"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
5 Ocak 2008 Cumartesi
Lake Titicaca
Sınırdaki her iki kültür için de ayrı bir önemi olan bir doğa harikası;
4 Ocak 2008 Cuma
Sean Penn / Biyografi
Sean Penn, 1960 doğumlu aktör-yönetmen. Bukowski'nin Amerika semalarında sevdiği belki de tek sinemacı, yakın arkadaşı. Öyle ki Sean Penn'de Crossing Guard filmini Charles Bukowski'ye adamıştır, filmin başında net bir şekilde görmek mümkün.
Amerikan hükümet politikalarını her daim eleştiren, savaş karşıtı duruşu, metot oyunculuğun belki de son temsilcilerinden olması, Madonna ile olan kısa süreli evliliği, basına ve Hollywood'a karşı sağlam duruşu, etkileyici oyunculuğu ve bir çırpıda sayılabilecek I am Sam, Dead Man Walking, The Game, Thin Red Line, harika bir kara film örneği U Turn, 21 Gram, Mystic River ve Carlito's Way gibi akılalmaz performanslar...
Oscar adayı olduğu zaman törene katılmayıp şapka çıkarttığımız kişi olmuştur, lakin Mystic River'da heykelciği kucakladığı filmin yönetmeni Clint Eastwood'un ısrarları üzerine törene katılıp global tehditlerden, dünyanın sorunlarından bahsederek salondakileri sıksa da mesajını en güzel haliyle vermiştir.
Sözkonusu biyografi ise ülkemizde İmge'den çıkanRichard T.Kelly'nin Sean Penn ile söyleşilerinden toparladığı harika bir biyografi. Kitabın tam adı ise şu şekilde: Sean Penn/Hayatı ve Zamanları.
Yazar gerçekten de çok iyi bir iş yapıp böyle bir insanı hem kendi ağzından hem de neredeyse tüm tanıdıklarından sorup soruşturarak sinemaseverleri mest edecek bir çalışmaya imza atmış. Kitapta Penn’in ailesi, oyuncu arkadaşları, yönetmenler, rolüne hazırlanırken tanıştığı çeşitli meslek gruplarından insanlar, savaşı protesto için gittiği Irak’ta beraber çalıştığı sivil toplum kuruluşlarının gönüllüleri, Woody Harrelson, Jack Nicholson, Woody Allen, Charles Bukowski’nin eşi Linda Lee Bukowski gibi isimler var. Bütün bu isimler aslında sıfatları ya da ‘şöhret’leri dolayısıyla değil, Penn’in, etrafında oluşturduğu geniş dostluk halkasının parçaları olarak bulunuyor kitapta. Yine bu halkaya katılmış ve Penn’in, Irak’ta tanışıp oğlu Mustafa’nın tedavisi için Amerika’ya gelmesine yardımcı olduğu, sonrasında da dostluğunu sürdürdüğü Iraklı Ümmü Haydar ise kitapta bizzat yer almamış; ama onun da şu cümlesini Penn’le Irak’a giden Cole Miller aktarıyor: “Sean Penn’i seviyorum. O sözünün eri bir adam, bana ve Mustafa’ma yardım etti.”
bunlar da kitabın arka kapağından;
Sean Penn Marlon Brando ve Robert De Niro geleneğinin temsil ettiği Hollywood karşıtı efsanaler zincirlerinin en genç üyesi. Oscar ödülü kazanmasına rağmen basında daha çok kavga dövüşleriyle anılan oyuncu Mystic River, The Interpreter ve Dead Man Walking gibi çok önemli filmlerde oyunculuk yaptı. Bu kitapta Penn hakkında görüş bildirenler arasında Jack Nicholson'dan Dennis Hopper'a, Wooody Allen'dan Bono'ya kadar çok çarpıcı isimler yer almakta...
3 Ocak 2008 Perşembe
Charlie Chaplin
Erişilemeyecek bir zirve, Charles Spencer Chaplin (1889 - 1977)
Türk filmi tadında, inişleri ve çıkışları bol bir hayat, annesi operet şarkıcısı, babası da eski bir güldürü ustasıdır ama kendisini içkiye verince yoksulluk da beraberinde gelir.
