Beşiktaş olarak talihsiz bir kura çekerek Kerem Tunçeri gibi takviyeler ve yükselen grafiğiyle formunun üst noktalarındaki Efes ile eşleştik. Pek şansımız olduğunu düşünmüyorum açıkçası. En güzel maç ise Fenerbahçe ile Telekom maçı olacak gibi, Digitürk dalgasının basketbolu da eline geçirmesi nedeniyle yıllar sonra Basketbol Ligi zevkinden de olmuştuk. Neyseki kupa sayesinde sağlam maçlar izleyeceğiz. Fenerbahçe Cibona deplasmanında galibiyet çıkardı 3 kulvarda ilerlerken Telekom da istikrarsız oyununu bir nebze düzeltti gibi. Kuralar nasıl olur bilmem ama finalde Efes-Telekom olsa şahane olur gibime geliyo basketbol seyri açısından tabi. Yoksa gönlümüz Beşiktaş-Fener ya da Galatasaray derbisinden yana.
İzmirliler kombinelerini alıp kurulsun mis gibi canlı canlı izlesinler...
Yarın İzmir'de başlayacak ve 3 gün sürecek Teknosa Türkiye Kupası sekizli final maçları NTV Spor ekranlarında olacak.
Teknosa Türkiye Kupası Sekizli Fina maçları 20-22 Şubat tarihleri arasında İzmir Halkapınar Spor Salonu'nda oynanacak ve karşılaşmalar NTV Spor'dan canlı yayınlanacak.
Aliağa Petkim, Antalya Büyükşehir Belediyesi, Beşiktaş Cola Turka, Efes Pilsen, Erdemir, Fenerbahçe Ülker, Galatasaray Cafe Crown ve Türk Telekom takımları 'Sekizli Final'de mücadele edecek.
Devlerin eşleştiği ilk turda canlı yayın Cuma günü saat 16:00'da Galatasaray Cafe Crown-Antalya Büyükşehir Belediyesi maçı ile başlayacak. Ardından 18:15'te Beşiktaş Cola Turka – Efes Pilsen, 20:30'da ise Fenerbahçe Ülker-Türk Telekom karşılaşması canlı yayınla NTV Spor'da olacak.
Teknosa Türkiye Kupası'nın yarı final maçları Cumartesi 15:00 ve 17:15'de oynanacak. Final ise Pazar 16:00'da başlayacak. Yarı final maçları ve final karşılaşması da NTV Spor'dan canlı yayınlanacak.
20 ŞUBAT CUMA
13.45 ERDEMİRSPOR-ALİAĞA PETKİMSPOR
16.00 G.SARAY CAFE CROWN – ANTALYA B.B. (NTV SPOR – CANLI)
18.15 BJK COLA TURKA – EFES PİLSEN (NTV SPOR – CANLI)
20.30 F.BAHÇE ÜLKER – TÜRK TELEKOM (NTV SPOR – CANLI)
21 ŞUBAT CUMARTESİ
15.00 YARI FİNAL 1. MAÇ (NTV SPOR – CANLI)
17.15 YARI FİNAL 2.MAÇ (NTV SPOR – CANLI)
22 ŞUBAT PAZAR
16.00 FİNAL (NTV SPOR – CANLI)
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
19 Şubat 2009 Perşembe
18 Şubat 2009 Çarşamba
Beleştepe
Bu bloga da adını veren, Nuri Bilge Ceylan'dan laf çalarak; bizim tutkuyla sevdiğimiz yalnız ve güzel takımımızı izlediğimiz, bazen sevinip paso keder dediğimiz, semtte maçın havasına girip tarif edilemeyecek güzellikte hislerle yürüdüğümüz Dolmabahçeden akın ettiğimiz mabedin en orjinal tarafıydı Beleştepe.
