7 Haziran 2008 Cumartesi

F.D. & Futbol

Bir kara sevda, aşk. Kaybetmeler, paylaşmak sevinci ve acıyı da ama...
Çocukluk, büyümeyen bir çocukluk...
Ait olmak ya da sahiplenmek duygusu...
Bazen kaybetmek; isyan, şiddet, adalet
ve hakkaniyeti sorgulamalar...
Zamana bırakılan ani ve zahiri duygulara inat sonunda yine...
Şartsız, hesapsız, kuralsız: Karşılıksız sevmeler...

Bir futbol takımını sevmek karşılıksız sevme sanatçılığıdır karın doyurmaz, ruh doyurur ve 'sosyal güvencesi' vardır; her zafer veya hüsranın ardından uzun uzun anılara ve aslında kendi hayatınıza geri dönüşler yapar ortak sevdanızın ışığında ve dostlarınızın arasında iyi hissedersiniz kendinizi.


4 Haziran 2008 Çarşamba

İçmek Lazım


Sıradaki lezzet durağı, 1962lere dayanan yılların eskitemediği, enfes tadını ahududu aromasına borçlu, gazozlar içinden bir seni seçtim denilesi şahane meşrubatımız, canımız...
Ne yazıkki her yerde bulunması mümkün olmayan, bazı büyük marketler, bazı benzinlik ve sevilesi bakkal amcaların dükkanında bulunabilen, diğer gazozların klasikleşen tadına tad katmış, farklı aromalarda da yapılmış ama hiç rastlanmayan gazozumuz.
Ufak cam şişede iddiasız, bir o kadar da eski tasarımıyla gözden kaçsa da bir kere içince devamı muhakkak getirilir, şişe şişe evlere taşınır, ısrarla isteyiniz efenim...

3 Haziran 2008 Salı

Altın Koza & Tuncel Kurtiz


Adana Belediyesi'nin de katkılarıyla düzenlenen 15. Altın Koza Film Festivali kapılarını açtı.
450 sanatçının katılacağı ve halk ile sanatçı birlikteliği gibi aktivitelerin düzenleneceği festival bu sene usta oyuncu, ülkemizin sayılı karakter oyuncularından Tuncel Kurtiz'e adanmış. Tuncel Kurtiz'in oynadığı, sinemamızda iz bırakmış birçok filmi de bu kapsamda gösterilcek.
Son olarak Yaşamın Kıyısında yüzünü gösteren büyük oyuncunun özellikle Yılmaz Güney'in muhteşem filmi Umut, sinemamızın devlerinden Sürü filmlerinin dışında pek bilinmeyen filmde hem başrol hem de hikaye anlatıcısı olarak izlenmesi farz olan İnat Hikayeleri filmlerini bu adamı sevenler bir kenara not etmeli.

Ayrıca bu seneki festival programında Sinemamızın En İyi 10 filmi seçilen eserler özel bir bölüm olarak gösterilecek. Seçkideki filmler filmler;
Ömer Kavur'un ''Anayurt Oteli'', Ömer Lütfü Akad'ın ''Gelin'', Zeki Demirkubuz'un ''Masumiyet'', Yavuz Turgul'un ''Muhsin Bey'', Atıf Yılmaz'ın ''Selvi Boylum Al Yazmalım'', Metin Erksan'ın ''Susuz Yaz'', Zeki Ökten'in ''Sürü'', Yılmaz Güney'in ''Umut'', Nuri Bilge Ceylan'ın ''Uzak'' ve Şerif Gören'in ''Yol'' filmleri.

Yine Yol filmine hitaben açılan resim sergisi, paneller, Fransa-İspanya-İtalya filmlerini kapsayan Akdeniz Filmleri gösterimi gibi etkinliklerin ardından, 15.Altın Koza Film Festivali 8 Haziran Pazar günü son bulacak.

Tapılası Koleksiyon

Sözkonusu koleksiyon bir üniversite öğrencisi ve belliki sağlam cukkası ve bağlantıları olan Özgür Çift'e ait 650 parçalık birbirinden değerli parçalardan oluşuyor..
Şöyle bir bakıldığında Fight Club'tan Tyler Durden'in kürk paltosu, Saw-Testere filminden nadide parçalar, Baba filminden Marlon Brando'nun giydiği palto, Sil Baştan'da Kate Winslet'in giydiği botlar, Forrest Gump'tan Forrest'in çocukken taktığı metal bacaklar, Örümcek Adam'dan kostümler ve daha nicesi.
Bilkent üni, Grafik Tasarım öğrencisi arkadaş, zamanla Amerika'ya gidip film stüdyolarıyla bağlantılar kurmuş, açık arttımalara katılarak başladığı bu serüvende artık olayı abartıp ne var ne yoksa toplamış.