Charles kardeşiyle bir tas çorba için hayır kurumlarının kapısını aşındırır ama bu işi beraber yapamazlar çünkü giydikleri ayakkabı aynıdır.
Ardından babasının ölümü ve bitmeyen yoksulluk...
Binbir çırpınıştan sonra tiyatro kumpanyasında iş bulur Chaplin.Tiyatro o anda onun için bir idealdan çok ölüm kalım meselesidir başarısızlık halinde açlık ve sefalet onu ve ailesini beklemektedir.
Bir rol kapar ve İngiltere'de salaş tiyatrolarda koşturup durur. Peşisıra birkaç rol ve bir topluluğa girer, sarhoş rolü oynadığı oyun tutar, yüzlerce kez sahnelenir, Avrupa'yı dolaşır dururlar.
Kimsenin dikkatini çekmeyen onlarca kısa film de çekmiştir o sıralar, bu filmler de beğenilince yadsınamayacak bir başarıya kavuşmuştur ve kendi yapımevini kurar.
1920'de ilk uzun süreli bir film yapar (The Kid/Yumurcak). Bu filmi The Pilgrim, a Woman of paris, The Gold Rush( Altına Hücum 1925) ve The Circus izler.
Bu arada iki kez evlenir, annesi akıl hastanesine kaldırılır, sanıldığı gibi bu adam 24 saat gülmemekte aksine çalkantılı bir hayat sürmektedir.
İki evlilik daha yapar, ardından City Lights ve Limelight gibi iki başyapıtı insanlara sunar.
Oynadığı ikinci film olan Kid Auto Races at Venice(1914)'te kendisini üne kavuşturan kılığa büründü.
Bu imajı; ayaklarını sağa sola açarak yürüyen, duygularını yüzüyle açığa vurabilen ve vücudunu ustalıkla kullanan Chaplin'in kıyafetleri de sette diğer oyuncuların kullandığı giyeceklerden kendi kendine yarattığı söylenir.
zamanla Şarlo kimliği olgnlaşır, en başta basit güldürü ögeleri varken şimdi toplumsal sorunlar, toplumsal engeller karşısında insanları güldürebilen bir adam vardır.
Artık filmlerinde kenar mahalle sorunları, yoksulluk da vardır, en önemli atağı The İmmigrant filminde düşlenen mutluluğun yine yoksulluk, işsizlik, yalnızlık getireceğini vurgulayarak toplumsal eleştirinin yoğunluğunu arttırır.
The adventurer'da da eski bir kürek mahkumunun hayatını anlatırken baskıcı toplum düzenine de göndermeler yapar.
Şarlo Asker'de ise savaş karşıtı barışçıl bir içerik vardır. Chaplin'inartık kapitalist Amerikan siteminin çelişkilerini vurgulamaya başlaması, birçok çevre tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Ardından güldürüyü dramla yoğurduğu birçok film peşinden gelir.
Chaplin'in sinemaya ses ögesi girdikten sonra çekmesine karşın, konuşmaya yer vermediği Cty lights(Şehir ışıkları,1931) çekilir çekilmez bir sinema klasiği olmuştur zaten.
Aklımıza gelecek, mesajı olan-olmayan, ringde boks yaparken, The Kids'te polisten kaçarken, bir çiçekçi kıza aşık olurken yada 1930 bunalımına göndermeler yaparken, Modern Zamnalar'da toplum düzenine tokat atarken, hele 1940'da Büyük Diktatör filmindesinema tarihinin benzersiz siyasal taşlamasınıyapar, içten ve alışılmadık tarzıyla selamlar herkesi Chaplin.
Chaplin'in güldürü ustalığının temelinde insan yapısını çok iyi tanıması yatar.
Normal durumda hiç gülünmeyecek bir durumu Chaplin sayesinde kıs kıs gülerek izleyebilirsiniz.
