insanlar hükümetlerden korkmamalı..hükümetler insanlardan korkmalı...
bu maskenin altında bir yüz var...
ancak benim değil.
ne altındaki kaslardan daha "ben"dir o yüz...
ne de altındaki kemiklerden.
bu maskenin altında
etten daha fazlası var.
bu maskenin altında
bir fikir var!
ve fikirler kursun gecirmez!..
"herkesin inandığı bir şey var bu .mına kodugumun hayatında, benimki de sensin..."
30 Ağustos 2008 Cumartesi
Dinamo Mesken & Erkan Can
Hikâye, o yılların fırtına gibi esen demir perde takımı Dinamo Kiev’in Bursaspor’la yaptığı maçlarla başlıyor. Hayatı paylaşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları için maçlar dönüm noktası olmuş. 1971′de memleket meselelerinin çözümlenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanır ve politika yerine spor yaparak Bursa’ya açılma kararı alınır. Kulübün adıysa kendiliğinden ortaya çıkmıştır, kâğıt üzerinde tescillenebildiği şekliyle Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü ve fakat taraftarlarının gönlündeki adıyla Dinamo Mesken…
Kaynak: Aktüel
Erkan Can, o dönem takımın maskotu. Amigoluk yapıyor. Tribünlerden aldığı ilhamla sahneye transfer olmuş. Takımın eski kalecisi Kamyon Vedat, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde Erkan Can’a oyuncu koçluğu da yapmış.
Devrimci Futbol Takımımız …
Türk futboluna siyasi müdahaleler yıllardan beri tartışma konusu… Ancak bugüne kadar bir kulübün kapatıldığına, üstelik “politik faaliyetler” gerekçesiyle kapatıldığına tanık olmamıştık. En azından tanık olmadığımızı düşünüyorduk. Ta ki Bursa’nın adından dolayı kapatılmış amatör futbol kulübü Dinamo Mesken’le tanışıncaya kadar. Dinamo Mesken ilk bakışta adından anlaşılacağı üzere “solcu” ve “yerli” olmanın bahtsızlığına kurban gitmiş ama aslında harcanmış bir kaderi var. Zira Dev - Genç’lilerle ülkücülerin birlikte oynayabileceği kadar siyasete uzak, delikanlıları “kör siyasetin tehlikelerinden” uzaklaştırma ülküsüne aracı olacak kadar da spora yakındı sadece. Ne var ki, büyük acılar ve travmalar yaşayan bir ülkenin yazgısından onlar da nasiplerini aldılar ve hala sindiremedikleri bir tarzda yargılanıp, “isminden dolayı kapatılmış ilk futbol kulübü” olarak, talihsiz isimlerini Türk futbol tarihine solgun harflerle yazdırdılar.
Ülkücü “Dinamolu”
80 döneminde Türkiye’nin biraz da mimlenmiş mahallelerine gözdağı vermek isteyenlerin hışmına uğrayan gençlerin hikâyesi bu. Kulüp yöneticileri bile 20 - 25 yaşlarında. Beraat eden takımdan kimse hapis cezası almadığı için belki şanslılar. Ancak bugün mahallede yaşayanlar dağılan takımlarını bir daha toparlayamadıkları İçin üzgün ve kapılarına mühür vurulduğu için hâlâ kızgınlar. Gerçekten de onlar kendilerini cezalandıran askeri yönetimin iddia ettiğinin tersine her ideolojiden insanla barışıktılar.
Kulübün eski oyuncularından olan ve 1993 -1995 yılları arasında MHP Yıldırım İlçe Başkanlığı da yapan Osman Yağcı’nın da dediği gibi “Tunç hocamız maçlardan önce soyunma odasında bizlere ‘Arkadaşlar Mesken’i mahcup etmeyelim, halkımıza saygılı olalım, milliyetçi olalım, futbolu izletelim’ derdi. Siyasi konuşmalar hiç olmadı. Sağcı olduğum için baskı olmadı. Futbola Mesken’de başladım, Mesken’de bıraktım. Anlayamıyorum. Sadece spor yapan bir kulübü kapatmanın ne anlamı var.” Ama Bursa’nın varoşlarında yaşama savaşı veren bu insanlar kesinlikle yanlış anlaşıldıklarını düşünmüyorlardı. Birileri onları işlerine geldiği gibi anlamışlardı. Onlar çağırmadan kendilerini bulduk ve olanları anlamak için her şeyin başladığı güne ve yere doğru yola koyulduk. Bugüne kadar açılmamış olan bu konuyu takımın amigosu Erkan Can’ın ve yargılanmış, işkence görmüş Dinamo Meskenli arkadaşlarının ağzından öğrenmeye çalıştık.