Dillerden düşmeyen endüstriyel futbol ne menem birşey ise kapitalizm gibi herşeyi sıradanlaştırıp farklılıkları yok ederek, her şeyi-her rengi birbirine benzeterek ilerlerken olan olmuştu. Garibanın, ekmeği taştan çıkaranın, balicinin dahi bir umutla koşup yarım porsiyon aydınlık uğruna bulunduğu bambaşka bir fenomendi Beleştepe. Bunu bile insanlara çok görmek, insanlarla sevdaları arasına duvarlar örmek, demirden setler çekmek ne kadar da tanıdık geliyor. Stadın ve semtin her tarafında yükselen kuleler, iskelede yıkılan çay bahçeleri, çok sevdikleri tabirle cazibe merkezleri, Serdar Bilgili'nin bayıldığı butik stad hesabı, Akaretler'de lüks mekanlar hepsi aslında bunların bir parçası...
Son olarak İnönü'de Galatasaray maçı hatırlıyorum, kapalıdan beleştepe diye seslendiğimiz ve Siyah-Beyaz çektiğimiz karşılıklı. Bu güzel manzaraları kaldıramıyorlar yönetici sıfatındaki çapsız herifler. Ne varsa alıyorlar elimizden, geçtiğimiz haftasonu en ucuz bilet olan kale arkası biletleri 50 lirayken bir baba nasıl olur da oğlunu alıp getirsin, yemek yedirip yol parası versin. Hala bunu idrak edemeyenler, bizi İngiltere'yle kıyaslayanlar var ki son araştırmalarda ada'da bile binlerce futbolsever bezmiş durumda. Futbolun doğuşunda kriketle zaman öldüren elit kesim futbolun büyüsünün ve gücünün farkına varır varmaz pis ellerini sürmeye başladılar, ellerine de geçirdiler.
Ne zaman oyuncaklarından sıkılıp kenara atacaklar bilinmez, biz bir an evvel haftaiçinden içimizin içimize sığmadığı, konfetiler hazırladığımız, bilet kuyrukları beklediğimiz, güle oynaya stada yürüdüğümüz, yeşil zemini görür görmez kendimizden geçtiğimiz günleri herşeye rağmen sabırla bekliyoruz, en azından gelecek nesillere güzel şeyler anlatabilmek, bu güzellikleri onların da görebilmeleri için...
Fotoğraf için http://geckalma.blogspot.com/ adresteki güzel arkadaşa teşekkür ediyorum, fotoğrafı kendi bloguna koymak yerine benim bloga daha yakışacağını düşündüğü için.
blogunu ısrarla tavsiye ediyorum efenim, muhabbetle...
Dillerden düşmeyen endüstriyel futbol ne menem birşey ise kapitalizm gibi herşeyi sıradanlaştırıp farklılıkları yok ederek, her şeyi-her rengi birbirine benzeterek ilerlerken olan olmuştu. Garibanın, ekmeği taştan çıkaranın, balicinin dahi bir umutla koşup yarım porsiyon aydınlık uğruna bulunduğu bambaşka bir fenomendi Beleştepe. Bunu bile insanlara çok görmek, insanlarla sevdaları arasına duvarlar örmek, demirden setler çekmek ne kadar da tanıdık geliyor. Stadın ve semtin her tarafında yükselen kuleler, iskelede yıkılan çay bahçeleri, çok sevdikleri tabirle cazibe merkezleri, Serdar Bilgili'nin bayıldığı butik stad hesabı, Akaretler'de lüks mekanlar hepsi aslında bunların bir parçası...
Son olarak İnönü'de Galatasaray maçı hatırlıyorum, kapalıdan beleştepe diye seslendiğimiz ve Siyah-Beyaz çektiğimiz karşılıklı. Bu güzel manzaraları kaldıramıyorlar yönetici sıfatındaki çapsız herifler. Ne varsa alıyorlar elimizden, geçtiğimiz haftasonu en ucuz bilet olan kale arkası biletleri 50 lirayken bir baba nasıl olur da oğlunu alıp getirsin, yemek yedirip yol parası versin. Hala bunu idrak edemeyenler, bizi İngiltere'yle kıyaslayanlar var ki son araştırmalarda ada'da bile binlerce futbolsever bezmiş durumda. Futbolun doğuşunda kriketle zaman öldüren elit kesim futbolun büyüsünün ve gücünün farkına varır varmaz pis ellerini sürmeye başladılar, ellerine de geçirdiler.