Ya da otorite figürü olan polisler su dolu çukura düşerken, Şarlo meşhur bastonuyla sakarlık yaparken, karşıtlıklar ve çelişkilerle bezeli yapıtlarına kendinizi kaptırabilirsiniz.
Chaplin güldürü ustasıdır ama aşırı güldürmekten kaçınır. Seyirciyi dakikalarca güldürmektense, içtenlikli kahkahaları yeğler.
Fransız sinema kuramcıları Chaplin'i Moliere'e ya da Shakespeare' e benzetir. Chaplin sinemanın, güldürüyle hüznü birleştirmeyi başaran tek ustasıdır.
Sıradan insanların karşı karşıya kaldığı baskıları, haksızlıkları, herkese hitab edengüldürüyle hüznün içiçe geçtiği, insan sevgisinin ağır bastığı filmlerinde, benzeri olmayan bir eleştiri anlayışıyla sinemanın dahisidir şüphesiz
Türk sinemasında başta The Kid filmindeki sahipsiz kız ve gariban bir adam tiplemesi birçok filmde işlenmiştir, Chaplin bütün dünyayı etkilemiştir, çağının çok ilerisinde olduğu tartışılmaz, bütün olanaksızlıklar ve kısırlık içinde çevirdiği akılalmaz filmler, göndermeler, bütün diplomatik engellemelere karşı diktatörlere en iyi cevabı veren, insanları kış uykusundan kaldıran büyük insan.
İlgilenenlere Chaplin'in hayatını anlatan, başrolde Robert Downey Jr.'nin döktürdüğü Chaplin filmini tavsiye ederim, çok nadir de olsa Cnbc-e'de gösteriyo, dvd'sini de bulmak zor değil. Filmde Robert Downey makyajın güzelliği bir yana oyunculuğuyla modern zaman Chaplin'i olmuş adeta, zaten burdaki rolüyle de Bafta ödülü kazandığını da ekleyelim.
2 Ocak 2008 Çarşamba
Meşin Yuvarlak ve Kalem #2
Nick Hornby
FUTBOL FELSEFESİ
Güney Amerika'da futbol aynı zamanda bir felsefe. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano'nun Türkçe'ye çevrilen kitabı ‘‘El futbol a sol y sombra’’ (Gölgede ve Güneşte Futbol, Can Yayınları) bu kıtada futbol için dökülen mürekkebin örneklerinden biri. Geçen yıl, eski oyuncu ve antrenör Jorge Valdano futbol üzerine bir öykü antolojisi yayınladı. Bu kitapta Miguel Delibes, Bernardo Atxaga, Roa Bastos, Mario Benedetti, Osvaldo Soriano ve Eduardo Galeano gibi yazarların öyküleri yer alıyor.
Futbolun Güney Amerikalı filozofları arasında antrenörken Arjantin'de diktatörlüğün kurulmasıyla ülkeyi terkeden Angel Cappa, Cesar Luis Menotti ve Eduardo Galeano bulunuyor. Bu teorisyenler, ‘‘solcu’’ ve ‘‘sağcı’’ iki futboldan söz edilebileceğini bile ileri sürüyorlar. Jorge Valdano, bu ayrımı şöyle anlatıyor: ‘‘Yaratıcı futbol soldur; saf güce, sahtekarlığa ve şiddete dayanan futbol ise sağ!’’
YENİ KİTAPLAR
Paris'te yapılan 98 Dünya Kupası Fransa'da bir futbol kitapları enflasyonu yaşandı.. İki spor muhabiri ve yazarı olan Patrice Delbourg ile Benoit Heimermann, ‘‘Futbol ve Edebiyat’’ başlıklı bir antoloji yayınladılar. Bu kitapta dünya edebiyatının en güçlü yazarlarından, futbol üzerine kaleme alınmış en güzel metinler bir araya getirildi. Öte yandan Daniel Picouly, ondört yazar ve onüç ressamı bir araya getirerek futbolu, İspanyol yazar Manuel Vazquez Montalban'ın çok sevdiği bir benzetmeyle ‘‘çağımızın laik dini’’ mertebesine çıkaran bir kitap hazırladı. Bu kitaptan elde edilecek gelirler yoksul çocuklara spor malzemesi sağlayan bir vakfa bağışlandı...