Mimli mahallenin dinamosu
Hikâye, o yılların fırtına gibi esen demir perde takımı Dinamo Kiev’in Bursaspor’la yaptığı maçlarla başlıyor. Hayatı paylaşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları için maçlar dönüm noktası olmuş. 1971′de memleket meselelerinin çözümlenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanır ve politika yerine spor yaparak Bursa’ya açılma kararı alınır. Kulübün adıysa kendiliğinden ortaya çıkmıştır, kâğıt üzerinde tescillenebildiği şekliyle Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü ve fakat taraftarlarının gönlündeki adıyla Dinamo Mesken…
Kulüpte siyasi faaliyet yapılmasına yönetim kurulu hiçbir zaman izin vermemiş. Ancak solculuklarından gelen dayanışma kültürüyle beklenmedik sonuçlar almaya başlayan takım “kurtarılmış mahallesi”nin adını duyurmaya başladıkça birileri için can sıkıcı olmaya başlamış. Bu baskılar askeri yönetimin Eylül 1981′de kulübü kapatmasıyla son buluyor. Kulübün kapatıldığı günü yaşayanlardan dönemin yöneticisi Ali Nihat Irkörücü, “Kapatılma gerekçeleri sudan gerekçelerdi” diyor ve şöyle devam ediyor: “Şöyle bir kılıf bulmuşlardı. O gün bir arkadaşımız emniyetten izinli olarak esnaftan her zamanki rutine uygun şekilde para toplamaya çıkmıştı. Güya haraç topladı ğımız yönünde İhbar alınmış. Arkadaşımızı polis gözetimine, nezarete almışlar. Kapatılmasaydı 7 - 8 tane profesyonel olabilecek oyuncumuz vardı. Örneğin Kamil Torun kurtuldu. Onu darbe öncesi bir takıma eşofman karşılığında sattık. Maddi durumumuz öyleydi. Kamil daha sonra Ankara Demİrspor formasıyla 2. ligde de oynadı. Gerçekten kulübün hiç yapmadığı bir şey varsa o da siyasetti. Yargılandık. Beraat ettik ama federe olma hakkımızı kaybettik. Masum olduğumuz halde itham edilmiş olmamız bile yeterli bir ceza. İçlerinden bir tek ben 1989 senesinden sonra yasal bir parti olan SHP’den siyasete atıldım. Bunda yaşadıklarımızın da payı var.” Irkörücü hala CHP Yıldırım Merkez İlçe Başkanlığı yapıyor.
Çok şeyler bağlanmış takıma, tabii en başta umut. Çok şeylerini kaybedenler olmuş takımı ayakta tutabilmek İçin. 1980′e kadar bile rahat edememişler. Onları sindirmek için karşı düşünceden insanlar yerleştirilmiş mahallelerine. 1976′da Kemalpaşaspor’la yapılan bir maçta “Moskova dışarı” sloganlarıyla ıslıklanmışlar. Eski yönetici Hasan Gürses, “Devamlı emniyet baskısı altındaydık. Haftada bir örgütlenme var mı diye kontrol yapılıyordu” diyor. “Büyük paralar harcadık. Babamın emekli parasının yarısını kulübe yatırdım. Kardeşimle kavga ettik. Kapatıldığı gün minibüs tutmak için toplanan paraları sayıyordum. Lokali bastılar. Masadaki paralarla birlikte her şeye el koydular.”"Hangi örgüttensin, silahlar nerede?”
Takım, deplasman masrafları için kapı, kapı para toplamak zorunda kalmış. Ancak bunu bir türlü anlatamamışlar. Tutuklanma gününü, “Paraları sayarken hepimizi siyasi şubeye götürdüler. İki gün boyunca dayak yedik, kapanış da öyle oldu” diyerek açıklıyor, Avanta Kemal. Bütün baskılara karşın, elbette ki bu kadarını beklemiyorlarmış. İşin garip tarafı bir süre kulübün yeniden açılabileceğine inanmışlar.Emniyetteki sorular hep ters köşeden. Cengiz’e yöneltilen soru “hangi örgüttensin sİlahları nerden temin ediyorsun?” Bugün o sorulara bir cevabı var Tunç hocanın: “Bize saldıran insanlardan daha milliyetçi insanları yetiştirdik biz. Erkan Can gibi birini çıkardık. Gözlerim yaşarıyor şimdi, o kulübü kapatmak devlete hiç yakışmazdı.”
Erkan Can, o dönem takımın maskotu. Amigoluk yapıyor. Tribünlerden aldığı ilhamla sahneye transfer olmuş. Takımın eski kalecisi Kamyon Vedat, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filminde Erkan Can’a oyuncu koçluğu da yapmış. Onu anlatırken “Kendisine amigo demezdi Erkan. Seyirci organizatörü derdi. Ne olduğunu anlayamadığımız marşlarla tribünü ateşlerdi. Rakip taraftarları şok ederdi” diyor. Takımla ilgili söylediği şeylerse diğerleriyle aynı: “Arkadaşlarımızın katiyen politik bir misyonu yoktu.”Formaya aşıktık biz O günlerden unutmak İstedikleri şeyler de var. Kahvehaneye huzursuzluk çöküyor. Takım kaptanı Fahrettin bu noktada yapıştırıyor cevabını “Siz yoksa devre arasında Çav Bella’yı mı okuduğumuzu sanmıştınız.” “Sahada kendini devrimci gibi mi hissediyordun, futbolcu gibi mi?” diye sorduğumuz 10 numara Arnavut Özcan’dan da bir şey çıkmayınca; takımın büyüklerinden Ertuğrul Kanşay karışıyor söze; “Bizim Dinamo’muz, yalnızca sahadaki dinamizmimizdi. Mesken, sol kesimin olduğu bir mahalleydi. Kapatma nedeni bu. Bilmem anlatabiliyor muyum?” Özcan Selamet takımın hücuma dönük orta saha oyuncusu, kaldığı yerden devam ediyor. “Formaya âşıktık biz. Forma almaya gücümüz, olmadığı için herkes fanilasıyla gelirdi. Arkalarına numara yapıştırırdık. Maçımız 11.00′deyken sabahın 05.00′İnde, karanlıkta kulüpte beklediğimizi biliyorum. Böyle bir ruhtu bizi birbirimize bağlayan”. Arnavut, bir süre daha oynadığından, futbolu Mesken’de bırakan arkadaşlarının psikolojisini en iyi anlatabilecek isim. Arkadaşlarının kaderini yorumlarken “Futbol bir tutku. Oynadığım için söylüyorum devam edememek çok acı. Ben, kulüp kapanmadan önce başka bir takıma geçtim, ordayken bile Meskenlilerle idmana çıkardım. Böyle bir ruhumuz vardı.” Özcan Selamet, bugün halâ “militan” değil ve Cavit Çağlar’ın mutemetlğini yapıyor.