Ne zaman oyuncaklarından sıkılıp kenara atacaklar bilinmez, biz bir an evvel haftaiçinden içimizin içimize sığmadığı, konfetiler hazırladığımız, bilet kuyrukları beklediğimiz, güle oynaya stada yürüdüğümüz, yeşil zemini görür görmez kendimizden geçtiğimiz günleri herşeye rağmen sabırla bekliyoruz, en azından gelecek nesillere güzel şeyler anlatabilmek, bu güzellikleri onların da görebilmeleri için...
Fotoğraf için http://geckalma.blogspot.com/ adresteki güzel arkadaşa teşekkür ediyorum, fotoğrafı kendi bloguna koymak yerine benim bloga daha yakışacağını düşündüğü için.
blogunu ısrarla tavsiye ediyorum efenim, muhabbetle...
Keny Arkana - La Rage du peuple
Henüz bir iki yıldır tanımaya başladığımız Keny Arkana'nın kitlelere kendisini tanıtmasını sağlayan şahane şarkı ve bir o kadar güzel klibi, hala tanık olmamış ya da daha önceden bilip de tekrar tekrar dinlemek isteyenler için buyursunlar;
bir de ilk albümünde boş bir tane bile şarkı yok bu arkadaşın, yine fransızcanın rap müzik için yakıştığını da söylemeden geçemeyeceğim. Aktivist Keny Arkana'dan yeni dünya düzenine, yükselen duvarlara, eli silahlı polislere, barışa, isyana dair hakkaten harekete geçiren tam gaz bir parça. Klibin sonunda duvarlarda yazan "kavga bir cember gibi her bir noktasinda baslar ama asla bitmez" (subcomandante marcos) yazısıyla başladığı gibi tamamlanıyor, bomba rap şeklinde geliyor:)
La Rage du peuple - halkın öfkesi/isyanı
Scarlett Johansson
Kendisiyle ben ve birçokları için tanışma anı Godfather serisiyle sinemada ustalığı pekişen Francis Ford Coppola'nın yönetmenlikte ilk çağlarını yaşayan kızı Sofia Coppola'nın şahane filmi olan Lost in Translation ile olmuştu. Yine pek sevdiğimiz usta aktör Bill Murray ile birlikte memleketlerinden uzaklarda, yalnız iki insanı, iletişimsizliğin tavan yaptığı bir yerde harika anlatıyordu bizdeki adıyla Bir Konuşabilse.
Ağır ilerleyen, hayat koşturmacasında biraz durup sorular sorabilen, çıkarımlar yapabilen insanları buluşturan naif bir filmdir, can'dır...Film senaryo dalında oscar alsa da diğer festivallerde ve Bafta'da Murray ve Scarlett'e birçok ödül getirdi.
Filmde Amerikan sinemasının çok başvurduğu bir yol olan farklı olanı göze sokma özellikle de uzakdoğulularla dalga geçme babında benzer sahneler olsa da Lost in Translation'da aksine filmi itici kılmayan aslında epey güldüren sahneler olmuştu iti raf ediyorum ayrıca...
Bill Murray'in mimikleriyle dahi güldürebilen oyunculuk dersinin yer aldığı, uzakdoğuya reklam filmi için gelmiş bıkkın bir adam rolünde reklam çekimlerinde yaşananlarla filmde zaman zaman kopartmıştır.