60 küsür parçayla şimdi alışveriş merkezleriyle anlaşıp insanlara sergi olarak sunmaya karar vermiş.
İstanbul ayağı 2 gün önce sona erdi. Sonraki duraklar;
5-11 Haziran tarihleri arasında Gaziantep, 13-22 Haziran tarihleri arasında Adana, 25 Haziran-1 Temmuz tarihleri arasında Konya, 3-13 Temmuz tarihleri arasında Ankara Antares Alışveriş Merkezi'nde, 16-20 Temmuz'da ise Kartal M1 Merkez Alışveriş Merkezi'nde yer alacak, kaçırmamak lazım.


2 Haziran 2008 Pazartesi

Bir Afyon (!) Olarak Diktatörlükten Demokrasiye Futbol


Evren Işık

Ayakla oynanan bir etkinlik olarak bakıldığında tarihi 2000 yıllık bir sürece yayılan, bildiğimiz şeklini almış haliyle 150 yıllık bir tarihi geçmişten bahsedebileceğimiz futbol; günümüzde, yüz bin kişilik stadlarıyla, TV teknolojisinin yardımıyla oluşan milyarlarca kişilik izleyicisiyle, ekonomik ve sosyal bağlarıyla medeniyetin, insanlık kültürünün en büyük katılımını sağlıyor. Sadece milyonlarca kişinin ilgisi nedeniyle bile siyaset ve ekonomiyle iç içe geçmiş olan bu spor, aynı zamanda bu kişilerin toplumsal sorunlarını kaçınılmaz şekilde içerisinde barındırıyor.

Diktatörlüklerin halkı uyutmak için “beşik” olarak nitelediği futbol, şimdi demokrasilerin (aslında kapitalist ekonominin) “pazar”ı haline gelmiş durumda. Modern çağın futbolla siyasal ilişkisi de bu noktada başlamaktadır. Kitleleri futbolla uyuşturma projesi, dünya üzerinde kurulan “demokrasi” ve “kapitalizm” hakimiyetiyle şekil değiştirmesine rağmen güçlenerek varlığını korumaktadır.

Peki futbol ile modern çağın ekonomi biçimi olan kapitalizmin bu yakın teması nereden kaynaklanıyor? Bu tartışmaya başlamadan önce kaçırılmaması gereken önemli bir noktanın üzerinde durulması gerekiyor.

Diktatörlükle yönetilen rejimler içerisinde de, demokratik rejimlerde de aynı ilgiye maruz kalan futbol, bu rejimler içerisinde değişik şekillerde kullanılarak ve kendisine olan bu ilgiyi arttırarak koruyor. Diktatör Franco, 3F (futbol, fado, fiesta) formulüyle nasıl sistemi ayakta tutmayı başardıysa; İngiliz demokrasisi de farklı araçlarla geniş işçi kesimini (alt sınıfları da diyebiliriz) futbol üzerinden kimliklendirerek futbol tapınaklarında uysallaştırabiliyor.

Futbol, kitlelerle kurduğu bu “uyuşturma” ilişkisi nedeniyle, bir spor dalı olarak fazlasıyla eleştiriye maruz kalıyor. Bu eleştiri, genellikle toplumların aydınlatılması gibi tarihsel amacı üstlenmiş “aydın” kesimden geliyor, (özellikle Türkiye’de aydın kesimin futbolla ilgili bu önyargısının yüzyıllık tarihi vardır ve “elit aydınlanmacı model” geleneği nedeniyle hiçbir zaman futbolla sıcak temas kurulamamıştır. Bu konu, kendi başına başka bir tartışmanın konusudur). Ancak, özünde asıl sorun, genelde düşünülenin tersine, futbolun kendi başına sorun üreten bir mekanizma olmasından çok, zaten varolan toplumsal sorunların ancak futbol gibi bir tiyatro sahnesinde görülebiliyor olmasıdır.

Genelde futbolun sosyolojik boyutuyla, “sosyal içeriğiyle” ilgilenen kişiler arasındaki hatalı tartışmanın merkezinde, az önce bahsettiğim neden-sonuç sıralamasındaki hataya dayanan “futbol’un afyon olma özelliği” vardır. Halbuki futbolun “uyuşturucu” etkisi, bir spor olarak onun kendisine has özelliklerinden değil; içine doğduğu ortamın (sistemin), ister demokrasi olsun ister diktatörlük, kendisini var etmek ve yeniden üretebilmek için birşeyleri “uyuşturmak” zorunda olmasından kaynaklanır. Sistem, uyuşturmak yerine “uyandırmak”, başka bir deyişle “bilinçlendirmek” yoluyla besleniyor ve bu kavramlar üzerine inşa ediliyor olsaydı, futbol, sadece kitlelere olan yakın teması nedeniyle bile -fakat bu sefer övgüyle- baş rolü oynuyor olacaktı. Bu yorumlama hatası giderilmeden, futbolun rahatsızlıkları ile ilgili sağlıklı bir teşhisin koyulabileceğini düşünmüyorum.