Bahis “Ruh”tan açılınca konuşanların hevesi yükseliyor; başka kulüpten bonservisini cebinden ödeyerek gelen Bülent ve evliliğinin ikinci günü kupa maçına çıkan İbrahim Aksal gibi. “İkinci gün Tunç Hocam geldi, kupa maçımız var, gelirmisin, dedi. Tereddüt etmedim. Eşofmanlarımı giyindim, çıktım. 0 gün kupayı kazandık. Unutamıyorum. Çok farklı bir duyguydu”Top bir daha santraya dönemedi Duygulara hasımlık edenler, Dinamo’yla yetinmemişler. Semtin Dinamo türevi kurulan diğer takımları Ortabağlar ve Teleferik Kartalspor da aynı akıbeti yaşamış. Ortabağlar’ın yöneticisi berber Enver Ünal’ın yüzüne karşı, “Biz bu mahallenin siyasi kimliğini biliyoruz. Kulübü neden kapattığımızı da herkes bilsin” denilmiş .”Varsayımlar üzerinden hareket edenler, gelip şu insanlara bir baksa kendilerinden utanacak. Hepsi beraat etmiştir ve bugün Mesken’de İtibar görerek dolaşırlar.” Oyuncu olanlarının İçindeyse yargılanmış bir tek İsmail Güzeltürk bulunuyor. Sahadaki pozisyonu “sağ bek”. İronik bir rastlantı. Yaşananlardan çıkarılacak dersler basit. 1981′de başına büyük belalar almış küçük bir takım kapatılmadı. Hayatında hiç karakola gitmemiş olanlar kapatılma kararının ardından gözaltında işkence gördüler. Top bir daha santraya dönemedi. Kapatılmasa memlekete “zararı” ne olurdu bilinmez. Ancak kulüplerin günümüzde yetiştirdiği gençleri düşündüğümüzde söylenecekleri toparlıyor Kenan Demir “Gençlerimize borçluyuz. Yarım kalmış işlevimizi tamamlamalıyız. Türkiye bizden başka acılar da yaşadı. Ama kulübümüz bugün açık olsa ve Mesken’de yaşasaydı Ogün Samast katil değil, belki de o katile tavır koyan bir sporcu olabilirdi.”
Erkan Can’ la Söyleşi
80 döneminde gençlik yıllarınızın geçtiği Bursa’da siyasi gerekçelerle kapatılmış bir kulübünüzün olduğunu söylediniz. Nedir bu Dinamo? Bu bir espri miydi? Eğer doğruysa bu bir ilk. Neydi Mesken’in öyküsü?
80’li yıllar, amatör takımlar devri. 22 yaşındaydım. O zamanlar yeni yeni ucuz meskenler kuruluyordu Bursa’da. Top oynayacak yerimiz çoktu. Daha sonra mahallenin altına eğitim enstitüsü açılınca oradan öğrenci ağabeylerimiz geldi. Mahalleli de onlarla beraber kulüpte takılmaya başladı, solcu oldu. Kulüp orada doğdu. Takımın adını Dinamo Mesken koydular. Daha sonra futbol falan bitti. Kimse arkasını sormadı, açılmadı.
Sizin o yıllarda kalecilik de yaptığınız söyleniyor. Kaleci, argoda parasız anlamında kullanılır. Nasılsın diye sorduklarında “Schumacher gibiyim” diyormussunuz. Ama sanırım siz takımın amigosuydunuz…
Kalecilik yapmadım. O benim jargonum. Nasılsın diyorlar, kaleciyim diyorum. Bekliyoruz, para yok, pul yok, kaleci durumu da oradan gelir. O benim otuz yıldır söylediğim bir durumdur yani. Amigoluk yaptım tabii ki.
Nasıl bağırttırıyordunuz tribünleri?
Dinamo’nun gençleri, bir elinde şişe, saatlerce neşe! Dinamo’nun gençleri birçok menekşe!
Mahalle benimsiyor muydu Dinamo Mesken’i?
Tabi canım, gurur duyardık! Tomas Orhanlar, Yakalı Mehmetler, Komando Mustafalar, Avanta Kemaller, Ertuğrul Kanşay. Bu abiler bilirler bunları.
Sizin de lakabınız var mıydı?
Sarı! Benim lakabım san’dır. Adımı bilmem. Eskiden daha da sarıydım, sapsarıydım. Kill Bill!
Peki derdiniz neydi, mahalleyi Moskova’ya bağlamak gibi bir niyetiniz mi vardı?
(Gülüşmeler) Yoo… Zaten solcu bir mahallede büyüdüğümüz için takımın adı da böyle olacaktı. Çok normaldi bu.
Anladığım kadarıyla darbe öncesi mahalleler kendi kulüplerini kalkındırabiliyordu ama sonra her şey için para gerekti. Bu arada o yardımlaşma durumu da darbeyle birlikte gitti.
Evet, başka bir şeyler lazımdı, yetmedi. “Satıyorlar oğlum” diyor, Rafet El Roman’ın filmde oynadığı karakter. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, her şeyi anlatıyor bence. Zaten hikâyesi de Akyazı Akınspor’dur. Bİz onu Bursa hikayeleriyle harmanladık. Bursa’da çekildi film.Bursa’nın spor camiasının eskilerinden birkaç kişiyi aradık. Dinamo Mesken’in varlığıyla ilgili sorular sorduk.
Sağ cenahın eskilerinden biri sizin bunu abarttığınızı…
Sağdan yürüsün, saçak altından, cüzdan bulur belki!
