finaliyle herşeyde neden-sonuç arayan bizlere öğüt niteliğinde sanki film...

Vizyondan kalkmadan koskoca sinema salonunda benim gibi tek başınıza izleme şansınız da varsa daha bir güzel oluyor, makinistle anlaşıp hatta film arası bile vermeden, yandan hışırtılar gelmeden, zırt pırt yanıp sönen cep telefonları olmadan, mis gibi...

Beşiktaş - Antalya

 

Hiç hesapta yokken güzel bir arkadaşımızın kombinesini alıp gittik Antalya maçına. Guti'nin maçı oğlum tam derken baktık ki riske edilmeyecek, oynamayacak haberi geldi. Hakkaten dün maç boyu saklanan, kenarlara kaçan, sorumluluk almayan Tabata yerine Guti olsaydı daha ilk yarıda maç çözülürdü. Günün en şanssızlığı Quaresma'nın pozisyonları ve gol bulamaması oldu ama inatla üzerine gitti, hırsıyla takımı da ateşledi. Keza Ernst olağanüstüydü dün, akıl dolu pasları, bitmek bilmeyen enerjisiyle vazgeçilmez olduğunu gösterdi yine.

Bobo bu takımda yedek kalmaması gerektiğini tekrar kanıtladı, Zapo yine sırıttı ki Veysel'i bile durduramadı çoğu kez.
Yıllar sonra top oynayan, topa hakim olan, sabırlı oynayan, tribüne güven veren bir takım ve idealist bir teknik adam var ki bütün hafta kafamız rahat hayata devam ettiren, huzur veren birşey sanki hayatını bu takıma göre planlayanlar için...

Antalya için de maç boyu vakit geçirme çabaları çok gereksizdi ki takımı ve tribünleri daha da çok hırslandıran birşey bu ne diye inatla yapılır anlamak mümkün değil. Takım olarak rakip korner atarken bile üç adamını hücumda bekleten Antalya'nın hemen hemen hiç pozisyon üretememesi, orta sahada varlık gösterememesinin sonucu gibiydi sanki. Çok sönük bir futbol vardı ki golü de ikram sonucu attılar. Ben daha dişli bir takım bekliyodum açıkçası. Yıllar önce Şairler Parkı dahil heryerde elini kolunu sallayarak gezen Antalyalıların 10-20 kişi gelebilmesi, kendi aralarındaki sorunlar, ekonomik nedenlerin yanında gereksiz hareketlerinin de bir sonucu olsa gerek. İnönüdeki maçta söyleyin kaç para aldınız teahuratı harbiden ayıptı,hataydı bende maçtaydım ama antalyada camların maç öncesi sonrası taşlanması falan gereksizdi, kimsenin yararına olmadı yani.


Açıkçası derbiler ya da büyük maç diye tabir edilen maçlardansa bu tarz maçları daha çok seviyorum. Ağzıyla içmeyen, bağırın hulaynn tipindeki cins tiplerin sayısı epeyce aalıyo bu maçlarda, tribünlerde daha stressiz olduğundan daha iyi oluyo(du).
 Tribün mevzusunda korkmakta fayda var. Bu seneki ateşleyici transferler ve hüuma yönelik futbol olmasaydı tribünden ses gelirmiydi bilmiyorum. Bu sezonu kurtaran bu nedenler ve pek şahane "gücüne güç katmaya geldik" tezahuratı oldu kanaatimce. Dün de çok güzel söylendi ama diğer teahuratlar çok sönük kaldı, zaten topu topu 4-5 tanesi anca söylenmiştir. Skor 1-1 olduktan sonra zaten bağıran sayısı en fazla 30 falandı. Taraftar profili her geçen gün değişip, tabelacı, şova yönelik, cep telefonu ellerde, kendi futbolcusuna en ufak hatada söven, yuhalayan, büyüğüne küçüğüne saygısı olmayan, biraz alkol aldımmı dünyayı kurtaracağını sanan sözüm ona adamlarla dolmuş durumda.