Futbol niçin modern çağın demokrasilerinin, kapitalizmin ilgi ve çalışma alanı, “pazarı” haline gelmiştir? Öncelikle kapitalizmin işleyiş biçiminden başlayalım. Modern çağın ekonomisi olan kapitalizm, insanların (tüketicilerin) tüketim alışkanlıklarını hem miktar olarak hem de tarz olarak “yenilemek” üzerine kurulmuştur. Sistem, çevresinin tüketim alışkanlıklarını yenilemediği sürece çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle devamlı yeni bir sanat tarzı, yeni bir mimari, yeni bir şarkı, yeni bir şov, yeni kahramanlar bulmak zorundadır. Bu “yenileme” projesini bazen insanların beğenilerini değiştirerek, bazen de hazırdaki beğenileri bir sektör haline dönüştürerek gerçekleştirir.

Futbol, bu “yenileme” zorunluluğuna dayanan uygarlığın arayıp da bulamadığı sonsuz sayıda “yeni” sunar. Futbol, yani maç, sonsuz kere tekrarlanır, sonsuz kere duyguları değiştirir, sonsuz kere insanlara yeni umutlar sunar. Daha da önemlisi, insanlara sonsuz sayıda kendisini bir şeylerle özdeşleştirme şansı verir, futbolun kahramanları hiç bitmez mesela. İşte bu uçsuz bucaksız bereketli toprak futbol, serbest piyasa ekonomisinin kanunları gereği, Franco’nun diktatörlük rejimindeki gibi sistemin kendisini döndürmesi için bir öğe haline gelmiştir. Futbol; forma satışları, televizyon gelirleri ve markalaştırılmış futbolcularıyla endüstrileşmiş, ayrıca sistemin günah keçisi de olmuştur. Şöyle ki; sistemin “kaybeden” kitlesi, futbol maçlarındaki taşkınlıklarıyla göze çarpar ve bu durum, bazı soğuk kanlı yaklaşımlar dışında genelde futbolun doğasındaki birtakım öğelere bağlanır. Oysa rekabet kültürünün ve bu kültürün-kaybeden kitlelerinin- şiddet eğilimlerinin kaynağı (bu konunun buradaki yüzeysel yorumunu aşabilmek, yeni bir yazının çabasıdır), futbolun içine doğduğu serbest (!) piyasanın belirlediği yaşam tarzıdır.

Peki nedir “kaybedenler”i futbola çeken? Futbolda vücut bulan geniş kalabalıklar, kapitalist olan sistemin kaybedenleri olarak yine aynı sistemin sosyal, siyasi ve ekonomik kokuşmuşluk, adaletsizlik ve güvenilmezliğinden (liste uzayabilir, kişiseldir) kaçarak kendilerini futbolun “adil düzen”i içine bırakmışlardır. Futbol; beyaz çizgileri, önceden cetvelle çizilmiş sınırları, dünyanın her yerinde geçerli olan evrensel dili, sizi hiçbir zaman terketmeyeceğini bildiğiniz “meşin” yuvarlağı, sonsuz kere tekrar ve taklit edilebilirliğiyle bir adil yaşam similasyonudur. Sistemin içinde var olmaktan fazlasını ifade eden, milyonlarca insanın her sabah aynı “adil düzen” arzusuyla aşık olduğu bir yaşam mücadelesidir futbol.

Fakat bunun yanı sıra, diktatörlüklerin ve kapitalizmin futbola yüklediği tarihsel misyon nedeniyle çoğu zaman adı para, şike ve afyonla anılacak olan bir aşktır da. Nihat Genç’in “futbol aşkı” ile ilgili söylediği şu sözle bitirelim: “Aşkın güzelliği, iyileri ve kötüleri hiçbir zaman ayırt edemeyişindedir.”