Hayat futbola fena halde benzer diye bir sloganı var filmin. Dinamo Mesken’in hikâyesine baktığımızda görüyoruz, futbol da siyasete benziyor. Şu anda da Çarşı grubunun müdavimi olduğu bir mekândayız. Futbolu ve siyaseti birlikte nasıl yorumluyorsunuz?
Stratejidir. Programdır; koçluk işidir, kafana göre oynayamazsın. Futbolun da hayatın içindeki gibi bir ahlakı var. Tek başına yapılabilen bir şey değildir. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine.” Hayatı sürdürebilmek için dört doğru pas yüzde 90 goldür. Siyasette de böyle. Çarşı’yı da seviyorum tabi. İyi bir tribünü var.
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da siz kaleci Torba Suat’ı canlandırdınız. Karakterin sizin üzerinize yazıldığı söylenir. Dinamo Mesken’den esinlenildi mi filmde?
Yok, ama bunları anlatmıştım, etkisi olmuştur yani. Alıntıdır.
28 Ağustos 2008 Perşembe
Mafya Filmleri
keep your friends close, but your enemies closer...
Suç filmlerinin içerisinde kendine ait bir alt tür haline geldi denilebilecek sayıda film yapılan, farklı jargonu, dillerden düşmeyen küfürleri ve en çok da kendine has komedi unsurları ve komik karakterleriyle de sevilen türlerden olduğu kesin. Genelde Amerika'ya göç etmiş İtalyan ailelerin yaşamlarına ve yıllardır süregelen düzene ayak uydurup yeraltına inmelerini konu alırkar. İlk başlarda salt şiddet mevzubahis olurken daha sonraları işin içine hatun milleti, çanta dolusu para, zeki olay örgüler ieklenmiş hatta yıllaar sonra The Sopranos adlı dizi ile birlikte suç filmlerinden drama kadar geniş bir yelpazede değerlendirilebilecek seviyeye gelmiştir...
Şöyle mafya filmi türü içinde klişe bir şekilde ilk 10 filmi yazayım dedim, lakin herkesin beğenileri değiştiğinden diğer tüm listeler gibi en iyi adı taşıyan bu tür naneler havada kalacaktır:) Listedeki en eski film olan Bonnie and Clyde ise "Natural Born Killers" gibi kült filmlere ilham kaynağı olan, çığır açan filmlerden biri olarak diğerlerinden ayrılmaktadır.
Kimine göre Scarface haddinden fazla abartılmıştır, kimine göre Donnie Brasco kurgusuyla-oyuncu performanslarıyla kusursuzdur, bazıları ise Bir Zamanlar Amerika'yı diğerlerinden farklı olarak değerlendirebilir...Tartışılmayacak tek husus bu tür içindeki kralların Robert De Niro ve Al Pacino olduğudur heralde. Onlara çoğu zaman Joe Pesci, Ray Liotta gibi isimler de başarıyla eşlik ederler onlara.
1 - The Godfather Part II - (Baba 2)
2-The Godfather - (Baba)
Bir serinin en iyi film sıralamasında ikinci filmi, ilk filmi geçtiği çok görünmemiştir. Ama godfather 2 filmi buna çok güzel bir örnek..
belki de bunun nedeni filmde eskiye bir dönüş yani babanın gençliğini filmde görmemiz. Ve genç babayı De Niro'nun oynaması..
filmde Al Pacino en görkemli oyunculuklarında birini daha sergilemiş. Konun işleyişi ilk filmden daha iyi bir hal almıştı.
Gösterime girdiği dönemden beri bir klasik haline gelen , sadece mafya filmleri değil bütün filmler arasında , uzmanların veya oylamayla yapılan araştırmaların , listelerin hep en üst sıralarında yer alan bir şaheser Baba filmi.
Mario Puzo'nun yazdığı aynı adlı romandan uyarlanan filme gelince ; Don Vito Corleone duruşu , tavırları , konuşması , ilişkileri ile mafya filmlerinde ve mafya babaları arasında ayrı bir yere sahip olmuştur her zaman , Bir gün eroin üretimi ve dağıtımı yapan "Türk" lakaplı Solozzo, Don Corleone'den, ilişkilerini kullanarak kendisine yasal koruma sağlamasını ve yüklü miktarda nakit para vermesini ister, karşılığında elde edilecek kârdan pay teklif eder. . Ancak Don Corleone teklifi reddeder. Gerekçesi, iyi ilişkileri olsa da, Don Corleone'nin uyuşturucu işi ile bağlantısı olduğunu öğrenen siyasetçilerin ilişkilerini gözden geçirme gereği duyacak olmalarıdır. Bunun üzerine arkasına Tataglia ailesini ve New York emniyet müdürü McClusky'i alan Solozzo, Don Corleone'yi vurdurtur. Ölümden son anda kurtulan Don Corleone'yi ve tüm aileyi kötü günler beklemektedir. Bu süreçte, fevri hareketleriyle bilinen, Don Corleone'nin en büyük oğlu Sonny ölecek, 2. Dünya Savaşı'ndan kahraman olarak dönen en küçük oğlu Michael ise, daha önce aile işleriyle hiç ilgilenmediği ve bunu istemediği halde olayların akışı onu hikâyenin merkezine doğru itecektir. Artık zaman hesaplaşma zamanıdır.diğer ailelerin de karıştığı bir mafya savaşı başlar.
Part II'de ise Genç Vito Corleone 1910'larda Sicilya'dan New York'a göç eder. Ailesinin geçimini sağlayabilmek için çeşitli işlerde çalışır ve yavaş yavaş yükselmeye başlar. Michael Corleone ise 1950'lilerde ailesinin işlerini düzenlemek için Las Vegas, Hollywood ve Küba arasında mekik dokumaktadır.