Biz ise burada, Delbourg ve Heimermann'ın iki hafta önce Fransa'da piyasaya çıkan ‘‘Futbol ve Edebiyat’’ (Football et litterature, Stock Yayınları) başlıklı kitapta topladıkları büyük yazarların futbol yazılarından birkaç örnek sunuyoruz.
Pier Paolo Pasolini
MAHALLEDEKİ MAÇLAR
Futbol hakkında şu ana kadar bildiğinden fazlasını öğrenmene gerek yok. Çocukken oynamadın mı? Lisede ya da üniversitede bir futbol takımı yok muydu? Son zamanlarda da bekarlar ve evli erkekler arasında, ya da bir akşam gazetesinin muhabirleriyle hükümet yanlısı bir derginin muhabirleri arasında düzenlenen o küçük maçlardan birine katılmadın mı? Sonra, her pazar sabahı Alberto da Guissano Sokağı'ndaki berberde hemen hemen yalnızca futboldan, alınacak tedbirlerden, formdaki ya da formdan düşmüş oyunculardan, transferlerden söz edilmiyor mu? Her pazar barmenle Roma maçı üzerine bahse tutuşmuyor musun?
Anthony Burgess
İNGİLİZ HOLİGANLARI
Niçin? Benden çok daha zeki insanlar eskiden nezaketiyle, mizah duygusuyla, sağduyusu ve hoşgörüsüyle ünlü bir ülkede halk kesimlerinin nasıl bu hale geldiğini açıklamaya çalıştılar. Dar görüşlü bazı İngilizlerin Avrupa'nın bir parçası olmaktan nefret ettikleri söylendi. Bıçaklarını çekip savunmasız Avrupalıların üzerine saldırmalarının nedeni bu hoşnutsuzlukmuş güya. Biraz basit bir açıklama bu; özellikle saldırganlığın İngiltere'deki maçlarda da seyirci davranışının kopmaz bir parçası haline geldiği düşünülürse. Oyunun kendisi, nerede oynanırsa oynansın, saldırı için bir bahane haline geldi. Sol eğilimli sosyologlar stadlardaki şiddeti Thatcher hükümetine ve işsizliğin artışına karşı bir düşmanlık gösterisi olarak yorumluyor. Onlara göre gençler hayal kırıklıklarını şu ya da bu biçimde dışa vurmak zorundalar. Halbuki bana kalırsa, bu durumda sosyolojiden söz etmek abes. Halkın şiddeti dünyadaki tüm kültürel olayların parçasıdır her zaman. İngilizler gelenekleri gereği bugüne kadar bu hayvani içgüdülerini sporda centilmenlik adına bastırmak zorunda kalmışlardı. Eskiden kabileler arasında çatışmalar vardı. Sonra futbol geldi. Şimdi futbol, klanlar arasındaki kavgaları düzenliyor.Homeros
OYUNUN DOĞUŞU
Usta Polibus'un eseri olan güzel parlak topu iki elleriyle birden kavradılar; biri geriye doğru devrilerek topu karanlık bulutlara fırlatıyor; diğeri havaya sıçrayarak onu uçarken yakalıyordu...
Umberto Eco
BECERİKSİZ OYUNCU
Küçüklüğümden beri topa dokunur dokunmaz (tabii bunu başarabilirlerse) onu kendi kalelerine ya da en iyi ihtimalle karşı tarafa fırlatan, diğer zamanlarda da büyük bir inatla sahanın dışına, çalıların ve parmaklıkların ötesine yollayan, mahzenlerde, derelerde veya dondurmacının tezgahında yok etmeyi başaran çocuklardan biriydim.
Peter Handke
TOPUN RUHU
Futbol topunun bir ruhu vardır. Havayla dolmadığı zaman yumuşak ve ölüdür. Hava üfleyin; futbol topunun ruhu şişer; hala ölü gibi gözükmesine bakmayın, kımıldamaya hazırdır.