Tribünde Alen Markaryan eksikliği de büyük ölçüde hissediliyor. Harun da fena olmasa da bişeyler için çabalıyor fakat o etkiyi yaratamıyor kesinlikle. Yıllardır süregelen tribünü alma-verme muhabbetleri, çarşının kapanma-tekrar açılma mevzuları, Ferdi cinayeti ve tabi ki herkesin geri dönüşü için günleri saydığı Optik Başkanın vefatı tribünde büyük yaralar açtı.İşin çorbasına bakan insan sayısında epey bir artış var benim gördüğüm, rant için, şekilcilik için, büyük oranda şov için yapılıyor artık tribün. Yine de hala özveriyle hala maçlara gelen, efendiliğini bozmayan, sadece Beşiktaş diyen sessiz çoğunluk da var ortada bunu Karabük deplasmanında da gördük. Zor da olsa umudumuzu koruyoruz geleceğe yönelik, yapacak başka bir şey yok çünkü.

23 Eylül 2010 Perşembe

Andrei Tarkovsky

İlkelerine bir kez ihanet edersen, hayat her gün seni sorgular. Hayat ile olan saf ilişkini yitirirsin. Bir insanın kendisine karşı hile yapması onun; filminden, hayatından, herşeyinden vazgeçmesi demektir.

“Bu ne zevksizlik, ne saçmalık! Ne iğrenç bir şey! Bence filminiz tam bir fiyasko! Seyirciye biraz olsun yaklaşmıyor bile, oysa en önemli unsur seyirci değil midir?”

Sinema, genellikle anlaşılması zor, yüksek bir yaratıcılık gerilimi içeren bir özgün sanat biçimidir. Bu, ben anlaşılmak istemiyorum demek değil, ama Spielberg gibi, örneğin genel kitle için bir film yapamam. Eğer yapabileceğimi keşfetseydim acı duyardım. Eğer genel bir izleyici kitlesine ulaşmak istiyorsanız, Star Wars ve Superman gibi, sanatla hiç ilgisi olmayan filmler yapmalısınız. Bununla halkın aptal olduğunu söylemek istemiyorum, ama onları memnun etmek için de kesinlikle böyle bir ıstıraba katlanamam. Sinema, insanlığa hiçbir şey öğretemez, çünkü insanlık, hiçbir şey öğrenemeyeceğini, son dört bin yılda yeteri kadar ispatlamıştır...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Derdiyoklar İkilisi – Dadaloğlu



Derdiyok Ali

Sahnede taklalar atıyoruz, atlıyoruz, zıplıyoruz, tam konsantre oluyoruz. İnsanların karşısına çıktığımda, kendimi kaptırıp gidiyorum. Onlara öyle bir güç hissettirmem lâzım ki, hepsi bana baksın, beni izlesin, sazımdan, sözümden, sohbetimden bir şeyler alsın… Önce yarım saat türkülerimizden, deyişlerimizden okuruz. Ankara misketine bir girdik mi, motor gibi devam ederiz, pat diye oyuna, halaya geçeriz, “halay bizim çekelim / dizilelim sekelim” deriz. Akın akın piste dolarlar, masada kimse kalmaz, çekirge gibi oynarlar. Mehmet’in şovu da dünyanın hiçbir yerinde yok. Davulu bırakıp yerlerde solo atar. Düğün videolarımız YouTube’da on binlerce kere tıklanmış. Ama bizde daha ne tiyatrolar, ne skeçler var. Bayanlar beni kucaklarına alıp masaların üzerine atarlardı. Halaylarda elimde gitarla başı ben çekerdim, yüzlercesi peşimden oynardı. Bunların hiçbiri yok YouTube’da.

(Ali Ekber Aydoğan, Roll 122)

Replik

 

- Gençken enerjin sonsuzdur... Einstein olabilirsin, DiMaggio olabilirsin ama olabileceklerinin yerini olduklarının aldığı yaş geldiğinde... Einstein degilsindir, DiMaggio değilsindir.hiçbir şey değilsindir...