Film 11 dalda adaylık aldığı Oscar ödüllerinden de En İyi Film , En İyi Erkek Oyuncu (Marlon Brando) , En İyi Uyarlama Senaryo (Francis Ford Coppola, Mario Puzo) dalında Oscar ödüllerini kazanarak döndü , Bunların dışında 5 Altın Küre, 1 Grammy aldı ve birçok festivalden ödülle ayrıldı. Ayrıca Marlon Brando, kendisine verilen En İyi Erkek Oyuncu Oscar Ödülü'nü ABD'nin, özellikle Hollywood'un kızılderililere karşı uyguladığı ayrımcılığı gerekçe göstererek reddetti.
Film ayrıca sonralarda sinema tarihine adını altın harflerle yazdıracak olan Al Pacino'nun da bir tanıtımıydı adeta ve o adam bir daha hiç unutulmadı.
"Ona reddedemeyeceği bir teklif yapacağım" Don Corleone
3 - Once Upon A Time In America - (Bir Zamanlar Amerika)
Film, çocukluktan beri arkadaş olan ve bu arkadaşlığın seyrinde suça karışan, Max, Patsy, Cockeye ve Noodles isimli karakterlerin Büyük Buhran dönemi Amerika'sının kötü koşullarıyla yoğurulmuş inişli-çıkışlı hayatlarını ve hayatlarına hükmeden dostluklarını, zaaflarını, aşklarını, ve hırslarını konu alıyor.
Filmde gözden kaçabilecek en önemli detaylardan biri de Noodles'ın yaşlanıp geri döndükten sonra kasadaki valizi açtığında, biz içinde para bulamadığı için kaşlarını çattığını zannederken valizden dikkat çekilmeden aldığı bakır kaplama köstekli saat için, kasa anahtarını Moe'ya verdiğinde ve Moe ile arasında parayı bulamamış olması hakkında geçen birkaç cümleden sonra, kendisi için önemli olan şeyi aldığını söylemesi.
Uzun , bir o kadar etkileyici , bizleri zaman kavramları içinde dönüp dolaştıran , istediğimiz şeyi sonuna kadar vermeyen bir yapım.
4 - Bonnie & Clyde
Bonnie ve Clyde sinemada şiddetin kullanımında tartışmalı bir mihenk taşı olmuştur. Bunca yıldır, Bonnie ve Clyde'ın izinden giden filmler, sinemada şiddetin dozunu gittikçe artırıyor.
Filmin ilk gösterime girdiğinde başına gelenler, Hollywood'un, film eleştirisinin ve postmodern popüler kültürün karmaşık tarihinde bir dönüm noktası. Bonnie ve Clyde, yarattığı sansasyonu büyük ölçüde, sinemaya yeni tarz bir şiddet getirmesine borçlu.
Bonnie & Clyde, 30'lu yıllarda Amerika'da bir dizi silahlı olaya karışan Clyde Barrow ve Bonnie Parker'ın maceralarını anlatıyor. İki sevgili yanlarında Buck ve sevimsiz karısı, peşlerinde bir yığın polisle Amerikan tarihini yeniden yazıyor.
Kısaca Bonnie & Clyde'ı tanıtmak gerekirse ; onnie ve Clyde bütün dünyanın ekonomik krize girdiği dönemde ABD’nin güney batısında yaşarlardı. Banka soyarlardı. 13 kişi öldürdüler ve bir düzine bankayı patlattılar. Mağaza ve benzinci soygunlarının ise tam sayısı konusunda bir tahmin bile yok. Zenginden alıp, fakire vermezlerdi. Fakirden alıp, zengine de vermezlerdi. Sadece alırlardı. Onlar mutlu Amerikalılardı. Eylemleri vurulana kadar sürdü. Daha da sürecekti de, ömürleri vefa etmedi.
Bonnie ve Clyde 1931-1935 döneminde halk düşmanı olarak gösterildiler. Aslında onların halkla alıp veremediği yoktu, herkese düşmandı. Ama inandıkları değerleri vardı, elbette çokça da paraları. Paraya götüren her yolu mübah görürlerdi. Yasalar, kurallar ve gelenekler, onların para kazanmasına engel olmadığı müddetçe geçerliydi. Bir yerde para varsa ve onlar o parayı istiyorsa, onlarındı. Burada Bonnie ve Clyde hakkında biraz teferruata girmek icap eder.
Kısacası hem karakterlerin yaptığı etki hemde filmin sinema üzerindeki etkisi , Bonnie & Clyde'ı sinema tarihinin tartışılmaz filmlerinden biri haline getiriyor.
5 - Goodfellas - (Sıkı Dostlar)
Yaşayan efsane Martin Scorsese'nin elinden çıkan ve günümüz sinemasının en başarılı mafya filmleri arasında gösterilen Goodfellas 6 dalda Oscar'a aday gösterilmiş ve harika performansı bitmek bilmeyen enerjisi ile Joe Pesci'ye En iyi yardımcı erkek oyuncu Oscarını kazandırmıştı.
Filmi genel olarak Henry (Ray Liotta) ve onun karısı Karen(Lorraine Bracco) in ağızından dinliyoruz , tutucu bir ailenin oğlu olan Henry'nin okulla arası pek iyi değildir ve en büyük arzusu caddenin hemen karşısında bulunan ve genelde mafya üyelerinin uğrak yeri olan otoparkta çalışmaktır. Ve Henry okul öncesi burada çalışmaya başlar , önceleri getir götür işlerine bakar , gün geçtikçe okulu asmaya ve yeni ortamında daha fazla vakit geçimeye başlar. Sonrasında ise kendini yavaş yavaş Mafya'nın içinde bulur , Jimmy Conway (Robert De Niro) ve Tommy De Vito (Joe Pesci) ile iş yapmaya başlayacaktır , bu üçlü büyük işler yapmaya başlar fakat daha sonrasında Henry hiçte girmek istemeyeceği uyuşturucu işinde bulur kendini ve işler yolunda gitmemeye başlar.