George Orwell
FUTBOL DÜŞMANI
Dünyada zaten yeterince gerçek çatışma nedeni var: Genç insanları çılgına dönmüş seyircilerin ulumaları arasında birbirlerinin dizlerine tekme atmaya teşvik ederek bunları daha da arttırmaya hiç ihtiyacımız yok.
Meşin Yuvarlak ve Kalem
"Beyond the touchline there is nothing".
Jaques Derrida
Edebiyatın futbol klasikleri
Homeros'dan Umberto Eco'ya, Nabokov'dan Albert Camus'ye top üzerine yazılmış en güzel yazılar.
İspanyol yazar Manuel Vazquez Montalban, futbol için ‘‘çağımızın laik dini’’ diyor. Futbol yüzyıl başında şair ve yazarlara uzak değildi. Daha sonra kimi aydınlar onu küçümsediler, şeytanlaştırdılar. Ama o devir geride kaldı. Fransa'da yayınlanan ‘‘Edebiyat ve Futbol’’ adlı kitap, bu spor üzerine dünyanın en büyük yazarları tarafından kaleme alınmış en güzel metinleri bir araya getiriyor.
Albert Camus
TAKIMIN KAPTANI
Avlu iki kamp arasında bölünmüştü, kaleciler her iki uçta sütunların arasında yerlerini aldılar, köpüklü kauçuktan kocaman bir top ortaya kondu. Hakem filan yoktu; ilk tekmede çığlıklar ve koşuşturmaca başladı. Sınıftaki en iyi öğrencilerleonların eşitiymiş gibi konuşan Jacques, bu alanda da Tanrı'dan sağlam bir kafa yerine güçlü bacaklar ve uzun bir soluk almış olan en kötü öğrencilerle iyi anlaşıyor ve onlardan saygı görüyordu. Bu noktada ilk kez doğuştan yetenekli olduğu halde futbol oynamayan Pierre'den ayrılıyordu: Pierre Jacques'dan daha çabuk büyüyor, daha narin, daha sarışın bir hale geliyordu. Jacques'ın büyümesi ise gecikmişti; bu yüzden ‘‘cüce’’, ‘‘yerden bacaklı’’ gibi lakaplar kazanmıştı, ama aldırmıyordu ve top ayağında, art arda bir ağaçtan, bir rakipten korunarak kendini kaybetmişcesine koşarken, avlunun ve hayatın hükümdarı gibi hissediyordu kendini.
Vladimir Nabokov
KALECİ: YALNIZ KARTAL
Cambridge'de yaptığım bütün sporlar arasında futbol benim için hep karışık bir dönemin ortasında rüzgarla süpürülmüş bir açık alan gibiydi. En büyük tutkum kalecilikti. Rusya'da ve latin ülkelerinde bu soylu sanat her zaman özel bir itibar sağlar. Kaleci, rolü nedeniyle kenarda, tek başına, geçit vermez olduğu için, coşkulu çocuklar sokakta peşinden ayrılmaz. Tapınma nesnesi olarak boğa güreşçisi ve usta pilotla yarışır. Bluzu, kasketi, dizlikleri, şortunun cebinden gözüken eldivenleri onu takımın diğer oyuncularından ayırır. O yalnız kartal, esrarengiz adam, son kurtarıcıdır. Kalenin önünde, parmaklarının ucuyla bir saldırıyı yıldırım gibi defetmek için gösterişli bir dalış yaptığında, bu anı yakalamak isteyen fotoğrafçılar saygıyla diz çöker...
Futbol, 20. yüzyılın belki de en büyük toplumsal yeniliklerinden biri olarak ortaya çıktığında, büyük yazarlar ve şairler ona karşı ilgisiz kalmadılar. Fransız yazar Henry de Montherlant ‘‘Yalnız Adamın Duyguları’’ adlı şiirinde kaleciyi, İspanyol şair Rafel Alberti ‘‘Platko'ya Övgü’’ adlı şiirinde Barselona takımının ünlü oyuncusunu göklere çıkarmışlardı.