Bu filmden önce Coen Biraderlerin güzelim filmi The Man Who Wasn't There'de rol kaan ablamızın esas çıkışı Lost in Translation ile oldu. Meşhur resimden yola çıkılarak yapılan İnci Küpeli Kız'da yine son dönemlerinin aksine fazlasıyla doğal ve şahaneydi. Ardından daha önce uğruna özel topicler açtığımız, hakkı verilmeyen A LOve Song for Bobby Long'da Pursy rolüyle Travolta ile mükemmel bir ikili olmuşlardı. Şimdiye kadarki süreç Johansson'un bana kalırsa en doğal olup en başarılı filmleriydi zamanla olaylar gelişir, popüler filmler gelir laki onlar da boş filmler değildir. Woody Allen'ın yeni dönem çetrefilli filmi Match Point, The Island, Scoop, The Prestige, The Other Boleyn Girl ve son olarak sinemalarda gösterim bulan Vicky Cristina Barcelona. Onu yine ilk olarak göreceiğimiz proje ise Sin City'nin yaratıcısı, büyük sanatçı Frank Miller'in yine Sin City'yi atmosferi ve çizgileriyle andıran The Spirit. Yazar ve çizer Will Eisner'İn 40'lı yılların kült çizgi serisi The Spirit gösterim şansı bulduğu yerlerde ise tam bir hayalkırıklığı olarak tanımlanmış şu ana dek. Kara film atmosferini yakalayan, Frank Miller'in Sin City ile sinemaya aks eden çizgi roman estetiğine rağmen yeterli bulunmamış, bakıp görelim efenim.
Scarlett için popüler filmler güzelliğinin de etkisiyle yağmur gibi yağsa da bir oyuncu olarak oynadığı filmlere bakarak seçici davrandığını görebiliriz ki bu da ayrı bir sevme nedeni olabilir.
Scarlett Johansson, Tom Waits şarkılarının cover'larından oluşan 'Anywhere I Lay My Head' bir albüm de çıkarmıştı ki kavır'lar pek beğenilmese de popüler holivud aktrislerinden farklı olduğunu bir kez daha kaıtlaması adına şık bir hareketti.
Bu, Johansson'un ilk şarkıcılık deneyimi değil. Genç oyuncu geçen yıl bir yardım kampanyası kapsamında yayımlanan 'Unexpected Dreams: Songs From the Stars' adlı albümde de Gershwin kardeşlerin ünlü 'Summertime' şarkısını yorumlamıştı.
Dileğimiz daha çok bağımsız yapımlarda yer alsın, slikon işine falan hiç girmesin, hiç yaşlanmasın diyeceğim ama onu hep Lost in Translation ile hatırlayacağımdan da kuşkum yok öte yandan...
17 Şubat 2009 Salı
Trabzon Maçı Ardından...
Haftasonu Beşiktaş birçokları gibi bizi de şaşırttı. Maçın başlamasından son saniyesine kadar bitmek bilmeyen hırs, rakibi boğma, yardımlaşma, araya girme, pas yaparak çıkma, hafif sert müdehalelerle de sindirmeyle oyunu domine ettik.
Ve bu kadar baskılı tek kale geçen maçtan 3 puan çıkaramadık ki yazık oldu hem de çok...
Beni en çok düşündüren 1 günü diğerini tutmayan Beşiktaş'ın büyük ihtimal bu hafta eski verimsiz futboluna dönecek olması ki umarım yanılırım.
Maça dönecek olursak geçmişte Tigana ve Ertuğrul'a demediğimizi bırakmadık korkak diyerek ki berbat top oynuyoduk orası bir gerçek. Lakin Denizli döneminde de hiçbir fark yok, hatta bir sistem olduğundan bile kimse emin değil. GEçen haftaki Konya maçı mesela, pozisyona dahi gremeden, şut bile atılamadan biten koskoca 90 dakika ve buun gibi birçok maç, özellikle de deplasmanda süregelen silik futbol.
Deplasmana gelen Trabzon çift santrafor ve Yattara ile oynarken mutlak galibiyet için sahaya çıkan Beşiktaş ise tek santrafor ile oynuyor, kanat adamlarınız ofansif olur, pozisyon yaratır, yaratıcı oyuncular olur eyvallah, tek forvet sorun değil. Ama orta sahada dolanan Yusuf, sağ kanatta sezon başından beri top ezmekle uğraşan Serdar Özkan ve sol kanatta da sınırlı kapasitesini hırsıyla kapatmaya çalışan İbrahim Üzülmez varken olacak gibi değil. Onu geçtim bu kadar üstün olduğun ve gol beklediğin maçta Cisse-Ernst ve Sivok üçlüsünün birden oynaması ki burda kenarda durması gereken Cisse'dir, büyük handikap.