6 - Scarface - (Yaralı Yüz)
Scarface , Paranın insan hayatı için ne kadar önemli olduğunu , uyuşturucu tacirliğinin risk dolu hayatın nasıl iniş çıkışları olduğunu , Hırsın ve öfkenin, suç dünyasındaki başarısını gösteren bir film. Her konuda kendine has, o zamanın dünyasına uymak zorunda olmayan fikirleri olan ve onlardan asla taviz vermeyen, yeni düşüncelere açık olsa da kendi fikirlerinin doğruluğuna her şeyden çok inanan bir adamın hikayesi.
Filmin yaratıcısı Brian De Palma’nın nasıl bir yönetmen olduğunu yalnızca elektrikli testere sahnesini izleyerek bile anlayabiliriz; elbette Al Pacino’nun aksanıyla güç kattığı oyunculuğunun etkisini yadırgayamayız bu sahnede; fakat sahnede görünenler yalnızca Tony Montana ve kolunun ve bacağının kesildiğini bildiğimiz arkadaşının gözleridir, arkadan da artıp azalan bir elektrikli testere sesi gelmektedir ve bizler bu sahneyi izlerken dehşete kapılırız.
Suç ve ceza kavramlarına odaklanan yönetmen suç filmlerinin bir alt türü niteliğinde olan “gangster filmleri”nin en başarılı örneklerini sunmuştur. Brian De Palma’nın göçmen bir adamın hırsı ve açgözlülüğüyle suç dünyasının tepesine tırmanan bir karakteri anlattığı hikayesi o kadar çarpıcıdır ki günümüz filmlerinde kullanılan bir çok sahnede bu filme göndermeler buluruz. Filmde “antisosyal kişilik bozukluğunun” çok güzel bir şekilde yansıtılmış olması da psikoloji dünyası açısından önemli filmler arasına girmesini sağlamıştı. En iyi aktör , En iyi yardımcı oyuncu ve En iyi orijinal müzik dallarında 3 Golden Globe'u bulunan filmin ayrıca ilginç biçimde Razzie Award ödüllerinde En kötü yönetmen ödülüde bulunmaktadır.
7 - Carlito's Way - (Carlito'nun Yolu)
Porto Riko'lu Carlito Brigante (Al Pacino) kadim dostu avukat David Kleinfeld'in (Sean Penn) yardımlarıyla yıllar sonra hapisten çıkıyor. New York'a dönen Carlito, herşeyin değiştiğini, mafyanın bile artık eskisi gibi olmadığını görüyor. Bu arada eski sevgilisi Gail'i (Penelope Ann Miller) de bulan Carlito, bir süre sonra yeni bir hayat kurmak için Yeni Dünya'dan kaçmaya karar veriyor, ancak geçmişi bir türlü peşini bırakmıyor.
Yaralı Yüz'den on yıl sonra çekilen bir nevi devamı niteliğindeki Del Palma'nın ustalığından hiç birşey kaybetmediğini kanıtlayan ve Al Pacino ile Sean Penn gibi iki usta oyuncuyu bir araya getiren "Carlito'nun Yolu"nda ünlü yönetmen Paul Mazursky'i de yargıç rolünde izliyoruz.
8 - Donnie Brasco
Hollywood bize uzaydaki mucadeleden, at ustundeki savaslardan ve tek basina koca gokdelenleri kurtarmaya cabalayan kahramanlardan da bahseder ama gangster filmlerinin yeri ayridir. Donnie Brasco, iste bizi tekrar bu atmosfere tasiyor. Ustelik filmin konusu gercek bir hikayeden alinma. 1978`de gecen film, bir FBI ajani olan Joe Pistone`nin mafyayi nasil yenilgiye ugrattigi anlatiliyor. Alti yil boyunca mucevher hirsizi Donnie Brasco olarak hayatini surduren Piston, zamanla kendi rolune inanmaya basliyor, Mafya babasiyla yakalaniyor ve mafyadan cikip arkadasini ele vermesi gerekecegi, hatta daha kotusu,, belki vurmasi gerekecegi gunu dusunmeye ve ecel terleri dokmeye basliyor.
Böyle filmlerde görmeye alışkın olduğumuz yüzlerden olan Al Pacino'nun oyunculuğu zaten tartışılmaz , Johnny Depp'in performansıda takdire değer.
Genel olarak pek fazla ilgi görmesede çok başarılı oyuncuların yer aldığı unutulmaz sahneleriyle ( Arabada kafasına silah dayadığı sahne , Finalde ilzediği belgesel ve mafya ilişkisi) akıllarda yer edinen bir film Donni Brasco.
9 - Road to Perdition - (Azap Yolu)
Bu tarz filmlerde görmeye alışkın olmadığımız başarılı oyuncu Tom Hanks , bu işin de altından rahatlıkla kalkabilmiş , her ne kadar az zaman almasına rağmen Jude Law çok başarılı , Paul Newman'dan fazlaca bahsetmeye gerek yok , The Untouchables'dan hatırlayacağınız Al Capone'un sağ kolu olan Frank Nitti karakteri ise filmde mevcut ve Stanley Tucci tarafından oynanıyor , daha önceden Al Capone karakterininde filmde yer alacağı düşünülmüş fakat bundan daha sonra vazgeçilmiş.