Ancak entelektüellerin büyük çoğunluğu yıllarca futbolu küçümsediler; hatta onda şeytansı bir yan buldular. Bu aydınlara göre kitlelerin isyanı futbol yüzünden sıradanlaşıp silikleşiyor ve stadyumlara hapsoluyordu. Ama son yıllarda yazarlar, sosyal bilimciler ve düşünürler futbolu başka bir gözle ele almaya başladılar.
Geçtiğimiz yıllarda, Alman milli takımını 1954'de dünya şampiyonluğuna taşıyan efsanevi antrenör Sepp Herberger'in (1877-1977) yirminci ölüm yıldönümüydü. Almanya'da bu vesileyle sayısız kitap yayınlandı. Tarihçi Christiane Eisenberg'in yönetiminde bir grup araştırmacının yazılarından oluşan ‘‘Fussball, soccer, calcio’’ adlı kitapta, Alman milli futbol takımının bu ülke için özel bir önem taşıdığı belirtiliyordu. Yazarlara göre, Alman seyirciler, diğer ülkelerin aksine kendilerini çeşitli yerel takımlardan çok, milli takımla özdeşleştiriyordu. 1954'de Almanya'nın Dünya Kupası'nı kazanması, ülkenin II. Dünya Savaşı'nın ezikliğini, bölünmenin yarattığı travmayı atlatmasında, ulusal bir kimliğe kavuşmasında büyük rol oynamıştı. Bu zafere imza atan Sepp Herberger de, haklı olarak Alman bilinçaltında ülkenin yeni kurucusu Konrad Adenauer'dan hiç de aşağı kalmayan bir efsaneye dönüşmüştü...
1 Ocak 2008 Salı
Garden State & Soundtrack
Sam- Evet biliyorum ama hayat böyle. Hayatta her şey olabilir. Bu gerçek. Bazen büyük acı verir ve aslına bakarsan başka bir şeyimiz de yok.
Garden State, bizdeki adıyla Eve Dönüş, Scrubs dizisinden de hatırladığımız Zach Braff'ın yazdığı, yönettiği ve başrolünü oynadığı bulunası, arşivlenesi güzel film.
Başrolü paylaşan diğer isimler aşağıdaki fotoda görüleceği gibi, belki de en sevimli haliyle -Sam rolünde- Natalie Portman ve Peter Sarsgaard.
Peter Sarsgaard, Natalie Portman, Zach BraffFilmde kahramanımız evsiz bir aktör adayı olan Andrew Largeman'ın annesinin ölümü üzerine yıllar sonra eve dönüşünü konu alırken, konu itibariyle çok klişe ya da benzer birçok filme rağmen benzerlerinden her yönüyle ayrılıyor.
Değişim, şehir insanının kronik ağrıları, yıllar sonra karşılaşılan arkadaşlar, insanın içini kemiren suçluluk duygusu, yıllar geçse de birşey değişmeyen bozuk ebeveyn-çocuk ilişkileri, kendini aramak, aşk gibi konuların hepsini bir potada öğüten, Zach Braff'ın kendi seçtiği olağanüstü film müzikleriyle de görsel olduğu kadar işitsel ziyafet çeken, bol ödüllü harika bir ilk film.
Oldukça mütevazı imkanlarla yapılmış, abartısız yalın oyunculuklar, insanda ferahlık yaratan, naif bir yapım, bu aralar çok kullanılan tabirle 'sıcacık' bir film...
“ A - Büyüdüğün evin artık senin evin olmadığını fark ettiğin o anı bilirsin. Nedense bir anda o evin her yanı sana yabancı gelir.
S - Hala kendimi evimde hissediyorum.
A - Göreceksin. Bunu taşındıktan sonra yaşıyorsun. Birgün her şey biter. Ve bir daha geri dönemeyeceğini hissedersin. Hiç var olmayan bir yer için ev özlemi çekersin. Belki de bu bir dönüm noktasıdır. Kendine ait bir yuva fikri yaratmadan o duyguya asla kapılmazsın. Çocukların için, kurduğun aile için. Bu bir döngü gibidir. Bilmiyorum ama bu fikri özlüyorum. Belki de aile bundan ibarettir. “
**
Soundtrack mevzusu film kadar konuşuldu, sevildi denebilir. Zach abimizin kendi özel seçimiyle hazırlanan film müziklerinde boş yok, hepsi birbirinden güzel ve etkileyici kesinlikle.