Bir de yan toplar, duran toplar mevzusu var, ligde rekor sayıda korner ve yan top kullanmamıza rağmen yanılmıyosam gol sayımız sadece 2. u fırsatları Alex ve Fenerbahçe bulsa bunun 5 katı gol bulacaklarından eminim. Kornerler sürekli bir ön direğe kısa atılıp harcanma hovardalığında, onun dışında kaleyi yoklayacak şut atacak adam sayısı diğer rakiplere göre çok az bu da bir gerçek.
Maçta en umut veren hadise ortalığı hallaç pamuğu gibi atan Ernst oldu benim için. İleri geri durmadan çalışan, top çalan, yerinde müdehaleler yapan, zaman zaman şut çeken, hırsıyla Zago'yu andıran ve yönetimin 40 yılda bir de olsa isabetli bir transfer yaptığı Fabien Ernst.
Birçok şey yazıldı ama yine Cem Dİzdar Zago görünümlü Giunti benzetmesiyle yoruma mahal bırakmayan yorumunu yapmış;
Zago görünümlü Giunti
Onu ilk Antalya’yla oynanan kupa maçında izlediğimde “Kime benziyor stili?” diye düşündüm. Yanıtım, Carlos Alberto Zago oldu. Son Trabzon maçındaki tatlı sert stiliyle bu fikrim değişmedi ama üzerine bir de Federico Guinti ekledim. Zago’nun sert duruşu, Guinti’nin sezgisel tarzı. Rakip daha atağa çıkmadan ne olacağını kestirip orada bitiverdi Ernst. Her topa korkusuzca uzattı ayağını ve ayak uzattığı hemen her topu kontrolüne aldı. Beşiktaş’ta forma giyen bu tarz biri olarak aklımda Zlatko Yankov kalmış ama o Ernst’e göre biraz daha yumuşaktı. Ernst de onun gibi basit, sade ve tamamen takıma dönük oynuyor. Kontrol ettiği topları hep işlerlikli kullandı. Beni baştan çıkaran hamlesi ise sanırım 80’lere doğru oldu. Kapalının önünde Trabzon yarı alanında üst üste üç ikili mücadeleye girdi, düştü kalktı, bastı kovaladı. Top o ara taca çıkınca, tedirgin olan hakem Yunus Yıldırım “Sakin oyna” işareti yaptığında Ernst’in yanıtı, sakince ve efendice kaldırdığı sağ el başparmağıyla “Tamamdır, her şey yolunda” anlamına gelen “OK” işareti oldu. Ben, “Nihayet izlenecek bir adam bulduk” diye sevinmedim desem yalan olur.
Cem DİZDAR
Ve bu kadar baskılı tek kale geçen maçtan 3 puan çıkaramadık ki yazık oldu hem de çok...
Beni en çok düşündüren 1 günü diğerini tutmayan Beşiktaş'ın büyük ihtimal bu hafta eski verimsiz futboluna dönecek olması ki umarım yanılırım.
Maça dönecek olursak geçmişte Tigana ve Ertuğrul'a demediğimizi bırakmadık korkak diyerek ki berbat top oynuyoduk orası bir gerçek. Lakin Denizli döneminde de hiçbir fark yok, hatta bir sistem olduğundan bile kimse emin değil. GEçen haftaki Konya maçı mesela, pozisyona dahi gremeden, şut bile atılamadan biten koskoca 90 dakika ve buun gibi birçok maç, özellikle de deplasmanda süregelen silik futbol.
Deplasmana gelen Trabzon çift santrafor ve Yattara ile oynarken mutlak galibiyet için sahaya çıkan Beşiktaş ise tek santrafor ile oynuyor, kanat adamlarınız ofansif olur, pozisyon yaratır, yaratıcı oyuncular olur eyvallah, tek forvet sorun değil. Ama orta sahada dolanan Yusuf, sağ kanatta sezon başından beri top ezmekle uğraşan Serdar Özkan ve sol kanatta da sınırlı kapasitesini hırsıyla kapatmaya çalışan İbrahim Üzülmez varken olacak gibi değil. Onu geçtim bu kadar üstün olduğun ve gol beklediğin maçta Cisse-Ernst ve Sivok üçlüsünün birden oynaması ki burda kenarda durması gereken Cisse'dir, büyük handikap.