American Gangster

Beyazperdede izleme fırsatı bulamayıp ülkemizde çıkmış olan 2 disklik dvdsini alıp fazlasıyla doyurucu bulduğum güzelim film.
Öncelikle izlemeden önce şöyle bir baktığımda olumsuz şeyler söylenip film yetersiz bulunuyodu çoğunluk tarafından ama ben çok sevdim, tekrar başkalarının söylediklerine değil kendi zevkime güvenmeyi öğrendim.
Beğenemyenlerin de filmin ekstra dvdsinde bulunan yapım aşamasnı izlemeleri halinde ne kadar büyük emek verildiğinin, sıfırdan nasıl bir atmosfer yaratıldığının ya da Denzel Washington'un muhteşem oyunculuğunun tadına varacaklarına emininm.

Öncelkle filmin ortaya çıkmasında inatçı yapımcıların büyük rolü var. Film defalarca çekilmek istense de büyük maliyetler ve film şirketleri yüzünden suya düşmüş. İlk başta Denzel Washington yine varmış ki bu rol sanki baştan onun için yazılmış gibi, Denzel babanın ekürisi ise en başta Benicio Del Toro imiş. Ancak film tam başlamak üzereyken çekilemeden vazgeçilmesi üzerine iş yatınca Benicio işi yatmış ki bence muhteşem bir ikili olurlardı. İlk kez Russel Crowe'yi pek beğenmedim. Performansı doyurucu fakat rol ona gitmemiş sanki.
Russel Crowe'nin seçilmesinin en başlıca nedeni tabiki yönetmen olarak Ridley Scott'un başa geçmesi ki Russel ve Scott eküri oldular nerdeyse.

Yönetmen olarak Ridley başkanın ikna edilmesi büyük şans olmuş, hikaye taslaklarını dahi kendisi çizen, yüzlerce mekanı tek tek gezip kendisi onaylayan bunu ödev gibi kabul eden, o dönemi yaratma ve izleyiciye geçirmede çok başarılı olmuş gerçekten büyük bir yönetmen.
Filmin başarısında 60ların sonu ve 70 bşlarındaki atmosferi yakalamada kostümler çok etkili olmuş, büyük emek verilmiş, iyi bir yönetmen, abartısız ama şahane oyuncu performansları ve birbirinden güzel film müzikleri de bunlara eklenince izlenmesi kaçınılmaz bir film olmuş.

Öncelikle filmin temelini oluşturan hikaye bile kendi başına ilginçlik oluşturuyor.
Gerçek bir hikayeden alnan bu hikaye, Harlem'de çekirdekten yetişen, halkının ihtiyaçlarını bilen, onlara bakan ve bayrağı Humptey'den alan Frank Lucas'ın gerçekten film gibi hikayelerle, Vietnam savaşındaki ölen askerlerin tabutunda ülkeye uyuşturucu sokarak milyoner ve bölgeye hakim oluşu, buna karşılık kokuşmuş polis departmanında keriz gözüyle bakılan aynı zamanda avukatlık yapan Richie Roberts'ın ince araştırmalarıyla büyük patronu yerlebir etme savaşını konu alıyor.
Filmdeki herşey gerçek, Frank Lucas'ı kodese tıkan Roberts bu düşmanıyla işbirliği yapıp tüm uyuşturucu baronlarını hatta rüşvetçi tüm polisleri ortak çalışarak içeri tıkar ve bu iki adam zamanla dost olur. Frank Lucas hapisten çıktığında onu karşılayan tek kişi de bu polis memurudur.
Dvd'nin ekstralarında görüleceği üzere bu iki adam hala dost ve Roberts, Lucas'ın oğlunun vaftiz abbası. Adeta kanka olmuşlar.
Filmde üstünde çok durulan husus salt iyi ve salt kötü diye kavramların bulunmaması.
Uyuşturucunun hakimi olan adamın aynı zamanda ailesine sahip çıkan, herkese yardım eden, herkesle iyi diyalog içinde olan bir adam olması, polisin de mesela ailesini mutlu edememesi, kötü ilişkiler içinde olması, uyumsuzluğu gibi husular bunun en açık kanıtı. Artık eski filmlerdeki gibi iyi adam kötü adam ayrımını kalın çizgilerle çekme durumu gibi birşey sözkonusu değil, gerçekçi de değil zaten bu tür bakış açısı.

Filmde bir bahsedilmesi gereken bir performans da Josh Brolin'in rüşvetçi-pezevenk polis rolünün oynadığı Dedektif Trupo karakteri. Filme çok yakışmış, filmi ve kendisini yukarılara çıkaran sağlam iş çıkartmış kesinlikle.
Velhasıl ortada dönemi büyük ustalıkla anlatan, Vietnam, efsane Muhammed Ali-Frazier maçı, mafya hesaplaşmaları, uyuşturucu sorunu gibi husulara değinen her yönüyle erozyona uğrayan bir milleti başarıyla resmetmiş arşivlenesi bir yapıt çıkmış ortaya.