-confessions of a dangerous mind / tehlikeli aklın itirafları-

20 Eylül 2010 Pazartesi

Derbinin Ardından

 
Bu Fener - Beşiktaş maçları özellikle son yıllarda bence rakipsiz oldu heyecanı, daha çok gerilimi, tribün arası çekişmeleri vb. bakımından. Futbol kalitesi nerde aga diyenleri Premier lige buyur ediyoruz keza kalite falan hak getire. Hele ilk yarı horoz dövüşünden beterdi, hakemin kontrolü kaybedip ne yapacağını şaşırmasının ardından, mahalle maçını aratmayan hareketler, bağırış çağırışlar gördük. Neyse ki Emre denen karakter yoksunu futbol katili ikinci yarı çıktı da biraz sinirler yatıştı. Rkibin orta sahası da bu herifin çıkmasıyla düştü denedibilir. Aykut'un en büyük hatası bu ve gol yiyene kadar oyuncu değişikliği yapmaması oldu. Üzülmez'in joker olarak sağ beke geçmesiyle Dia silindi, burda olası Stoch değişikliği bir nebze hareket getirebilirdi kontra şansını pek kullanamayan Fener için.

Kopuk kopuk da olsa Beşiktaş güzel sinyaller verdi, hele Guti, oyunu okuyuşu, muazzam pasları ve hareketleriyle mest etti beni şahsen. Senelerdir Delgado benzeri adamları yıldız diye kakalayanlara sromak geliyor bu adam ne peki diye. Quaresma ikili üçlü sıkıştırmalara rağmen performansı genel olarak beğenilmese de ben çok beğendim, Ernst herzamanki gibiydi, Aurelio ortalama denebilir lakin Necip'e yanmamak elde değil. İlerde Nobre yerine Bobo ile başlasak şahane olacaktı, yine Nihat da görev yeri itibariyle verim alamadaığımızdan yanlış seçimdi sanki. En çok düşündüren savunmanın dengesizliği, bu takım daha güçlü ve güvenilir bir savunmayı hakediyor. Bu seneki oyun kurgusu ve hücuma yönelik taktik nedeniyle çok pozisyon versek de uzun zaman sonra Beşiktaş gibi oynuyoruz, o silik, sıkıcı görüntüden kurtulup izlerken keyif veren, pozisyona giren, takım olarak baskı yapan, kısa ve hızlı paslarla rakip kaleye nüfus eden bir takım iliyoruz çok şükür. Maç sonrası insanların sevinci de bu yüzdendi, her ne kadar gudik spor yazarları ve bazı artniyetli rakip taraftarlar bak ulan adamlar beraberliğe sevindi demelerini normal karşılıyorum açıkçası anlamalarını da beklemiyorum.
Maçın tribün açısından da Fenerbahçenin yıllardır süregelen değişimi ve çeşitli sorunlar nedeniyle taraftar desteği minimumda. Deplasman taraftarı olarak da bizimkilerin gücüne güç katmaya geldik teahuratı şahaneydi kuşkusuz ki bunun gittiğimiz Karabük deplasmanında olağanüstü şekilde sinyallerini vermiştik. Maç öncesi saygı duruşundaki küfür olayı ise artık can sıkmaya başladı. Ne yazıkki tribündeki başıboşluk ya da herkesin kafasına göre takılma hali yüzünden bu gibi olaylar çok sık yaşanmaya başlandı. Bie yakışmıyor, iğrenç hareketler tek kelimeyle.

Velhasıl Beşiktaş güzel günler gösterecek gibi, görmesek de canları sağolsun dedirtiyo keratalar. Yeter ki Deli İbrahim gibi formanın hakkını versinler, formayı terletmeden sahadan ayrılmasınlar.

Dans Et Şampiyon!..


 Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. Çocuklar için salla yumruklarını.
Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. Şu alçağın işini bitir!
Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için…
Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. Savaş onlar için şampiyon. Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!
Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi. Sokaktaki insanlar kurtardı seni. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!
Bu ring ikinize fazla. Hadi bitir işini, suratını paramparça et. Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına!
Hadi yavrum salla yumruklarını! Muhammet Ali’yi hiçkimse yenemez, hiçkimse. Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.
Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!

*Muhammed Ali Clay'in antrenörü Drew Bundini Brown tarafından George Foreman ile yapacağı maç öncesi yapılan konuşma

Çev.: Hakan Albayrak, 1989, Çete dergisi
**

Vietnam için askere gitmeyi reddeden, Olimpiyat madalyasını Ohio nehrine fırlatan; Amerikan emperyalizmini, ırkçılık virüsünü tokatlayan, yüzyılın gördüğü en soylu yiğitlerden biri, tarihin en büyük sporcusu; tek, gerçek ve tek gerçek şampiyon, şair boksör Muhammed Ali’nin boks lisansı elinden alınmıştır. Yaklaşık beş yıl boyunca maç yapamayan Ali, Amerika dışında, öz yurdunda, Zaire’de bir maç için King-Kong lakaplı ağır sıklet boks şampiyonu George Foreman’la randevulaşır.
ALİ BOMA YE! – Ali onu öldür!” sloganları hep dillerdedir.