Bir de yan toplar, duran toplar mevzusu var, ligde rekor sayıda korner ve yan top kullanmamıza rağmen yanılmıyosam gol sayımız sadece 2. u fırsatları Alex ve Fenerbahçe bulsa bunun 5 katı gol bulacaklarından eminim. Kornerler sürekli bir ön direğe kısa atılıp harcanma hovardalığında, onun dışında kaleyi yoklayacak şut atacak adam sayısı diğer rakiplere göre çok az bu da bir gerçek.
Maçta en umut veren hadise ortalığı hallaç pamuğu gibi atan Ernst oldu benim için. İleri geri durmadan çalışan, top çalan, yerinde müdehaleler yapan, zaman zaman şut çeken, hırsıyla Zago'yu andıran ve yönetimin 40 yılda bir de olsa isabetli bir transfer yaptığı Fabien Ernst.
Birçok şey yazıldı ama yine Cem Dİzdar Zago görünümlü Giunti benzetmesiyle yoruma mahal bırakmayan yorumunu yapmış;
Zago görünümlü Giunti
Onu ilk Antalya’yla oynanan kupa maçında izlediğimde “Kime benziyor stili?” diye düşündüm. Yanıtım, Carlos Alberto Zago oldu. Son Trabzon maçındaki tatlı sert stiliyle bu fikrim değişmedi ama üzerine bir de Federico Guinti ekledim. Zago’nun sert duruşu, Guinti’nin sezgisel tarzı. Rakip daha atağa çıkmadan ne olacağını kestirip orada bitiverdi Ernst. Her topa korkusuzca uzattı ayağını ve ayak uzattığı hemen her topu kontrolüne aldı. Beşiktaş’ta forma giyen bu tarz biri olarak aklımda Zlatko Yankov kalmış ama o Ernst’e göre biraz daha yumuşaktı. Ernst de onun gibi basit, sade ve tamamen takıma dönük oynuyor. Kontrol ettiği topları hep işlerlikli kullandı. Beni baştan çıkaran hamlesi ise sanırım 80’lere doğru oldu. Kapalının önünde Trabzon yarı alanında üst üste üç ikili mücadeleye girdi, düştü kalktı, bastı kovaladı. Top o ara taca çıkınca, tedirgin olan hakem Yunus Yıldırım “Sakin oyna” işareti yaptığında Ernst’in yanıtı, sakince ve efendice kaldırdığı sağ el başparmağıyla “Tamamdır, her şey yolunda” anlamına gelen “OK” işareti oldu. Ben, “Nihayet izlenecek bir adam bulduk” diye sevinmedim desem yalan olur.
Cem DİZDAR
16 Şubat 2009 Pazartesi
Shaq & JabbaWockeeZ
All-Star karşılaşmasını Doğu Karması'nı 146-119 yenen Batı Karması kazandı. MVP ödülü ise iki eski takım arkadaşı Kobe Bryant ve Shaquille O'Neal arasında paylaşıldı. Başrolde yine büyük şovmen dev adam Shaq vardı. Phoenix Suns’lı Shaquille O’Neal 15. kez All-star seçilerek, Kareem Abdul Cabbar’ın 19 maçlık rekoruna yaklaştı.
Kobe ve Shaq 3.kez yüzüğü takarken, Phill Jackson-Shaq ve Kobe üçlüsü de yıllar sonra biraradaydı.
Akıllarda ise en çok Doğu-Batı karşılaşması öncesi oyuncular tanıtılırken Shaq'ın maskeler ve şapkalarıyla ünlü dans grubu JabbaWockeez ile sahneye çıkıp muhteşem şovunu yapması kaldı.
Geçtiğimiz yıllarda Mehmet Okur'a karşı oyun kurucu misali topu alıp yaptığı hareketler, serbest atış atarken topu panyaya çarptırıp smaç yapması gibi birçok hareketi ile hep güzel şeylerle anılacak bu adam ki muhtemelen son All Star karşılaşması oldu.
İşte güzelim şovun videosu;
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)