16 Mayıs 2008 Cuma

Zeki Demirkubuz - Kader

- Cezaevi herkeste farklı etki yapar. Benim kaderim ise şuydu: Serseri sokak çocuğunun, hapiste Balzac ve Dostoyevski ile tanışması, hayat ve kendisi hakkında sorulacak soruları bunlar sayesinde sormaya başlaması ve sonra günün birinde sinemaya gelip, film çekmesi...


- Dostoyevski, Budalanın önsözünde, "Tanrıya giden yolun başlangıcında tutku vardır" der. Bu sapıkça bir tutku da olabilir, bir kadına duyulan tutku da. Kaderi böyle bir tutkunun ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar unutulduğunu göstermek için yaptım. Ayrıca bütün gençliğim kızlara hastalanacak kadar aşık olmakla geçti. Bunu biraz derinleştirdim, kaşıdım, kanattım ve ortaya Kader çıktı.

Z.D.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

A Perfect World

en bilinmez vâdilerinde güneş
ömrümüzün
sanki bize kayıtsız
kayıtsız olduğu kadar ölümümüzün

Are you gonna shoot me?


Clint Eastwood ustanın yönetmenlik alanında günümüzdeki kadar ustalaşmadığı, televizyonlarda da zamanında sıkça dönen her nedense yıllardır unutamadığım şahane drama.
Clint Eastwood başrol için ilk başta Denzel Washington'u düşünse de bu role Kevin Costner talip olmuş, iyi de olmuş hele ki son dönem paçavra işleri arasında iz bırakan birkaç rolünden biri oldu. Gerçi bir kanun kaçağını oynaması açısından Denzel başkanı da görmek isterdik ki yüzlerce filminin nerdeyse yarısında polisi oynadı muhterem, sevsek de sıkmaya başlayan bir durum oldu haliyle...

Filmde Butch (Buç) rolüyle Kevin Costner görülebilecek en sağlam karakteri yaratmış, en cool haliyle ekran karşısındakilere selamını çakmıştır. Ona Clint baba, Laura Dern ve ufaklığımız Buzz oyunculuk açısından abartısız, başarılı oyunculuklarla eşlik ederler.


Bu filmle yehova şahidi gibi kavramları ilk kez duymuştuk, filmde akıllara kazanan Casper maskesi, Amerkan aile eleştirisi, Kennedy suikastine göndermeler, hayatta yapmayı istediğin şeyler listesi, Butch'un acımasız baba figüründeki çiftçiye silah zoruyla oğluna güzel şeyler söyletmesi, bir kaçağın küçük bir çocukla yol arkadaşlığı, çocuğun açısından bakıldığında sürekli korkularla büyütülen tipik çocukluktan özgürlüğe geçiş, çiş yaparken bile yaşanan mutluluğu ve yolun sonunda sıkı arkadaş olan ikilinin ayrılmasıyla nihayet bulan filmin duygu dolu sonu hafızalarda yer etmiştir.

Fazlasıyla dingin ama bir o kadar diyalog barındıran, efekte ihtiyacı olmayan, mutsuz son seçimiyle zaten gişede geliri yarı yarıya azaltmayı göze almış, bilmemne dergisinin en iyi'ler sıralamasında yer almasa da bende iz bırakmış, geçmişi de hatırlatan sıkılmadan izleyeceğim filmdir, candır...

Cannes’a 2 gün kala

NTV’den de canlı yayınlanacak 61. Cannes Film Festivali, 14 Mayıs’ta başlıyor. Fatih Akın’ın “Un Certain Regard” isimli bölümde jüri başkanlığını üstleneceği festivalde, Nuri Bilge Ceylan “Üç Maymun” filmiyle “Altın Palmiye” için yarışacak.

Eklenmesi gereken önemli hususlardan biri de festival kapanışında ödülü şahane insan Robert De Niro verecek ve festivalin jüri başkanlığını da güzel varlık Sean Penn yapacak...

Türkiye açısından festivale yönelik haberler şu şekilde;
Festivalde “Yaşamın Kıyısında” filmiyle geçen yıl “en iyi senaryo” ödülünü kazanan Fatih Akın, bu yıl “Un Certain Regard” isimli yarışma bölümünün jüri başkanlığını üstlenecek.


“Klasik filmler” gösteriminde bu yıl Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmi de yer alacak.

Türkiye’nin Paris’teki Kültür ve Tanıtma Müşavirliği Cannes’da bir stand açacak ve 17 Mayıs günü sinema dünyasının temsilcilerine bir resepsiyon verilecek.

Festivale Türk film ve dağıtım şirketleri de aktif biçimde katılacak. Dünyanın dört bir yanından gelen film yapım ve dağıtım şirketleri, ürünlerini pazarlama olanağına sahip olacak.