30 Ekim 1974’te yapılan bu maç, aynı zamanda Türk televizyon tarihindeki ilk canlı yayındır. Kıbrıs Savaşı’ndan yeni çıkmış ve kazanmayı yeni yeni hatırlamaya başlayan bir millet, öz çocukları kadar sevdiği büyük şampiyonun naklen yayındaki maçı için televizyonları başındadır. Vietnam Savaşı’nı, Amerikan emperyalizmini, ırkçılığı, kısacası tüm bir Amerika’yı ve tabi ki George Foreman ve Sese Seko Mobutu’yu yere seren Muhammed Ali, Murat Zelan’ın deyimiyle, Türk halkının Kıbrıs zaferini cilalamıştır.
Çok merak uyandırır gerçekten Türk halkının Muhammed Ali hayranlığının birçok nedeni olduğu açık keza ben canlı olarak izleyemesem de acayip severim, okurum araştırırım, belgesellerini ilerim ki bu kadar kendine güvenen, bu kadar fenomen bir adam dünyaya zor gelir bence.
Burdan az çok ilgilenenlere de "When We Were Kings" adalı belgeseli hararetle tavsiye ederim. Adamın özellikle en ciddi yerlerdeki çıkışları, basın toplantılarındaki esprileri, muhabirleri gıcık edip göt edişi falan beni benden aldı, sizi de alsın...

6 Nisan 2010 Salı

Big Brother Bizi İzliyor !


Günümüzde medya aracılığıyla zihinlerle dalga geçercesine oynandığı, abidik gubidik gündemlerle, teknolojiyle, doğal uyuşturucularla, futbolla, televizyonla uyuşturulduğumuz dünyada bugün gazetelerde çıkan haber hakakten şaka gibi düştü, bomba gibi değil. George Orwell ve 1984 akla geliyor hemen, ileri görüşü, teşhis ve tespitlerine daha bir saygı duyuyor insan...

Aşağıdaki linkten, okunabilir, üzerine su içilerek.
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/14329041.asp?gid=373

Yani diyorki büyüklerimiz ayağınızı denk alın, herşeyi kurcalamayın, bizim size çizdiğimiz sınırlar dahilinde efendi efendi takılın, merak etmeyin, yoksa...



Küçük Amerika diye yıllardır dillendirilir, aslında hemen hemen tüm sözümona modern toplumlarda, kültürlerin yokoluşu, benliğin yitirilmesi, maneviyat kaybı, rekabet adı altında insanların yarış atı misali koşturulması, tek tip toplum yaratılması açık seçik meydanda. Bunun akabinde tabi kentsel dönüşüm projeleri ile kültürel zenginliklerin silinmesi,kitle iletişim araçlarıyla toplumun büyük kesiminin pasifize edilmesi, tıpkı Abd'de görüldüğü üzere iki kutuplu bir yaşam-düşünce yapısı yaratılması, Cumhuriyetçi-Demokratlar gibi iki sınırlı yapıda insanların idame ettirilmesi. Sürekli yiyen, tüketen, kafası gudik şeylerle doldurulmuş,anti-depresanlarla- uyuşturucularla etkisiz hale getirilmiş, tepkisiz toplumlar yaratmak. Bunun çevresinde tabi biraz olsun tepki koyanlara uygulanan aşırı şiddet, devlet düşmanı babında etiketlemeler, bolca komplo teorileri, korku toplumu temellerini oluşturdu bile. Hala bazıları, açılımdan-saçılımdan, hükümetin insan hakları alanında yaptığı şeylerden falan bahsediyo, bir yanda hala işkence ve insan haklarında hala en tepede olmamıa ya da ulan bu adamlar daha parti içi demokrasiyi sağlayamamış ülkede nasıl sağlayacak demeden hap gibi yutuyoruz. Afiyetle...

Hayat Neden Şekil Yapıyor ?