Bu filmde hayal kırıklığına uğrayabilecek olanlar aksiyon yüklü klasik bir ganster hikayesi bekleyenler olabilir. Kaliteli bir ekipten ortaya çıkan kaliteli bir yapım olarak Road To Perdition, bir Goodfellas veya Godfather değil ama İlk sinema filmi olan American Beauty ile Oscar kazanan Sam Mendes'in bu başarısının şans olmadığı anlaşılıyor. Bu tür filmlerin çoğunda olduğu gibi, atmosfer ve görüntüler filmin en güçlü yönlerinden. American Beauty'deki çalışması ile Oscar kazanan görüntü yönetmeni Conrad L. Hall'un çekimleri ile 1930'ların havasını bizlere adeta yaşatıyor.
10 - King of New York - (New York'un Kralı)
Film Frank White (Christopher Walken) isimli bir adamın hapishaneden çıktıktan sonra bir yandan gangsterlik yaparken bir yandanda bir hastanenin yapılmasına yardım eden,özellikle arkadaşı ile (Laurence Fishburne) çalışan bir adamdan bahs etmektedir fakat tabi ona New York'un Kralı diyen polislerse (David Caruso ve Wesley Snipes) onun peşindedirler...
Senaryosunu Nicholas St. Johnun yazdığı,Abel Ferraranın yönettiği , başrolünde başarılı oyuncu Christopher Walken oynuyor ve ona Laurence Fishburne , Steve Buscemi , David Caruso ve Wesley Snipes eşlik ediyor. Film 1990da iyi bir çıkış yapmış ve ünlü hit filmler arasında kendisine yer edinmeyide başarmıştır.
27 Ağustos 2008 Çarşamba
Pekin'den Sonra
Zhang Ymou'nun önderliğinde düzenlenen muhteşem açılış ve kapanış törenlerinin ardından Pekin Olimpiyatları başarıyla sonuçlanırken evsahibi Çin rekor kırarak toplam 100 madalya sahibi oldu ve 35 altın madalya ile de ilk sırada yer aldı.
Bu başarının en büyük nedeni yıllar önceden bugüne kadar plan ve program dahilinde gerçekleştirilen atılımlar, olağanüstü tesisleşme hamleleri, sporcuya özel antrenör seçimi ve antrenman yöntemleri gibi nedenler sayılabilir, yani bizdeki gibi hemen yutrdışından, Afrikadan devşirme sporcuları getirelim ve başarıya ulaşalım diye bir mantalite yok yani, olamaz da.
Türkiye yaşam koşulları ve coğrafi durumları nedeniyle özellikle atletizmde büyük potansiyellere sahip olmasına rağmen bir türlü yatırım yapılmaması nedeniyle atletlerin çoğu cebinden karşılıyor masraflarını ki eski şampiyon atletlerden Veli Ballı ile konuştuğumuzda ayakkabısının dahi olmadığını, bir yarışta altına yaptığı halde yarışı bitirerek Balkan şampiyonu olduğunu anlatmıştı.
Velhasıl bir spor politikası olmayan, hazır başarı isteyen bi ülkenin çuvallaması da şaşırılacak birşey değil.
En başa Çin konusunda ise baskıcı rejimlerde sporun ne denli önemli olduğunu soğuk svaş yıllarından biliyoruz. Abd ile Sovyetler'in spor alanında birbirlerine meydan okumaları, doping konusunda yaşanan patlama hatta bazı bayan atletlerin performanslarını arttırmak amacıyla hamile bırakılıp koşturulmaları gibi insanlık dışı şeyler yaşanmıştı. Keza Hitler'de sporu propaganda amaçlı fazlasıyla kullanmıştı. Çin'den gelen günümüze ait fotoğraflar yine çok şey değişmediğinin göstergesi. Spor ile yakından uzaktan ilgisi olmayan salt başarı için herşeyi yapmaya hazır sporcular yetiştiren, doping siliciler, kan dopingi gibi teknolojiyi arkasına alıp hertürlü pisliği yapanların gölgesinde açıkçası olimpiyatların güvenilirliği de tartışılır.
Bu başarının en büyük nedeni yıllar önceden bugüne kadar plan ve program dahilinde gerçekleştirilen atılımlar, olağanüstü tesisleşme hamleleri, sporcuya özel antrenör seçimi ve antrenman yöntemleri gibi nedenler sayılabilir, yani bizdeki gibi hemen yutrdışından, Afrikadan devşirme sporcuları getirelim ve başarıya ulaşalım diye bir mantalite yok yani, olamaz da.
Türkiye yaşam koşulları ve coğrafi durumları nedeniyle özellikle atletizmde büyük potansiyellere sahip olmasına rağmen bir türlü yatırım yapılmaması nedeniyle atletlerin çoğu cebinden karşılıyor masraflarını ki eski şampiyon atletlerden Veli Ballı ile konuştuğumuzda ayakkabısının dahi olmadığını, bir yarışta altına yaptığı halde yarışı bitirerek Balkan şampiyonu olduğunu anlatmıştı.
Velhasıl bir spor politikası olmayan, hazır başarı isteyen bi ülkenin çuvallaması da şaşırılacak birşey değil.
En başa Çin konusunda ise baskıcı rejimlerde sporun ne denli önemli olduğunu soğuk svaş yıllarından biliyoruz. Abd ile Sovyetler'in spor alanında birbirlerine meydan okumaları, doping konusunda yaşanan patlama hatta bazı bayan atletlerin performanslarını arttırmak amacıyla hamile bırakılıp koşturulmaları gibi insanlık dışı şeyler yaşanmıştı. Keza Hitler'de sporu propaganda amaçlı fazlasıyla kullanmıştı. Çin'den gelen günümüze ait fotoğraflar yine çok şey değişmediğinin göstergesi. Spor ile yakından uzaktan ilgisi olmayan salt başarı için herşeyi yapmaya hazır sporcular yetiştiren, doping siliciler, kan dopingi gibi teknolojiyi arkasına alıp hertürlü pisliği yapanların gölgesinde açıkçası olimpiyatların güvenilirliği de tartışılır.