11 Mayıs 2008 Pazar

bugün yaşamak gelmiyor içimden

İnönü yıkılacak mı acaba, bu herife inanmamak lazım bi numara olmaz desek de bir yandan da geçmişte yaptıkları akla gelince herşeyi yapar diyerekten içimizin ürperip ligin son maçına salak gibi gitmek.
İnanmak istemesek de inatla savunsak da Çarşının da Beşiktaş gibi kendisini 3-5 bilet ya da otobüs için bitirmesini görmek ızdırap verici.
Herşeye rağmen kutu da yaşananları kendisine yediremeyip stadı terkedenleri, kenara çekilip bağırmayıp düşünceli gözleri görmek de bir o kadar iç rahatlatıcı.

Seba gibi efsane bir ismin devri geçti, taraftara destek vermiyo denilerek küfürlerle gönderilmesi olayına karşılık Beşiktaş'ı sıradanlaştıran, kodlarını bozan, semt kültürüyle beslenen mütevazı bir kulübü iliklerine kadar yozlaştıran, 18 milyon dolar borçla aldığı takımı 150 milyon dolarlara getirip üstüne bir de Beşiktaş'ı kendine borçlu yapan, beceriksizler kralı Demirören'e tepkisin koyamayanlar, menfaatleri uğruna taraftarı da Beşiktaş'ı da yaralayanlar elbet pişman olacaklar.
Sokak köpeklerinin kedilerinin kadim dostu, her tribünden saygı duyan, Kabataş mezunu, kariyer sahibi sıra arkadaşlarının aksine Beşiktaş'ı seçmiş, genç yaşta ölmeyi seçmiş Optik Başkan'ın kemikleri sızlıyordur eminim.
Medyanın bir pohpohladığı bir yerin dibine batırdığı medyanın oyuncağı olmak, desibel rekorları, kişisel mastürbasyonlar, Beşiktaşlılık yerine Anti-Fenerbahçeli olma yolundaki delikanlı taraftarımız, Beleştepe Beyaz Desene tezahuratının çok eskilerde kalması, goygoycuların bütün maç alakasızca kendilerini eğlendirmeleri, popülerleşme, internet taraftarlığı, başkan şakşakçılığı yakışmazdı ama kirlenmeyen bir tek orası vardı o da gitti, elde var hüzün...
Futbolun kodamanların elinde oyuncak haline gelmesinden beri ağızda pas tadı bırakan, artık tahammül edilemeyen, insanı çeken bütün unsurlardan sıyrılıp horoz dövüşüne dönmesinden beri tek dayanağımız Beşiktaş da çöktü.


Herşeye rağmen tepkilerini veren, geleceği değiştirebileceğini düşünen insanlar da yok değil, muhalefetsiz, kanadı kırık, sıradan, çapsız topçularla dolu, kimliksiz beşiktaş'ı kim nasıl uyandıracak, dibe vurmamız mı gerekecek bilinmez ama tüp adam herşeyimizi araplara falan satmadan, işin cılkını çıkarmadan birilerinin dur demesi gerek şühesiz.
Hatırlıyorum da çocukken pazardan aldığımız plastik armalı yün formaları yazın sıcağında bunalmadan nasıl da giyerdik, Feyyaz olup golleri dizerdik rakip kaleye. Beşiktaş maçı denk geldimi ta bir hafta evvelden gazete kağıtlarını kesip konfeti için hazırlardık. Antrenmana gitmek için can atar, maçtan bir gece önce ne hayaller kurar-uykusuz kalırdık. İnönü kapalısına ilk girişteki o kalp atışları, merdivenleri çifter çifter çıkarken yeşil zemini görmeyle başlayan tanımsız sevinç, elini cebine bile sokamadığın balık istifi tribünlerde kendini yerlerde bulmak falan filan...Geldiğimiz noktada insanı herşeyden nefret ettiren, maça ayakları sürte sürte götüren, bütün hafta asık suratla gezmemizi sağlayanlara selam olsun. Yine 10 yılda bir şampiyon oluyorduk. Zaten Beşiktaş ne zaman sürekli şampiyonluklara imza attı ki? Her daim melankolik bir tarafımız vardı hatta bundan beslenen güç bulan, ruhunu sahaya da tribünden rakiplere de yansıtan kara kartallardık.

Kelimeleri seçmeyi zorlaştıran berbat vaziyetler içindeyiz, hayal kırıklığı da cabası. Muhtemelen her yıl bir öncekini aratmaya devam ederken sıkılmadan nostalji yapmaya devam edeceğiz... RIP