Feridun Düzağaç abimiz "fd 7"yi yapmış, herzamanki kelime oyunlarıyla sana meyilim var diyerekten yine yapmış yapacağını.
Bazı albümler vardır hani akşam saatlerinde iyi gider, uykuya hazırlık manasında adamı yumuşatır, güzelleştirir icabında, bu da aynen o şekil olmuş.
Ağır Ağır, Mütemadiyen Ağlıyorum, Rüya ve özellikle 'Hayat Neden Şekil Yapıyor' şimdiden favori parçalar arasına eklendi bile. Bir önceki albüm "Uykusuza Masallar" şahsen apayrı bir yerde bence, o daha iyi bu daha kötü dememek lazım, dinlemek lazım...

ilk klip sıcağıyla çoktan çalmaya başladı, hayır olsun inşallah. mütemadiyen güneşli günler...

24 Mart 2010 Çarşamba

Irvine Welsh ve Trainspotting



Nihayet adam gibi çeviriyle yer altı edebiyatının ganimetlerinden, bir Irvine Welsh güzellemesi Trainspotting raflarda yerini aldı. İncil'den çok satılması gereken kitap diyerek yüceleştirilen, kült mertebesine çok önceden ulaşan, filmi sayesinde Renton rolüyle Ewan McGregor'u daha bir sevdiğimiz, müziklerine taptığımız, Robert Carlyle abimizle özdeşleşen Begbie fenomenini tanıma fırsatı bulduğumuz, Danny Boyle ismine ilk kulak kabarttığımız şaheser.

Britanya'nın süslü coğrafyasında haklarında pek bir şey öğrenemediğimiz İskoçların bilinçaltlarına bizzat okulu terkedip punk hareketine giriş yapıp yol alan Welsh'in kendi kaleminden okumak ayrı keyif olsa gerek.
"Dibe vurmaktan çekinmeyenlerin öyküsü" diye tabir edilen güzelim eser...


'BEN HAYATI SEÇMEMEYİ SEÇİYORUM'
''Hayat sıkıcı ve anlamsız. Büyük umutlarla başlıyoruz, sonra çuvallıyoruz. Hepimiz bir gün büyük sorulara cevap bulamadan öleceğimizi keşfederiz. Hayatımızın gerçeğini farklı biçimlerde yorumlayacak dolambaçlı düşünceler geliştiririz, bedenimizle büyük şeylere, gerçek şeylere dair kayda değer bir bilgiye uzanmaksızın. Aslında, kısa ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayat yaşar, sonra da ölürüz. Kendimizi her şeyin tamamen anlamdan yoksun olmadığına inandırmak için hayatlarımızı bokla doldururuz; kariyerle, ilişkiyle falan...


… Bizi seç. Hayatı seç… Çamaşır makinesi seç, araba seç, bir kanepeye oturup ağzına berbat şeyler tıkıştırarak beyin uyuşturucu ve ruh çökertici aptal televizyon programları seyretmeyi seç. Bir huzur evinde üzerine sıçıp işeyerek çürümeyi, bencil ve kafayı yemiş çocukların için bir utanç kaynağı olmayı seç. Hayatı seç.

İyi de, ben hayatı seçmemeyi seçiyorum.''

10 Mart 2010 Çarşamba

The Darjeeling Limited

Her filminde renkleriyle, enteresan karakterleri, muhteşem müzikleriyle anında uyandığımız Wes Anderson'un hastasıyız aabi!..


Peter: I love the way this country smells. I’ll never forget it. It’s kind of spicy.

5 Ocak 2010 Salı

Soul Kitchen Ulan!..

 

En nihayetinde geç de olsa Fatih Akın'ın filmi salonlara geldi, ortalık şenlendi... Ulan bir bar açsam diye hayal kuran binlercesini yine fişeklemiş, afrodizyaklı tatlılarla mideleri kıymıştır bu film an itibariyle...
 Filmden dönmüş, falasıyla memnun kalmış bulunuyorum. Beklentileri karşılayan, heramanki gibi bu adam ne yapsa izlenir dedirten film olmuştur.
Derinlemesine tek tek bişeyler karalamaktansa kısa kısa bahsetmek farz diye düşünüyorum, en aından gitmeyi düşünenlere ayıp olmaması babında.