İşte film müziğindeki parçalar ve filmin eşliğinde bazı parçalardan bir demet;
1. don't panic - coldplay 2. caring is creepy - the shins 3. in the waiting line - zero 7
4. new slang - the shins 5. i just don't think i'll ever get over you - colin hay 6. blue eyes - cary brothers 7. fair - remy zero 8. one of these things first - nick drake 9. lebanese blonde - thievery corporation 10. the only living boy in new york - simon & garfunkel 11. such great heights - iron and wine
12. let go - frou frou 13. winding road - bonnie somerville
Coldplay - Don't Panic
The Shins - New Slag
Frou Frou - Let Go
31 Aralık 2007 Pazartesi
Evo Morales #10
FIFA’nın 2 bin 500 metreden yüksek bölgelerde maç düzenlememe kararı son dönemde yine konuşulmakta, bu karara anında tepki gösteren Evo Morales Bolivya’nın en yüksek dağının tepesinde kitine futbol oynamıştı hatırlarsaız...
Ülkenin en yüksek dağı olan Nevado Sajama'nın zirvesinde, deniz seviyesinden 6 bin 542 metre yükseklikte futbol oynayıp Fifa'ya en güzel dileklerini iletmişlerdi...
Başta Bolivya olmak üzere Güney Amerika'nın bir çok yerindeki protestolar üzerine Fifa kuralı 3 bin metreye çektiğini söylese de yeterli bulunmamıştı, ilerki zamanlarda bir gelişme olurmu bilinmez, ama Morales ve tayfası bu işin peşini bırakmaz, top benim oynatmıyorum diyenlere en güzel cevabı yine verir heralde...
Evo Morales'in geleneksel kazağından sonra berelerde moda olursa şaşırmamak lazım
30 Aralık 2007 Pazar
Trainspotting
İskoç Ewan abimiz Renton rolünde kalpleri fethetmiştir, İskoç gençliğini bir nevi temsil etmektedir. Filmin en güzel taraflarından biri de Begbie fenomenini tanımış olmamızdır, arızalıkta sınır tanımaz kendisi. Diğer karakterler de Spud ve Sickboy gibi, diğer renkli simalar, severek izliyoruz...
/Filmin adı doğrudan orijinal kitaptaki bir olaya, Begbie ve Renton' nın, Begbie' nin yoksul babasına Leith Merkez tren istasyonunda rastlamalarına dayanmaktadır
hayatı seçin. iş bulun.
işinizde ilerleyin. aile kurun.
büyük ekran bir televizyon alın.
çamaşır makinesi, araba...
cd player,
elektrikli konserve açacağı alın.
bu taraftan! koşun!
sağlığınıza dikkat edin...
kollesterolünüzü düşük tutun ve
kendinize diş sigortası yaptırın.
ipotekle ev alın.
iyi bir ev için çalışın.
arkadaşlarınızı seçin.
hobileriniz için ayrı giysiler
ve uyumlu çanta kullanın.
doğru dürüst bir çatısı olan,
üç odalı pahalı bir daire kiralayın.
kanepenizde oturun, televizyonun
beyninizi yıkamasına izin verin,
ruhunuzu o salak yarışmalara satın...
ve bir şeyler tıkının.
tüm bunları yaptıktan sonra
intihar edin.
sırf neslinizi devam
ettirebilmek için...
ürettiğiniz o sersem bebelerin
ortalığa işemesini izleyin.
geleceğinizi seçin.
hayatı seçin.
ama neden böyle bir şey yapayım ki?
ben hayatı seçmemeyi seçtim.
ben başka bir şey seçtim.
neden mi?
hiçbir nedeni yok.
soldan sağa: tommy, begbie, renton, sick boy, spud