26 Ağustos 2008 Salı
Rock Müziğin 7 Hali
Dün akşam itibariyle dizi halinde gösterilmeye başlanna, Pazartesi'den Cuma'ya her akşam saat 21.45'te yayınlanacak olan, toplam 7 bölümlü bir NTV belgeseli daha...
İlk bölümün çoğunu izleyip denebilir ki gayet güzel, izlenesi, feyz alınası bir yapım gibi duruyor.
Kaçıranlar için de mutlaka bir güzellik yapacaklardır tekrar böklümlerle falan.
Savaş sonrası kaynayan İngilizlerde beyaz adam'ın blues müziği benimsemesi, farklı yorumlar getirerek çağa damgasını vuracak olan rock müziğe adım atılması, pop-art, türe yeni boyut getiren gruplar, Clapton is God yazılı duvarlar, The Who, folk tarzından yepyeni bir adam haline gelip çevresini de etkileyen Bob Dylan ikonu ve tabi ki Rolling Stones efsanesi ilk bölüm itibariyle ilgi çeken noktalar oldu.
Sonraki bölümlerde de ilk bölümdeki blues etkisinin ardından rock'un doğusu, punk patlaması ve grunge, indie rock'a kadar müziğin gelişimi işleniyor. Müziksever bünyelerin kaçırmaması gerekir.
Bir 'Hayri Potur' Öyküsü
J.K. Rowling'in çocuklar için olduğu kadar biraz daha genç kesime hitap eden Harry Potter kahramanını yaratmasının ardından seriler halinde çekilen, gişe rekorları kıran filmleri, ardarda çıkıp önsiparişte bile bulunamayan diğer kitapları ve bizde olduğu gibi enteresan harry Potter esintileri...
Bizde de yaratıcı şekilde Hayri Potur, Hayri Pıtır adları takılan bizden bir insan haline getirildi zamanla. MEvzuya gelecek olursak Hollywood'a kafa tutan, niteliği tartışılsa da büyük bir endüstri haline gelen Hindistan sineması namı diğer Bollywood Hari Puttar: bir haylaz çocuk komedisi adı altında film çekince Amerikalılar hemen davranıp isim hakkı için dava etmişler ki haklılar haliyle.
Hindistanlı yapımcılar ise Harry Potter ile hiçbir alakası yok gibi açıklamalr yapsa da mal meydan da demek geliyor insanın içinden. Hintli Hari Puttar filminin içeriği ise orjinal filmdeki büyücülük mevzusundan çok Macaulay Culkin'in oynadığı Evde Tek başına filmlerine benziyormuş...
Yerüstünden Notlar
İlk hafta bitti Antalya deplasmanı yaramadı dersem yalan olur, öğlen saatlerinin başında Antalya'ya girişimiz, şansımıza püfür püfür esen rüzgar, deniz, kum, polisin hazırlıksız yakalanması ve pasifliği nedeniyle yaşanan bol 'ekşın', Antalyalıların bir türlü anlam verilemeyecek derecede hareketleri, 600 kişilik yere açıktan gelenlerle birlikte izdiham, berbat bir ilk yarı, yine alışılageldik şekilde berbat bir Beşiktaş savunması buna karşılık çok diri Antalyaspor ve yabancılarının bizi altüst etmesinin ardından ikinci yarı güzel tribün desteği ve Delgado'nun muhteşem futboluyla Antalya'nın geriye çekilip bir yere kadar dayanabilmesinin ardından gelen goller ve üçüncü golle birlikte demirlere tırmanan çıplak bedenler, tribünle kucaklaşan futbolcular...
Açıkçası şahane bir son ile bitse de Beşiktaş yine fazlasıyla dengesiz futoluyla korkutuyor. Delgado dışında sorumluluk alıp takımı taşıyabilecek özellikle savunmada takımı rahatlatabilecek, oyuna top sokabilecek bir tane adam yok alınan yarım düzine savunmacıya rağmen. Altyapıdan çıkartılan Emre Özkan'ın milyonlarca euro verilip alınan Sivok adlı arkadaştan çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ertuğrul hocanın hatasndan neyseki erken dönüşü ve Serdar Özkan'ın da Delgado'ya ayak uydurması, verkaçlar ve adam eksiltip kenarlardan taşıdığı toplarla epey bir yıprattı Antalya savunmasını ki galibiyetin mimarlarındandı şüphesiz...
Haftanın diğer maçları özet görüntülerinden Trabzonspor'da geçtiğimiz yıl Manisasporda da birçok kez tanık olduğumuz Selçuk İnan'ın muhteşem füzesi, yıllardır gelişme gösteremeyen Gökhan Güleç'in Bursaspor adına attığı muhteşem gol, Japon kökenli Brezilyalı Tabata'nın Gaziantep adına Fenerbahçe ağlarına yolladığı şahane gol ki Antep yabancılarını eskisi olduğu gibi iyi seçmiş, epey konuşulacağa benziyor. Son yıllarda en çok gol atılan ilk haftasını geçiren ligimizde adamı yapış yapış eden aşırı sıcakta futbolcuların açıkçası halini düşünemiyorum. Geçtiğimiz yıllarda alt liglerden gelen taraftarsız takımların aksine bu yıl Kocaeli, Eskişehir ve Antalya gibi sağlam takımların gelişi, Anadolu takımlarının isabetli transferleri ve Geçtiğmiiz yıl Sivas örneğinde olduğu gibi olası sürpriz takım beklentileriyle daha güzel bir lig bekliyor gibi...
Photo of the Day
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)