Bir kere ilk başta daha çok konuşulacak olan müziklerden bahsetmek lazım. Filmin ruhunu işleyen, hemen her Fatih Akın filmi gibi eserin bir parçası haline gelmiş, filme değer katan bir unusr yine müzikler hatta daha falası. Hakkaten muhteşem seçimler olmuş ki hem müzik danışmanı hem de Fatih Akın bildiğim kadarıyla bu seçimleri yapmış, ellerine sağlık diyelim. Tez vakit soundtrack albümü alınacaklar listesine eklene...

Yine bir iki yerde St.Pauli göndermeleri gözden kaçmadı tabi. Yaşadığı ve Adam ile beraber büyüdükleri Hamburg'un kenar mahallelerine kamerayı çevirmiş, orda geçen hikaye, hayatlar komedi ekseninde harmanlanmış. Şahsen bir an bile sıkılmadım ama arkamdaki teyzeler ilk yarı biraz sıkılsalar da filmin ikinci yarısı onları bile coşturdu. Darısı sizlerin başına:)



Oyuncular yine bildik tanıdık isimler olsa da hepsi işini falasıyla iyi yapmış, sırıtan bir performans yok keza abartılı oyunculuklar da yok. Adam Bousdoukos kendi hikayesini anlattığından olsa gerek şahaneydi, Moritz Bleibtreu yan karakterlerden olsa da kumar tutkunu arıza Yunan karakter olarak başarılı, bıçak ustası-püf noktacı şahane aşçı Shayn rolünde Birol Ünel mükemmel denebilir ki filmin en başarılı oyunculuğu bence ona aitti. Yine ikinci karakterim filmde Sokrates oldu. Saç-sakal karışmış, mekanın arka tarafında kira vermeden yaşayan, yiyip-içen, kapitalist pzevenbklere gününü gösteren kişi olan karakterin Demir Gökgöl olduğunu filmin bitişindeki şahane jeneriklerde görebildik anca. Diğer karakterler, yan unsurlar da gayet güel işlenmiş.
Kara mizah da var, aşk da, eğlence de var cenaze de...
Ayriyetten kemik kıran Kemal rolünde Uğur Yücel'in ufacık sahnesi de yakışmış ki aynısını birebir Fatih Akın yaşamış yanılmıyosam. Bu şekilde ordan burdan derlediklerini, yaşadıklarını, duyduklarını aslında zor olanı kolaya çevirerek enfes harmanlıyor önümüze sürüyor yönetmen, hastasıyız.
afiyet olsun der, hararetle öneririm...

29 Aralık 2009 Salı

Bidıl Limuzin



Bildiğimiz Vosvosu tahmin etmekte güçlük çekilmeyecek şekilde Ordu ilinde limuzin yapmış abiler, yabancı forumlardan görüp, aşırdım.
Eskiden beri tospağaların hastasıyım, kendine has kokusu, sempatik dış görünüşü, Herby efsanesiyle, büyük versiyonunun hippilere, çiçek çocuklarına ev sahipliği yaptığı koca bir dönemle efsanedir, can'dır bizler için.
Daha da manyaklık derecesinde sevenleri, bırakamayanları var aşağıda görüldüğü gibi.
Bildiğim kadarıyla yıllardır ankara dahil birçok yerde vosvos club tarı oluşumlar var, bunlar her yıl toplanır pıtır pıtır gezerler konvoy halinde, pek de güzel görünür canına yandığım:)


Unutulmaz Sahneler #3


Reservoir Dogs

Tarantino'yu üne kavuşturan film olarak bilinen meşhur soygun filmi. Soygun ve boka sarma konusunda üstüne yoktur heralde. Kendileri Quentin abimizin Pulp Fiction şaheserinden sonra ikinci sırada gelir benim için.
Filmde birçok sahne var hele ki filmin açılış sahnesi zaten 10 numaradır, Buscemi'nin ön planda olduğu bahşiş verelim mi vermeyelim mi temalı diyaloglar yıkıp geçirir, yine soygun öncesi jazırlık safhasında Mr.Pink niye ben oluyorum diyerek Buscemi yarar adeta. Bu iki sahne şahanedir ama filmin fotoğraftaki sahnesi artık Beatles'ın Abbey Road fotoğrafı gibi kült mertebesine ulaşmış bir an'dır aslında. Afişleri, blogları, dört bir yanı süsler...